Yeşiller Partisi neden başarısız oldu?

Özgür Gürbüz-Birgün/17 Haziran 2012

Türkiye'nin doğal ve kültürel çevresi büyük bir saldırı altında. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin eski, insan merkezli kalkınma anlayışı cumhuriyet tarihinin en büyük yıkımını da beraberinde getiriyor. Sayıları binleri bulan tartışmalı hidroelektrik santral projeleri, sayıları onlarla ifade edilen iklim katili termik santraller, sucuğumuzdan hayvan yemine kadar uzanan, çokuluslu şirketlerin baskısıyla besin zincirine sokulan genetiği değiştirilmiş organizmalar, madencilik şirketleri kâr etsin diye delik deşik edilen dağ ve tepeler, bizleri hem sağlık hem de ekonomik açıdan felakete sürükleyecek nükleer santraller, rant için çarpık kentleşmeye feda edilen ucube kentler ve açgözlü şirketlerin ellerine teslim edilen kültürel varlıklarımız... Hepsi tehlike altında, hepimiz tehlikedeyiz. Hasankeyf, Allianoi, Sulukule, Bartın, Akkuyu, Gerze, Sinop, Pierre Loti, Kaz Dağları, Eşme, Tortum, Kütahya, Rize, Tozkoparan, Artvin, Munzur ve İstanbul... Liste uzayıp gidiyor.

Yazının başlığındaki soruyu yanıtlamak, yeşil politikayı yakından izlemeyenler için zor olabilir. Kültürel ve doğal çevre bu kadar büyük tehdit altındayken Yeşiller Partisi'nin büyümesi, önemli muhalif güçlerden birisi olması gerekmez miydi? Evet gerekirdi. Dünyada yeşil partiler oylarını arttırırken ya da politik yelpazedeki konumlarını pekiştirirken Türkiye'de neden tersi oldu? Siz bu satırları okuduğunuzda Türkiye'nin siyasi tarihindeki ikinci 'yeşil parti' de politik arenadan silinmiş olacak. Benim de kurucuları arasında bulunduğum ama şimdilerde tanımakta zorlandığım Yeşiller Partisi'nin mevcut yönetimi, Eşitlik ve Demokrasi Partisi'ne (EDP) katılma kararını resmen ilan edecek. Politika propagandasız olmaz. Partideki arkadaşlar bu 'katılma' işini birleşme adıyla anarak ve olayı Yeşiller ile Sosyalistlerin birleşmesi gibi lanse ederek propaganda çalışması yapıyorlar. Kazın ayağı öyle değil tabi, dost acı söylermiş; söyleyelim. İşin doğrusunu, neredelerde hata yapıldığını özetlemeye çalışayım. Bunları konuşalım ki, ileride bir başka yeşil siyasi hareket filizlendiğinde bu hataları tekrarlamayalım.

ROTASYON İLKESİ LAFTA KALDI

Dört yıl önce 50'ye yakın kişi tarafından kurulan Yeşiller Partisi, bu dört yıl boyunca üye sayısını ancak 300'lere getirebildi. Bu üyelerin çoğu aktif değil. Gözlemim, üyeliklerin birçoğunun partinin büyümesinden çok parti içi seçim aritmetiğinin istenildiği gibi çalışması için, arkadaş çevresinden gerçekleştirildiği yönünde. Partiye üye olan birinin partide hiç gözükmemesi, parti içi tartışmalara e-postayla bile katılmaması başka nasıl yorumlanabilir bilemiyorum. Öyle ki, partinin EDP'ye katılması konusunda yapılan kritik oylamaya bile sadece 63 kişi katıldı. Muhalifler oylamaya gelmedi çünkü yeşiller için olmazsa olmaz bir kural olan parti içi demokrasi çoktan rafa kaldırılmıştı. Partinin kendini feshedip başka bir partiye katılması konusunda konsensüs (uzlaşma) aranmadı. Bahsettiğimiz 1.000 kişi olsa bu iş zor ama 50-60 kişiden bahsediyoruz. Yeşiller, konsensüs ilkesini uygulamayı bile düşünmezse, dillerinden düşürmedikleri doğrudan demokrasi kavramına kim inanır, kim bu yüzden Yeşiller Partisi'ne oy verir? Aslında beni, kurucusu olduğum partiden soğutan ilk hadise, partinin kurulmasından birkaç gün önce bir eş sözcü adayı tarafından başlatılan kulis çalışmasıydı. 50 kişinin oy vereceği seçimler için kulis yapmak, rotasyon ve eş sözcü gibi 'tek adamcılığı' önleyecek kavramların politik hayata geçmesinde önemli bir rol üstlenen yeşil hareket için tehlike çanlarının çaldığı ilk andı. Rotasyon ilkesinin daha sonra bir tüzük değişikliğiyle delinmesi bu nedenle beni şaşırtmadı ama üzdü tabii.

GİZLİ "YETMEZ AMA EVET"ÇİLER

Bunlar Yeşiller Partisi'nin sonunu hazırlayan, kendi söylemleriyle çeliştiği ilkesel hatalarından birkaçı. Üzerine pratikte yapılan bazı hatalar da eklendi. Karısının başından aşağı dışkısını boşaltan Sevan Nişanyan'ın yazılarına son verilmesi için kadın örgütlerinin baskılarını yanıtsız bırakan Agos'tan bu olaydan hemen sonra partiye konuşmacı çağrılması ve 'yeşil kadınların' buna sessiz kalması korkunçtu. Kyoto Protokolü'nün imzalanması halinde Türkiye'nin otoyol dahi yapamayacağı savı (Türkiye Kyoto'yu imzaladı ve binlerce km. uzunluğunda otoyol yapıyor), nükleer enerji konusunda yapılan yanlış açıklamalar, pratikte yapılan hatalara iyi birer örnek. Bu hatalar Yeşiller Partisi'ni şekillendirecek kadın, çevre ve ekoloji hareketlerinin partiye mesafeli durmasına yol açtı. Halk oylaması (referandum) sürecinde partinin “hayır” diyememesi de bir başka kırılma noktası oldu. Halk oylamasında değiştirilmesi istenen tüm maddelere karşı çıkılmasına rağmen, parti içindeki yetmez ama evetçilerin hissedilir baskısıyla, “hepsine hayır ama boykot” gibi garip bir karar alan Yeşiller Partisi, bir yandan da eş sözcüleri vasıtasıyla evetçi kanadın etkinliklerinde boy gösterdi. Halk oylamasından önce, başta HES'ler olmak üzere, onlarca çevreyle ilgili davanın Danıştay'dan döndüğü, yargının çevre konusunda verdiği birçok kararın doğa lehine sonuçlandığı gerçeği Yeşiller tarafından görmezden gelindi. Halk oylaması sonrasında yaşanan değişikliklerden sonra, Anayasa Mahkemesi Başkanı, “Nükleer santral projesinin yürütmesi durdurulur mu” sorusuna, “Durdur, durdur nereye kadar. Durduruyorsun da ne oluyor” diye yanıt veriyorsa bunda halk oylamasında 'evet' tercihini kullananların payı büyüktür. O gün 'evet' deyip bugün pişman olmadıklarını söyleyenlerinse çok daha büyük. Yeşiller Partisi'nin hata yaptığını belirten bir basın açıklaması yapması gerekirdi. Yargıdaki bu değişimden etkilenen yüzlerce çevre davası olduğunu düşünürsek, bugün EDP'ye katılma kararı veren ve son dört yıl Yeşiller Partisi'nin yönetiminde görev almış bu ekibin; Türkiye'de deresine, dağına, ovasına ve ormanlarına sahip çıkmaya çalışan çevreciler tarafından pek sevilmeyeceğini tahmin etmek zor değil. O yüzden de kurulacak yeni partinin artık yeşil hareketi temsil etme şansının çok zor olduğunu düşünüyorum. En fazla adı ve logosu yeşil olabilir.

YÖNETİM BAŞARISIZLIĞINI GİZLİYOR

Yeşiller Partisi böylece ikinci kez Türkiye'de siyaset sahnesine veda ediyor. Bugün partiyi EDP'ye katılmaya iten nedenin bir büyüme isteği değil, yönetimin başarısızlığını örtme girişimi olarak algılanması çok daha doğru olur. Türkiye'nin dört bir yanında onlarca çevre mücadelesi sürerken Yeşiller Partisi'nin bu mücadelelerin neredeyse hiçbiriyle kalıcı bir bağ kuramaması üzücü. Bırakın itici güç olmayı, bir birleştiren rolü bile üstlenemedi. 1988 yılında kurulan ilk Yeşiller Partisi tam tersi bir örgütlenme süreci yürütmüştü. Hep üstten, bilen kişi edasıyla halka bu işin nasıl olacağını anlatmaya çalışmak yerine, Anadolu'nun dört bir köşesinde süren ekoloji mücadelelerini dinlemek, onlardan ve onlarla beraber bu işi öğrenmek lazım. Yedi yaşına kadar gördüğü doğayı bir ömür boyu anlatan Âşık Veysel'in hissettiği gibi hissetmek gerekiyor. Yaşam hakkını savunmak, mücadelesini vermek bir hobi ya da iş değil, hayatın ta kendisi. İşte biz buna yeşil politika diyoruz.

Çöpten eski parçaları toplayıp nükleer santrale yeniymiş gibi sattılar

Özgür Gürbüz-Birgün/10 Haziran 2011

Greenpeace Kori Nükleer Santrali'ndeki tehlikeyi işaret ediyor



Nükleer santralin tehlikeleri denince herkesin aklına büyük kazalar gelir. Aslında Çernobil, Üç Mil Adası ve Fukuşima kazaları nükleer tehlikeyi anlatmaya yetmez, asıl risk detaylarda gizlidir. Nükleer enerjinin kirli tarihine baktığınızda, onlarca minik 'kaza'yla ya da 'hadise'yle karşılaşırsınız. Nükleer lobi bu hadiseleri pek önemsemez ama dikkatli bakıldığında her biri, nükleer enerji santrallerinin iddia edildiği gibi dünyanın en ileri güvenlik önlemlerine sahip fabrikaları olmadığını bize anlatır. İşlerin anlatıldığı gibi tıkır tıkır yürümediğini görürsünüz. Karşılaşılan teknik sorunlar, insan hataları ve güvenlik zaafları hayatlarımız üzerine nasıl bir kumar oynandığını olanca çıplaklığıyla ortaya koyar.

Dünyada nükleer enerjide ısrar eden sayılı ülkelerden Güney Kore'de birkaç hafta önce yaşananlar atomspor taraftarlarının görmek istemediği, basında yer almaması için ellerinden geleni yaptığı hadiselerden biri. Olay, ülkenin en eski nükleer santrali Kori'de geçiyor. Skandal, kayıtlara adı “Hwang” diye geçen Güney Kore'li işadamının Kori nükleer santraline kusurlu parça satması. Üç yıl hapse mahkum edilen Hwang, 2008 yılından bugüne dek tam üç kez kullanılmış parçaları temizleyip boyadıktan sonra nükleer santrale yeniden satmış. Bu işten 2 milyon 600 bin ABD Doları kazanmış. İşin daha da ilginç tarafı, Hwang'ın bu parçaları nükleer santralin çöplüğünden, santral çalışanı bir işçi aracılığıyla alıyor olması. Santralde eskiyen parça çöpe gidiyor, çöpe giden parçaları işçi Hwang'a getiriyor ve Hwang o parçaları boyuyor, cilalıyor ve yeniymiş gibi santrale geri satıyor. Dört yılda üç kez nükleer santralin tüm güvenlik denetimlerini geçmeyi başarmış! Parçaları çalan kişi de bu işin ortaya çıkmasıyla yakayı ele vermiş, ona da üç yıl ceza vermişler. Hakim, bu olayın santralin güvenliği konusunda ciddi endişe duyulmasına neden olacağını söylemiş. Hatırlayın, benzer bir skandal Mersin'e nükleer santral kurmak isteyen Rosatom firması'nın alt şirketi Zio-Podolsk'ta da yaşanmıştı. 4 Mart 2012 tarihinde Birgün'de, “Mersin’e yapılmak istenen nükleer santral “dandik” olabilir mi?” başlığıyla onu da yazmıştık.

Tahmin edersiniz, bu Güney Kore'deki ilk 'hadise' değil. Yaklaşık bir buçuk ay önce yine Kori'de bir başka skandal ortaya çıktı. Santralde yapılan incelemede, bir Güney Kore firması tarafından üretilen parçaların, yasadışı yollardan elde edilmiş Fransız teknolojisi temel alınarak üretildiği ortaya çıktı. Merdiven altı üretim diyeceğim nükleerci dostlar kızacak. Bu defa kızdırmayalım 'atomsporu' sonra yazının devamını okumuyorlar. Halbuki yazının devamında Şubat ayında Kore'de meydana gelen bir başka 'hadise' var; bitmiyor yani.

GÜNEY KORE'DE TEHLİKE ÇANLARI
Tarih 9 Şubat, saat sabah 8:30. Kori'deki 1 numaralı reaktör bakım için kapatılmış. Çoğu kimse bilmez ama nükleer reaktörler dışarıdan aldıkları elektrikle çalıştırılır, bir anlamda dışa bağımlıdır. Kori-1 reaktörü de elektrik almak için üç ayrı noktadan şebekeye bağlıymış ancak beslendiği iki noktada bakım çalışmaları olduğundan kazanın olduğu sırada tek kaynaktan elektrik alıyormuş. Çalışanlardan birinin hatasıyla son şebeke bağlantısından alınan elektrik de kesilmiş. Reaktör, güvenlik fonksiyonları ve soğutma sistemini çalıştıracak elektrik olmadan tam 12 dakika boyunca öyle kalakalmış. Bu gibi acil durumlarda nükleer reaktörlerde dizel jeneratörlerin devreye girmesi beklenir. Kori santralinde de aynen öyle yapmışlar; beklemişler. Beklemişler ama dizel jeneratör de çalışmamış. İşçilerin gayretiyle 12 dakika sonra şebeke bağlantısı yeniden sağlanmış ve büyük bir kazanın ucundan dönülmüş. Soğutma suyu sıcaklığı bu süre içerisinde 36 dereceden 58'e çıkmış. Atık havuzunda ise 21 derecelik ısı artışı yaşanmış. Reaktör bakımda olmasaydı bu 12 dakika, bir başka nükleer felaketle sonuçlanabilirdi. Santralin yöneticisi olayı ülkedeki düzenleyici kuruluşa bir ay sonra, 12 Mart 2012'de bildirmiş. Zahmet etmiş tabi. O saatten sonra santrale giden denetçilerin bir şey bulamayacağı ortada. Santralin sahibi Kore Hidroelektrik ve Nükleer Enerji şirketi, KEPCO adlı Güney Kore'li nükleer devin bir alt kuruluşu. KEPCO mu kim? KEPCO da bizim hükümetin Sinop'a nükleer santral yapması için adeta yalvardığı firma!

DEMOKRASİ MESELESİ
Şu kısacık ömrümde duyduğum, okuduğum bu ve benzeri nükleer kazaları anlatmaya kalksam herhalde ömrüm yetmez. Anlat anlat bitmez. En iyisi ben size bu öykülerden çıkarılacak hisseyi, dersi anlatayım. Ders şu: Ne kadar çok demokrasiniz varsa o kadar az nükleer santraliniz olur. Bugün nükleer santral yapımında ciddi bir şekilde ısrar eden ülkelerin sayısı iki elin parmağını geçmez. Rusya, Çin, Hindistan, Pakistan, Ukrayna ve Güney Kore. Hepsinin ortak özelliği, şeffaflığın, halkın katılımının ve sivil toplumun hükümeti denetleyecek mekanizmalara erişiminin sınırlı olması. Nükleer enerji şirketlerinin devlet elinde olması, kontrolün de yine devlete bağlı kuruluşlarca yapılması halkın hiçbir şeyden haberi olmamasına neden oluyor. Bu ülkelerde halk kolay kolay sokağa çıkamaz, medya denetim altındadır. Nükleer endüstrinin medyayı Japonya'da nasıl kontrol altında tuttuğu Fukuşima sonrası ortaya çıktı. Eski başbakan Naoto Kan bile Fukuşima'daki santrali yöneten şirketi hükümetine bilgi vermemekle suçlamadı mı?

AYILANA NÜKLEER BAYILANA GAZOZ
Türkiye'de demokrasinin ne kadar geri olduğu AKP hükümetinin nükleer enerji konusundaki tutumundan anlaşılabilir. Dört yıllığına iktidara getirilen bir hükümetin halkın 240 bin yıllık geleceğine (nükleer atıklardan bazılarının radyoaktif kalma süresi) ipotek koyacak kararlar alıyor. Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın son açıklaması ise müthiş. 2023'e kadar 23 nükleer reaktör yapmak istediklerini söylemiş. Kusura bakmayın ama 11 yılda 23 reaktör yapamazsınız. Yer lisanslarını, zemin etütlerini hesaba katmasanız bile bir reaktörün inşası en iyi ihtimalle 6-8 yıl sürer. Her birinin gücü 1000 MW olsa, ABD Enerji Enformasyon İdaresi'nin iyimser tahminiyle bile yine bir reaktör 5-6 milyar dolara mal olur. Peşin paranız varsa tabi. Bunun bir de faizi var. 200 milyar dolar civarı bir paradan bahsediyoruz. Ne o miktarda kredi, ne de aynı anda 23 reaktörü inşa edecek kapasiteye sahip firmaları bulabilirsiniz. Hükümet nükleer santral kurmayı gazoz fabrikası inşa etmek sanıyor herhalde. Ayılana bir tane, bayılana bir tane. Sinop'a üç tane, Mersin'e dört tane. Aman efendim Yozgat da gelmiş, bir de oraya kuralım...

***
Nükleer Karşıtı Platform 16 Haziran'da Mersin'de büyük bir kongre düzenliyor. Nükleere dur demek için herkesi kongreye katılmaya çağırıyor. Ayrıntılı bilgi: www.nukleerkarsitiplatform.org

Başbakanın gündeminden bize ne?

Özgür Gürbüz-Birgün/3 Haziran 2012 

Bir ülkede halkın gündemiyle o ülkeyi yönetenlerin gündemi birbirinden bu kadar farklı olur mu? Normalde olmaz ama burası normal bir ülke değil. Bu ülkede yaşayan herkes bu gerçeğin artık farkında. Poşu taktığı için 11 yıl hapis cezasına çarptırılan Cihan’dan, kitap yazdığı, haber yaptığı için hapse atılan gazetecilerden dolayı bu ülkenin normal olmadığını artık herkes biliyor. Bu nedenle birinci amacımız ülkenin 'normalleşmesini' sağlamak olmalı. Normalin tanımını yapmak zor. Kabaca ve kısaca söylersek, çoğunluğun azınlığı ezmediği, adil bir gelir dağılımının sağlandığı, doğrudan demokrasinin hakim kılındığı, bireysel özgürlüklerin ve ekolojik dengenin gözetildiği bir demokrasi benim için normal kabul edilebilir. Bunu kim yapacak? Hükümet, yani iktidar. Peki, ya o da 'normal' değilse ve buna yanaşmazsa ne olur?

Halk, ülkenin normalleşmesinin önündeki en büyük engelin mevcut hükümet olduğunun farkında. Referandum oyunuyla kandırıldığının, demokrasi söylemiyle otoriter bir rejimin her gün yerleştiğini görüyor. Seçim barajının yüksekliğinden, “kaldıracağız” deyip sahip çıkılan YÖK’ten, biber gazından ve özel yetkili mahkemelerinden bu memleketin 'özel' bir yer olduğu ortada. Özel ama normal değil. Bu anormalliğin sürdürülmesi için, elindeki siyasi gücü sonuna kadar kullanan bir iktidar, hükümet var. Bu politik taktiğin ve anormalleşme ideolojisinin sözcülüğünü de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yapıyor. Bir ülkenin normalleşmesinin, diğer birçok normal ülkede olduğu gibi geçim derdini, çevre sorunlarını, kadın sorunlarını, işsizliği, yolsuzluğu, trafiği, sağlık ve eğitim gibi konuları gündeme getireceğini bilen hükümet, gündemi değiştirmek için elinden geleni yapıyor. Bunu da Başbakan’ın eliyle gerçekleştiriyor.

Roboski (Uludere) diyorsun, kürtaj diyor.
HES istemiyoruz diyorsun, eşkıya oluyorsun.
Ekrana çık tartışalım diyecek olsan, usta çırak aynı yerde tartışmaz diyor.
Öğretmenler işsiz diyorsun, “ah o kredi kuruluşları yok mu” diye yanıtlıyor.
Çiftçinin hali ne olacak diye soruyorsun, ananı da alıp gitmen emrediliyor.
Nükleer, termik olmasın, hepimiz kanser olduk diyorsun, Başbakan bir şey demiyor çünkü o sıralarda Libya’yı ve Suriye’yi kurtarmakla(!) meşgul, muhtemelen yurt dışında.
Gezi dönüşü toptan söylüyor söyleyeceğini...

Durum bu. Durum bu ama çözüm ne? Çözüm basit, hükümeti ve sözcüsünü dinlememek. Bırakın istediği kadar konuşsun, yapacak bir şey yok. Benim artık Başbakan’ın normalleşeceğine dair bir inancım kalmadı. İlk iş “twitter”da kendisini izlemekten vazgeçtim, televizyon ve radyolarda da karşıma çıkarsa kanalı çeviriveriyorum. Hayatımdan çıktı mı, hayır çıkmadı tabi. Başında olduğu hükümet yaptığı yasalarla özgürlükleri kısıtlamaya devam ediyor ve edecek. Asıl sorun bu değil. Başbakan’ı dinlerseniz, ona ulaşmaya çalışır, mesajlarınızı iletmek için gayret gösterirseniz bir şeyin değişeceğine inanıyor musunuz? Değiştiğine dair elinizde kaç örnek var? Bir, sıfır?

Ortada bir diyalog yok, monolog var. Ben de bu monologu dinlemekten vazgeçtim artık. Sorunları Erdoğan ve onun etkisinden kurtulamadığı sürece AKP üzerinden çözme şansı kalmadı. Kürtler için de, dindarlar için de, memur ve öğretmenler, çevreciler ve kadınlar için de durum aynı. Başbakan artık başka bir gezegende yaşıyor, halktan uzaklaştı. Stadlarda ona sevgi gösterisinde bulunanlara aldanmayın, bu ülke Cem Uzan’ı, Menderes’i, Demirel’i ve Özal’ı da “ölümüne” sevmişti. Ayaklarına gelen otobüslere binip mitinglere gitmek hiçbir şeyin göstergesi değil. Menderes asılırken sokaklarda kimse yoktu, Cem Uzan sürgünde yaşıyor. Özal ve Demirel’i hatırlayanların sayısı gün geçtikçe azalıyor.

Anormalleşen bir ülkenin başbakanına normal ülkelerde kullandığınız iletişim kanallarıyla ulaşamazsınız. Onu güçsüzleştirmek istiyorsanız, onu dinlemeyi, konuşmayı ve eleştirmeyi bırakmanız gerekir. Bir politikacı için bu an ölümünün ilanıdır. Kontrolünde isterse tüm medya kanaları olsun, kanallar o konuşmaya başlayınca bir bir kapanıyorsa etki gücü de sıfıra iner. Onun haberlerini yapan gazeteler alınmazsa bütün nutuklar boşa gider. Ne zaman o sizin gündeminize, sorduğunuz sorulara yanıt verir, o zaman dinlersiniz. Ne zaman kaybettiği politik cesaretini kazanır, muhalefetin karşısına, açık oturumlara, televizyonlara, gerçek gazetecilerin karşısına çıkar, soruları yanıtlar; o zaman kendisine kulak verirsiniz. Karşıda rakip olmayınca kürsüden atıp tutmak kolay. Sizin, yani halkın gündemini kendi gündemi olarak kabul etmiyorsa, tek çözüm meclis aritmetiğini değiştirmektir. Sizin sorduğunuz sorulara hükümet yanıt verene, hükümet yetkilileri sizinle eşit şartlarda tartışmayı kabul edene kadar bu böyle sürmek zorunda.

Tarif ettiğim boykot hayata geçirilebilirse sonuç verir. Kontrolünde olmayan medya bunu hep birlikte yapabilir mi; emin değilim. Birçok yazarın kendi gündemi, ütopyası, hayal ettiği bir dünyası yok. Çoğu, hükümetten biri bir şey söylese de üzerine bir yazı yazsam diye bekliyor. Yazdıkları konular sınırlı ama her gün yazmak zorundalar. Böyle olunca tekrarlara ve polemiklere muhtaçlar. Bu medyanın sorunu. Okuyucu tarafı da kendini aşmak zorunda. Birçoğu iradesini alım gücüyle birleştiremiyor. Medyadan şikayet ediyor ama parasını yine gidip ana akım gazetelere veriyor, malum kanalları izliyor. Termik santral yapan şirkete kızıyor ama iki sokak ötede, o şirketin mallarını satmayan bakkala gitmeye üşeniyor. Konuşarak dünya değişseydi keşke ama olmuyor. Konformist yanımız ideallerimizin hep önüne geçiyor.