Elektrik tasarrufu için ipuçları

Özgür Gürbüz-BirGün/14 Ekim 2012 

Elektriğe bir yılda yüzde 32,6 oranında zam yapıldı. Bir yıl önce elektriğe 50 TL ödüyorsanız bundan sonra 66 TL ödeyeceksiniz. Umarım maaşınız, geliriniz de bir o kadar, hatta bundan daha fazla artmıştır çünkü zamlanan sadece elektrik değil. Doğalgaza da yine bir yılda yüzde 53,8 oranında zam geldi. On iki ay önce 200 TL'lik doğalgaz yakarak ısınanlar bundan sonra aynı miktarda doğalgaz kullansa bile 300 liradan fazla bir para ödeyecek. Görünen o ki, dört kişilik bir evin enerji faturası kış aylarında 400 liraya yaklaşacak. Yazması kolay ama ödemesi zor.

Makina Mühendisleri Odası, mevcut hükümetin görev yaptığı son 10 yılda doğalgaza yapılan zammın yüzde 208 olduğuna dikkat çekiyor. Buna rağmen hükümetin keyfi yerinde. Doğalgaz fiyatlarının petrol fiyatlarına endeksli olması ve Türkiye'nin doğalgazda yüzde 99'lara varan oranda dışa bağımlı olması işlerini kolaylaştırıyor. Bizim elimizden bir şey gelmez, dışa bağımlıyız deyip kaytarıveriyorlar. Halbuki kazın ayağı öyle değil. Türkiye'nin enerjide dışa bağımlı olmasında tüm suç geçmiş hükümetlerin değil, bu hükümetin de meselede hatırı sayılır bir payı var. Dile kolay, 10 yıllık bir iktidardan bahsediyoruz. Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılığını azaltmak için son 10 yılda ne yaptınız diye sormak lazım. Bu soruyu bir başka yazıda soralım. Durum ciddi, biz önce gelin şu enerji faturalarının yükünü azaltmak için neler yapabilir, ona bakalım.

TASARRUFLU AMPUL ŞART
Elektrik faturanızı düşürmek için iki konuya dikkat etmeniz gerekiyor. Bir tanesi aydınlatma diğeriyse evdeki elektronik eşyalar. Evdeki gereksiz lambalardan kurtulmakla işe başlayın. Spot ışıklar, halojen lambalar çok elektrik tüketir; mümkünse kullanmayın. Eğer bir yarasa gibi evin köşelerine tüneyip orada gazete-dergi okumuyorsanız, buralardaki dekoratif amaçlı aydınlatmalardan kurtulun. Ana aydınlatma lambalarınız, özellikle de uzun süre açık bırakılanlar mutlaka tasarruflu ampul (kompakt flüoresan) olmalı. İşte size hesabı: Her gün üç saat açık bırakılan bir ampul düşünün. Eğer bu ampul, iyi kalitede bir tasarruflu ampulse, Edison'un bulduğu ilk ampule benzeyen akkor (enkandesan) veya halojen ampullere göre sekiz yıl daha fazla dayanır ve çalıştığı süre boyunca aynı işi beş kat daha az enerji harcayarak yapar. 100 vatlık bir akkor ampul yerine 20 vatlık bir tasarruflu ampul aynı işi görür. LED ampuller ise daha da uzun ömürlüdür. 12 vatlık bir LED ampul, 20 vatlık tasarruflu ampule eş ışık verir ve ömrü üç kat daha fazladır. Dolayısıyla fiyatları daha pahalı gözükse de uzun vadede tasarruflu ampuller kendilerini amorti ederler.

BUZDOLABINA DİKKAT
Elektrik tasarrufu için ikinci önemli konu ise evdeki beyaz eşyalar. Bunların içinde faturaları kabartan en önemli aktör buzdolabıdır. Evdeki elektrik tüketiminin yüzde 30'undan buzdolabı sorumludur. Buzdolabı alırken enerjiyi verimli kullananından almak için bütçenizi zorlamaktan kaçınmayın. Geri dönüşü kısa sürede gerçekleşir. Buzdolaplarının içi sürekli soğuk olmak zorundadır. O nedenle radyatör, fırın yakınına veya güneş alan bir yere buzdolabı koymak adeta deliliktir. İyi bir buzdolabı, doğru kullanım (kapağını uzun süre açık tutmamak, tıka basa doldurmamak gibi) ve doğru yer seçimi elektrik faturalarınızı rahatlatabilir.  Türkiye'de buzdolabından sonra en çok elektrik tüketen ev eşyasının sırasıyla fırın, televizyon ve çamaşır makinası olduğu tahmin ediliyor. Bu sıralama haliyle evden eve değişebilir. Çamaşır ve bulaşık makinalarını yeterince doldurmak, çamaşırları 40 derece gibi makul ısılarda yıkamak ciddi tasarruflara neden olabilir. Yeni elektrikli alet alırken hem az enerji tüketenlerini hem de ihtiyacınıza uygun olanlarını tercih edin. Evinizin tavanını süpürmeyecekseniz, tavana yapışacak derecede emiş gücüne sahip bir süpürgeye ihtiyacınız yok. Plazma yerine LED televizyonları tercih etmenizi de öneririm.

DONLARINIZI ÜTÜLEMEYİN
Ütü gibi anlamsız bir aleti de hayatınızdan çıkarmanızı öneririm. Hele de çarşaf, iç çamaşırı ve çoraplarını ütüleyen biriyseniz. İnsanların özel hayatlarına karışmak istemem ama ütülü çarşaf dediğiniz şey üzerine yattığınız anda kırışır. İç çamaşırın veya çorabın ütülüsünü ayırt edebilecek kadar “hassas” gözleriniz varsa, o gözlerinizi başka alanlarda daha hayırlı işler için kullanmanızı önemle tavsiye ederim. Ütü için harcadığınız zamana yazık, hayat ütülenecek kadar uzun değil. 

Evdeki tüm elektrikli aletleri “doğru kapatmayı” da ihmal etmeyin. Mümkünse açma-kapama düğmeli çoklu priz kullanın ve tek dokunuşta tüm cihazlarınıza (modem, televizyon, uydu alıcı gibi) elektrik akışını kesin. Geceleri rahat uyuyun. Bu cihazları uzaktan kumandayla kapatırsanız, bekleme konumunda elektrik tüketimine davetiye çıkarmış olursunuz. Enerji tasarrufunun ana kuralı aslında “uzaktan kumanda” meselesine karşı çıkmak. Poponuzu koltuklarınızdan kaldırıp, lüzumsuz ampulleri, açık ev aletlerini kapatmanız lazım.

Doğalgaz faturalarını azaltmak için yapabileceklerinizi de yer darlığı nedeniyle bir başka yazıya bırakalım. Sadece şu noktayı unutmayın. Kendinize bir termometre alın ve ev içi sıcaklığı 20 dereceye ayarlayın. Kış diye bir şey var, evde tişört ile değil uzun kollularla gezin. Oda sıcaklığını bir derece düşürmek doğalgaz faturanızı yüzde 6 oranında azaltabilir. Gece yatarken de oda sıcaklığını düşürmeyi unutmayın. Yaşam tarzınızı değiştirmeden faturaları azaltmak mümkün değil. Haksız mıyım Samet?

Çanakkale’yi bekleyen tehlike

Bir ons altın elde ederken 70-80 ton maden atığı ortaya çıkarılıyor. Daha da kötüsü, madenlerden çıkarılan altının yüzde 80’inden fazlası süs eşyası olarak kullanılıyor
 
Özgür Gürbüz-BirGün/ 7 Ekim 2012

Bergama Altın Madeni
Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, Türkiye’deki 28 potansiyel altın/gümüş yatağının dört tanesi Çanakkale ve civarında bulunuyor. Kaz Dağları temiz havasının, yemyeşil doğasının yanı sıra ne yazık ki bu altın yataklarına da ev sahipliği yapıyor. Altın madencileri pusuda. 10’dan fazla firma 40’a yakın noktada altın çıkarmak için yarışıyor. Altın arıyor demiyorum, o evreyi geçtiler. Sondajlar tamamlandı, işletme aşamasındalar. Hükümet çevreyi doğayı umursamıyor, madenciler ne isterse yapıyorlar. Yönetmelikler ve yasalar uygun şekilde değişiyor. Ağacın, temiz havanın altından daha değerli olduğunu anlamamışlar. Dedelerinin nasihatlerini unutmuş, torunlarının geleceğini ise umursamıyorlar. Varsa yoksa altın, para, mal ve mülk.
 
Çanakkale Çevre Platformu yıllardır var gücüyle “altıncı filo” dedikleri bu şirketlere karşı mücadele ediyor. Diyorlar ki, “Yaklaşık 1 gram altın için 3 ton suyumuz kirletilecek. Yöremizdeki su kaynakları ancak bize ve sulamaya yetiyor. Altıncı şirketlere verilecek bir damla suyumuz yok!” Hükümet ise önceliğim para diyor ama işin orası da şüpheli. Çanakkaleli çevrecilere göre bu işten devletin cebine giren devede kulak: “Üretilecek altın ve gümüşün tamamı zenginleştirilmiş cevher olarak yurtdışına çıkarılacak. Üretimin miktarının tespitinde madencinin beyanını esas alınıyor. Alıcı, satıcı aynı şirket. Ocakbaşı satış fiyatının sadece yüzde 4’ü devlet hakkı olarak veriliyor. Altıncılar onsunu 314 dolara mal ediyor daha sonra Türkiye bu altını onsu 1600 dolarlardan ithal ediyor” diyorlar. Kesilecek ağaçlar, madencilik faaliyetleri sonucu ortaya çıkacak ağır metaller de cabası.
 
HEPİMİZE İŞ DÜŞÜYOR
Çanakkale’yi geç tanıdım ama hemen aşık oldum. Türkiye’nin en güzel illerinden biri. İli güzelleştiren de sadece doğası değil insanları. Bu insanlara kulak vermek, onlarla dayanışmak boynumuzun borcu. Sanmayın ki onlar bu mücadeleyi kendileri için veriyor. Türkiye’nin geleceği Kaz Dağları’nda, Çanakkale’de, Munzur’da. Oradaki ağaçlar yoksa burada temiz hava yok. Orada dereler beyaz akmazsa burada domates, biber, zeytin, peynir yok. Çevre Platformu direniyor ama Çanakkale’de birçok kurum ya sinmiş ya da sindirilmiş. Halbuki hepsi aynı anda ses çıkarsa karşılarında kimse duramaz. Sadece Çanakkale’ye değil elbet, hepimize iş düşüyor.
 
Çanakkale’de sadece altın yok. Türkiye’nin bilinen en önemli bakır, kurşun ve çinko yatakları da bu bölgede. O yüzden nereye gitseniz bir başka maden haberi çıkıyor karşınıza. Değerli metal madenciliği doğanın ve dolayısıyla insanın en büyük düşmanlarından. Madencilik faaliyetleri dünyadaki enerji tüketiminin yüzde 7 ila 10’undan sorumlu. Buna karşın küresel istihdama katkısı yüzde 1’den az. ABD’de arsenik emisyonlarının yüzde 96’sı madencilik kaynaklı. Kütahya’daki maden kazasını hepimiz gördük. Atık havuzlarının barajı çökmez diyorlardı; çöktü.  Siyanür kullanıldığında tehlike daha da büyüyor.
 
Peki, çözüm ne? Kullandığımız eşyaların birçoğunun hammaddesi madenlerden geliyor. Telefonlarda, bilgisayarlarda, bindiğimiz taşıtlarda bu madenler kullanılıyor. Hepsinden vazgeçmek olası mı? İnsan her şeye muktedirdir demişler ama 7 milyara yakın insanı aynı anda ikna etmek kolay değil. O halde madencilik faaliyetlerinin sürdürülebilir olması, daha maliyetli olsa bile çevreye en az zarar verecek tekniklerin uygulanması şart. Bu madenlerin günlük hayatta kullanıldığı alanlar incelenmeli, ek vergi ve mali yükümlülüklerle yeni cevherlerin çıkarımı yerine yeniden kullanım ve geri dönüşüm desteklenmeli. Madencilik faaliyetlerinin özellikle Latin Amerika ve Afrika’da yerli halkların yaşadığı bölgelerde yapıldığı düşünülürse, özel şirketlerin değil devletin daha önemli rol oynaması ve gelirlerin o bölgedeki fakir insanlar için kullanılması sağlanmalı.
 
İş Kaz Dağları ve altına gelince durum daha farklı tabi. Ekolojik açıdan bu kadar önemli bir bölgenin, ciddi miktarlara varan kaliteli tarımsal üretimin riske atılması kabul edilemez. Temiz gıda ve temiz hava bu yüzyılın en değerli hazineleri. Altın yanlarında beş para etmez. Özellikle de altın. Bir ons altın elde ederken 70-80 ton maden atığı ortaya çıkarılıyor. Daha da kötüsü, madenlerden çıkarılan altının yüzde 80’inden fazlası süs eşyası olarak kullanılıyor. Görüldüğü gibi yaşamsal öneme sahip bir ihtiyaçtan bahsetmiyoruz. Çıkarılan altının bir bölümü de yatırımcılar tarafından satın alınıyor. Cebinizde ne kadar para olduğunun bir önemi yok. Kaz Dağları, Bergama, Kışladağ veya Efemçukuru. Hiçbiri bir süs eşyası için feda edilemez. Su, pamuk veya zeytin altından daha değerli. Moğollar’ın dediği gibi, “Ölüler altın takmaz”. Ölmek istemiyorsanız siz de takmayın.

Nükleer rönesansın sonu Fukuşima oldu

Özgür Gürbüz-EnergyTurk/Ekim 2012*

Nükleer enerjinin gelişimini anlamak için nükleer kazalardan önceki ve sonraki dönemlere bakmak gerekir. Çernobil öncesi, Çernobil sonrası ve Fukuşima sonrası nükleer endüstri çeşitli büyüme ve küçülme dönemleri yaşadı. Bu büyük nükleer kazalar, nükleer endüstrinin seyrini tahmin edilebileceği gibi olumsuz etkiledi. Nükleer reaktör teknolojilerindeki değişiklikler, yeni kuşak reaktörler ise sanıldığı gibi dünyada reaktör sayısının artmasına yol açacak, nükleer enerjiyi popülerleştirecek sonuçlar doğurmadı. Çünkü bu teknolojiler “kazasız nükleer santral” garantisini vermekten uzak. Nükleer enerjinin görece ilerlemeleri ise daha çok nükleer endüstri dışı krizlerin nükleer endüstri tarafından güçlü pazarlama kampanyalarıyla lehlerine kullanılmasıyla yaşandı.

1973'teki petrol krizi, iklim krizi ve Rusya'ya bağımlılık korkusuyla Avrupa'da etkili olan doğalgaz krizi, bu kısa süreli ilerlemelere örnek gösterilebilir. Fransa'nın nükleer enerji bağımlılığının en büyük nedeni 1973'teki petrol krizi sonrası agresif bir nükleer enerji politikası yürütmesidir. Devlet eliyle desteklenen ve fosil yakıtlara bağımlılığın azaltılmasını amaçlayan bu programın sonucunda Fransa bugün elektriğinin yüzde 77'sini1 nükleer santrallerden sağlayan bir ülke olmuştur. Elektrikte nükleere bu kadar bağımlı başka bir ülke yoktur. Buna rağmen, dünyada ABD'den sonra en çok nükleer reaktöre sahip ülke Fransa'nın (58 reaktör) enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 51,30'dur. Avrupa'da enerji ithalatçısı konumundaki tek ülke ise hiç nükleer reaktörü olmayan Danimarka'dır. Bu istatistik, enerjinin elektrikten ibaret olmadığını göstermesi ve Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılık sorununu nükleer santral kurmakla çözemeyeceğini anlatması açısından önemlidir. 1970'lerde fosil yakıtlardan kaçmanın tek yolunun nükleer enerjinin kucağına atlamak olduğu söylenebilir. Günümüz koşullarında ise elektrik üretiminde nükleere mahkum olunmadığı açık. Bu nedenle petrol fiyatlarının 100 doların üzerinde seyrettiği günlerde bile “tek yol nükleer” diye çığlık atan ülkelerin ortalıkta gezinmemesine şaşırmamalı.

Nükleer endüstrinin fırsata çevirdiği ikinci kriz ise iklim değişikliği oldu. Yapım ve uranyumun çıkarılması sırasında atmosfere bırakılan emisyonları “hesaba katmadan” kendisini “karbonsuz” bir enerji kaynağı şeklinde tanıtan nükleer enerji, Çernobil kazasının unutulmasını da fırsat bilerek 2000'li yılların başında yeni bir pazarlama hamlesi yaptı. Fransa'nın milyarlarca dolar yatırdığı nükleer endüstrisini atıl bırakmamak için sahip olduğu fazla kapasiteye rağmen yapımına başladığı Flamanville-3 sayılmazsa adına “nükleer rönesans” denen bu hamle Batı'da Finlandiya'daki Olkiliuoto-3 reaktörüyle ses buldu. Fukuşima'daki kaza nükleer rönesans kampanyasına son noktayı koymuş gibi görünse de aslında rönesans başlamadan bitmişti. Fransa ve Finlandiya'daki bu son model reaktörlerin (3+ kuşak, Avrupa Basınçlı Su Reaktörü-EPR) inşası sırasında ortaya çıkan teknik aksaklıklar, uzayan yapım süreleriyle artan maliyetler buna işaret ediyordu. Finlandiya’da inşaatına 2005’te başlanan reaktörün 2009’da devreye girmesi bekleniyordu. İnşaat hâlâ sürüyor. Reaktörün 2014'te bile elektrik üretemeyeceği birkaç ay önce açıklandı ve yeni bir tarih verilmedi2. 10 yıla varan bu gecikme sonucunda 3 milyar avroya mal olması beklenen reaktörün maliyeti “en azından” 6 milyar avroyu geçti. Fransa’da yapımı süren aynı tip reaktörün kaderi de aynı oldu. İnşaatına Finlandiya’dan iki yıl sonra başlanan reaktör de söylenildiği gibi dört yılda bitirilemedi. 2016 yılında biterse Fransızlar bayram edecek. Maliyeti de yine söylendiği gibi 3 milyar avroda kalmadı, şimdiden 6 milyarı garantiledi. Bu fiyatlarla nükleerin değil ABD'de olduğu gibi ucuz doğalgazla baş etmesi, yenilenebilir enerjiyle rekabet etmesi bile mümkün görünmüyor. Tüm bunlar Batı Avrupa'da yeni reaktör kurmaya hevesli tek ülke İngiltere'yi de endişelendiriyor. Almanya'nın dev enerji şirketleri RWE ve E.ON, İngiltere'de 6 bin megavat(MW) gücünde nükleer santral kurmaya hazırlanıyordu ama Fukuşima sonrası yaşanan gelişmeler bu iki devi, 19 milyar avroluk bu projeden çekilmeye zorladı. Şimdi İngiltere'nin umudu, Finlandiya ve ülkesindeki inşaatlarda sınıfı geçememiş Fransa. Almanya'nın nükleer santrallerini kapatmaya başlaması ve 2022'ye kadar hepsinin kapısına kilit vuracak olması RWE ve E.ON'un bu kararında etkili oldu. Aynı Fukuşima sonrası Siemens'in nükleer enerjiden tamamen çekilmesinde olduğu gibi.

Fukuşima sonrası Almanya ve İsviçre'nin nükleerden çıkış kararı alması, Belçika ve İspanya'nın bu yöndeki tavırlarına devam etmesi, İtalya, İrlanda, Avusturya, Norveç, Yunanistan, Portekiz gibi birçok Avrupa ülkesinin nükleer enerjiyi defterden neredeyse tamamen silmesi nükleer endüstriyi belki de Çernobil sonrası dönemden bile daha zor bir duruma soktu. Dünyadaki çalışabilir 435 reaktörün 212'sine sahip üç ülkesinde (ABD, Japonya ve Fransa) Çernobil'den sonra bile bu kadar ciddi bir nükleer karşıtlığı görülmemişti. Fransa'nın nükleerin elektrik üretimindeki payını azaltma seçeneklerini tartışmaya başlaması, Japonya'nın Fukuşima'dan sonra sağlam kalan 50 reaktörden sadece bir tanesini çalıştırıyor oluşu ve ABD'de nükleer atıkların depolanması için düşünülen Yucca Dağı projesinin iptali nükleer dünyanın amiral gemilerinde bile kafaları karıştırdı. Avrupa ve Kuzey Amerika'da kurulacak birkaç yeni nükleer reaktörün bile bundan sonra tüm dünyada, ister adına rönesans ister devrim deyin, bu türde bir eğilim yaratması oldukça zor. Nükleer endüstri hem eldeki insan gücünü tutabilmek, hem de teknolojik yatırımları finanse edebilecek siparişleri almak için gözlerini Doğu'ya, özellikle de Çin ve Hindistan'a çevirmiş durumda.

UAEA'na göre şu anda yapımı süren 63 reaktörün 26'sı Çin'de, 11'i Rusya'da ve 7 tanesi de Hindistan'da. Bu üç ülkeyi bir kenara koyduğunuzda aralarında yapımına 1981 yılında başlanmış Arjantin'deki Atuça-2 gibi ne zaman biteceği şüpheli reaktörlerin de olduğu bir grup kalıyor. Rusya'daki reaktörlerin iki tanesi prototip, 35 megavat güce sahip üniteler. Geri kalan dokuz ünitenin arasında Kursk-6 gibi 1985'ten beri bir türlü bitirilemeyen reaktörler var. Kısaca UAEA'nın listesinde yer alan bu “63” rakamı da size gerçek durumu anlatmıyor. Dünyada elektrik ihtiyacı hiç tartışmasız herkesten daha fazla olan Çin bile Fukuşima sonrası yeni nükleer reaktörlere lisans vermeyi dondurdu. Petrol ve doğalgazda dışa bağımlı Çin'in yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğine nükleer enerjiden daha fazla yatırım yaptığını söylemek yanlış olmaz. Çin'de kurulu rüzgar gücü son beş yılda 50 kat artarak 63 gigavata (GW) ulaştı. Güneş fotovoltaik kurulu gücü de yine 47 kat artarak 3,8 gigavat oldu. Aynı dönemde Çin'in kurulu nükleer gücü sadece yüzde 1,5 oranında arttı ve 12 gigavata ulaştı3. Çin, yapım halindeki 26 reaktörü (27,4 GW) 2020'ye kadar bitirirse o tarihte 40 GW'lık bir nükleer kurulu güce ulaşmış olacak. Çin Ulusal Enerji Müdürlüğü'nün açıkladığı hedeflere göre ise Çin'in o tarihte 200 GW rüzgar kurulu gücüne ulaşması bekleniyor4. Hedefler her iki kaynak için de tutturulursa 2020 yılında Çin'in rüzgar kurulu gücü nükleer enerjinin dört katından fazla olacak. Tahminen rüzgardan üretilen elektriğin payı da nükleeri geçecek. Nükleer enerjinin Çin'deki elektrik tüketiminin sadece yüzde 1,85'ini karşıladığını ve Çin'in rüzgar enerjisi için 2050 hedefinin 1000 GW olduğunu da hatırlatalım.

Tüm bu tablodan Türkiye'nin çıkaracağı onlarca sonuç var biz sadece birkaç tanesini yazalım. Almanya gibi Türkiye'den üç kat daha fazla elektrik tüketen bir endüstri devi yoluna nükleersiz devam edebiliyorsa Türkiye gibi yenilenebilir enerji kaynakları açısından Almanya'dan çok daha şanslı bir ülke rahat rahat devam eder. Bu birinci sonuç. İkinci sonuç ise daha politik. Dünyada nükleer endüstrinin pazar bulduğu ülkeler, ağırlıklı olarak, demokrasi düzeyinin tartışmalı olduğu, halkın fikrinin sorulmadığı, nükleer atık, kaza sonrası sorumluluk gibi hayati konuların gündeme bile alınmadığı ülkelerden oluşuyor. Türkiye'nin nükleer endüstri için iyi bir pazar işareti vermesi bu açılardan da tartışılmazsa ileride ülkeye büyük zarar verir. Rusya'nın Belarus ve Ukrayna ile olan ilişkileri, bu ülkelerde nükleer enerjinin mevcut hükümetlerce desteklenmesi, nükleer karşıtlarına bu ülkelerde uygulanan baskılar, nükleer enerjinin beraberinde neleri getirdiği sorusunun da sorulmasına neden oluyor. Nükleer enerjinin yapısı itibariyle anti-demokratik olduğunu ve otoriter rejimlerde daha rahat yayıldığını söylemek mümkün.

Son sonuç ise teknolojik gelişme ve istihdamla ilgili. Teknoloji transferi ve istihdam açısından yenilenebilir enerji kaynakları Türkiye gibi gelişme yönündeki ülkelere daha fazla fırsat tanıyor. Türkiye'nin yerli nükleer reaktör üretmek için harcayacağı para yerli bir rüzgar türbini üretmek için harcayacağından daha fazla. Yerli reaktörün AR-GE masraflarını karşılaması için ihraç edilmesi de gerekir ki, bu da yerli bir rüzgar türbini satmaktan kat ve kat daha zor. Çin'in, İspanya'nın güneş ve rüzgar enerjisinde kısa zamanda ihracat yapan ülkeler arasına girmesi gözden kaçırılmamalı. 

---

*Bu yazının kaleme alındığı tarih Ağustos 2012'dir.
1UAEA.
2Finland's Olkiluoto 3 nuclear plant delayed again. http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-18862422 adresinde 24 Ağustos 2012 tarihinde görüldü.
3The World Nuclear Industry Status Report 2012, sf. 6.
4China Increases Target for Wind Power Capacity to 1,000 GW by 2050 http://www.renewableenergyworld.com/rea/news/article/2012/01/china-increases-target-for-wind-power-capacity-to-1000-gw-by-2050 adresinde 24 Ağustos 2012 tarihinde görüldü.