Evren Paşa'ya da radyasyonlu çay içirmişler!

Çernobil Faciası'ndan Sonra Çankaya'dan Analize Gönderilen Çay da Temiz Değildi!

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 26 Nisan - 3 Mayıs 2007

Ukrayna'daki Çernobil Santralı'nda 1986'da meydana gelen tarihin en büyük nükleer kazasının Türkiye'deki etkileri çok tartışılmıştı. Dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral ise çay içip "Dinine, imanına inanan radyasyon var, demez" demişti. 21 yıl sonra ortaya çıktı ki; Bakan Aral'ın açıklamasından on gün sonra Çankaya Köşkü'nden gönderilen çay, ODTÜ Kimya Bölümü Nükleer Laboratuarları'nda analiz edilmiş ve kilogram başına 5600 bekarel (aktivite dozu) radyasyon bulunmuş.

Tarihin en büyük nükleer kazası olarak nitelendirilen Çernobil kazasının Türkiye'yi etkileyip etkilemediği yıllardır tartışılıyor. Çernobil'deki 4 numaralı reaktörün patlaması sonucu Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombalarının 100 katı kadar radyasyon havaya karıştı, radyoaktif bulutlar rüzgârların da etkisiyle Güney Afrika'ya kadar ulaştı. Yağan yağmurlar, Karadeniz ve Edirne'de bulutları yere indirdi. Radyasyonun en çok süt, çay ve fındık üzerinde etkili olduğu belirtilirken radyasyonlu çayların ne yapıldığı uzun yıllar polemik konusu oldu.

Çayda radyasyon olup olmadığı sadece sade vatandaşın merak ettiği bir konu değil. 21 yıl önce dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren bile, içtiği çayları analiz ettirmiş. Üstelik ODTÜ'de Prof. Dr. Namık Aras, Doç. Dr. Ali Gökmen ve Doç Dr. İnci Gökmen tarafından yapılan analizler sonucunda cumhurbaşkanlığından gönderilen çayların da radyasyonlu olduğu ortaya çıktı. İşin ilginç yanı analiz yapılmadan önce yetkililerin kamuoyuna yaptığı açıklamalar. Dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, 24 Haziran 1986'da Günaydın Gazetesi'ne "Dinine, imanına inanan radyasyon var, demez" derken, 13 Aralık 1986'da Cumhuriyet Gazetesi'ne, "Çaydaki radyasyon tehlikesiz" açıklamasını yapmıştı. Ancak Aral'a inanmayanların başında dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren gelmiş olmalı ki, bu açıklamadan on gün sonra, 23 Aralık 1986'da köşkten gönderilen bir şoför elindeki çay dolu şişeyi analiz edilmesi için ODTÜ Kimya Bölümü nükleer laboratuvarlarına teslim etti. Analiz sonucu gönderilen numunede kilogram başına 5600 bekarel radyasyona rastlandı. ODTÜ'de o tarihte doçent olan İnci Gökmen, Olcay Birgül ve Aykut Kence, daha önce yaptıkları analizlerde çaylarda kilogram başına ortalama 10 bin 300 bekarel radyasyona rastlamıştı. Bu rakam bazı Çay Çiçeği marka çaylarda 36 bin 800'e kadar çıkıyordu. Eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in çayıysa diğer örneklere kıyasla daha az radyasyona sahip olsa da temiz değildi.

Kazadan hemen sonra ölçüm yapılmadı!

Cahit Aral, kazadan sonra krizi kontrol etmek için kurulan Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi'nin açıklama yapmaya yetkili tek kişisiydi. Komitenin amaçlarından biri, ölçüm sonuçlarını iç ve dış kamuoyuna duyurmak, "özellikle de ihracatımız ve ülkemize yönelik dış turizm üzerinde olumsuz sonuçlara yol açabilecek tesir ve izlenimleri bertaraf etmek" olarak belirtilmişti. Çaydaki radyasyonla ilgili çelişkili açıklamaların ardında aslında bu "hassasiyet" yatıyordu. Analizleri yapan ODTÜ Kimya Bölümü'nden Prof. Dr. İnci Gökmen ise şimdi Yeni Aktüel'e, çayda radyasyon olup olmadığına ilişkin ölçümlere aslında kazadan hemen sonra başlamadıklarını, yurtdışına ihraç edilen çayların bazı ülkelerden geri gönderilmesi sonucunda başladıklarını söylüyor. Yani Türkiye'deki çaylarda radyasyon olup olmadığına ilişkin araştırma Çernobil kazasından yaklaşık sekiz ay sonra başladı. Nitekim Greenpeace de 1996'da yayımlanan raporunda "geç kalındığını" vurgulamıştı. Rektörlüğe teslim edilen ilk raporun basına sızmasıysa öğretim üyelerinin rektör Prof. Dr. Mehmet Gönlübol tarafından "Başka işlerle uğraşsanız daha iyi olur" uyarısıyla karşılaşmasına neden oldu. Daha sonra Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Ahmed Yüksel Özemre de Gönlübol'a sert bir mektup yazarak bu çalışmayı eleştirdi. ODTÜ'nün bu ölçümleri yapabilecek olanaklara sahip olmadığını öne süren Özemre, "Hatalı deney sonuçlarının gazete aracılığıyla kamuoyuna duyurulmasında bilimsellikten öte başka amaçların gerçekleştirilmek istendiği anlaşılmaktadır" diyordu. Özemre, açıklamanın hamile kadınlarda panik yaratabileceğini de öne sürüyordu. Çünkü raporda, hamile kadınlar ve çocukların çay tüketimlerini azaltmaları salık verilmişti. Ayrıca, çayın demlenmeden önce sıcak suyla yıkanmasının da radyoaktiviteyi yarı yarıya azaltacağına dikkat çekilmiş ve piyasaya sürülen radyoaktif çayların toplatılıp imha edilmesi gerektiği belirtilmişti. Tüm bunlar, hükümetin o zamana kadar "tehlike yok" şeklinde yaptığı açıklamalarla çelişince tartışma da alevlenmişti.

22 saat boyunca tartıştılar
ODTÜ Biyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Aykut Kence, TAEK'i kızdıran raporu aslında TAEK'e verilmesi için hazırladıklarını, çünkü YÖK'ün emrine göre bu konularda demeç vermenin, araştırma yapmanın yasak olduğunu söylüyor. "Üniversitede çalışmalarımızı yapıyorduk ama bu rapor Hürriyet'te çıkınca sorunlar yaşamaya başladık" diyen Kence, daha sonra Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi'ne çağrıldıklarını, 22 saat süren ve yaklaşık 20 kişinin katıldığı bir toplantı yapıldığını anlatıyor. Kence, "Çekmece'deki tartışma sabah başladı. Biz oraya, ölçümleri tekrarlamamız söylenecek diye gittik, ama bize ölçümlerin doğru olduğunu belirterek 'ama insan sağlığı üzerindeki etkilerini tartışalım' dediler. 22 saat onu tartıştık. İnsan sağlığı üzerinde ciddi tehdit olmadığı yönünde değişiklik yapmamızı istediler. Savımızın ve rapordaki uyarıların doğru olduğu konusunda diretince toplantı 22 saat sonra bitti. Ben hâlâ savımızın doğru olduğunu düşünüyorum" diyor.

Türkiye etkilendi
Prof. Dr. İnci Gökmen, yüzlerce çay üzerinde ölçüm yaptıklarını ve özellikle iyi kaliteli çaylarda yüksek seviyede radyasyon tespit ettiklerini belirtiyor. Normalde hiç olmaması gerekirken, bu çaylarda kilogram başına 30-40 bin bekarele ulaşan rakamlarla karşılaşmışlar. Gökmen, daha sonra bazı paketlerdeki tarihlerinin değiştirildiğini fark ettiklerini belirtiyor ve nadiren temiz çayların geldiğini de ekliyor. İnsanların kendilerine çaylarını analiz için getirdiklerini belirten Gökmen, bazı insanların yüksek rakamlar bulunduğunda çaylarını “bakkala geri veririm, temizlikçi kadına hediye ederim” diyerek almak istediklerini anlatıyor. Gökmen, “Yaptığımız deneyler, çayın ılık suyla çalkalanması sonucunda radyoaktivitenin yüzde 60'ından kurtulunmasının mümkün olduğunu gösterdi” diyor. Bu rapor basına yansıyana kadar rahat çalıştıklarını belirten Gökmen, raporu kimin basına sızdırdığını ise hala öğrenemediğini söylüyor. TAEK'in 2005 yılında yaptığı, Türkiye radyasyondan etkilenmedi açıklamasının doğru olmadığını belirten Gökmen, “Türkiye maalesef etkilendi. Radyasyonda doz önemli ancak etkilenen kişi sayısı daha önemli. Sırf çaydan dolayı bile Türkiye'de etkilenen kişi sayısı oldukça fazla. Bir kişiye yüksek doz verirseniz öldürürsünüz, ama çok kişiye az doz vermek daha çok kişiyi etkilemek demek. Türkiye Çernobil'den etkilenmemiş demek bu konuyu biraz hafife almak gibi geliyor bana” diyor. Gökmen, Karadeniz'dekilerin aldığı dozun sadece çaydan kaynaklanmadığını, oradaki insanların besin dışında su ve topraktaki çevre dozuna da maruz kaldığına dikkat çekiyor.

“Mutasyonlar Meydana Gelecek”
Prof. Dr. Aykut Kence
ODTÜ Biyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi.


Sadece çay içmekle alınan ve kişi başına düşen doz 52-100 miliremdi. Bir insanın alabileceği dozun bir alt sınırı yok. . Çayların tamamen imha edilmesi gerekirdi, temiz çaylarla harmanlanıp dağıtılması yanlıştı. Çünkü bir insanın belirli bir dozu bir yılda ya da iki yılda alması, oluşacak mutasyonlar açısından sonucu değiştirmiyordu.( Şöyle bir yaklaşım da var: Bu doz bir insanın yılda bir ya da iki göğüs filmi çektirmesiyle alacağı dozdur deniliyor. İngiltere’de araştırıcılar herkesin yılda bir göğüs filmi çektirmesiyle toplumun alacağı kollektif doz ve bu dozdan kaynaklanan genetik zararı hesaplıyabiliyorlar).

Sadece çay değil, suya, toprağa da karıştı. İnsanlar çok yüksek doz aldı ama ne kadarı kanser oldu bilemem, şu insanlar radyasyondan dolayı, şunlar ise başka bir nedenle kanser oldu demek mümkün değil.. Benim asıl ilgilendiğim konu, bu çayı tüm Türkiye'deki insanlara içirterek herkesi gereksiz yere radyasyona maruz bırakmaktı. Bunun sonucunda mutasyonlar meydana gelecek. Bağışıklık sistemi zayıflayabilir, alerjiler ortaya çıkabilir. Çok değişik genler var, bu genlerin hepsi mutasyona uğrayabilir. Hangi genin değişeceğini tahmin edemeyiz ama böyle bir değişikliğin olacağı kesin. Her türlü karakterimizi genler etkiliyor.. Çok zeki ya da az zeki olmak ya da nezleye, gribe karşı bağışıklığımızın derecesi hep genlere bağlı. Kanser bir kuşak sonra biter ama kaza nedeniyle ortaya çıkan radyasyonu tüm Türkiye'ye yayıp mutasyona yol açmak bir cinayettir.

Çernobil Kazasının Tarihçesi

26 Nisan 1986
Saat 23:00
Çernobil Nükleer Santralı’ndaki 4 numaralı ünitede soğutma sistemi denenmeye başladı.

Saat: 23:40
Acil durumda santrali kapatacak sistem çalışmadı.

23:44
Reaktör kontrolden çıktı ve patladı.

26 Nisan – 4 Mayıs 1986
Reaktörün içindeki radyasyonun büyük bir bölümü ilk 10 gün içerisinde doğaya karıştı. İlk günlerde rüzgar kuzeye doğru esmesine rağmen daha sonra güneye doğru yön değiştirdi. Sık ama bölgesel yağmurlar da buna eklenince radyasyona bulaşmış alanlar bölgesel ve yerel farklılıklar gösterdi.

27 Nisan – 5 Mayıs 1986
Bu tarihler arasında 1800 adet helikopter kurşun ve kumdan oluşan 5 bin tonluk bir maddeyi reaktördeki yangını söndürmek için kullandı.

27 Nisan 1986
3 km. uzaktaki Pripyat Kasabası’nda yaşayan 16 bini çocuk 45 bin kişi tahliye edildi.

28 Nisan 1986
Sovyetler Birliği Haber Ajansı Tass ilk kez kazayı ve kayıplar olduğunu dünyaya duyurdu.

29 Nisan 1986
Çernobil’de “en yüksek düzeyde” bir kaza olduğu ilk kez Alman basınına yansıdı.

27 Nisan - 5 Mayıs 1986
Bu süre içinde reaktöre 30 km. uzaklıktaki alanda bulunan 130 bin kişi tahliye edildi.

23 Mayıs 1986
Sovyet yetkilileri halka iyot tabletleri dağıtılmasına karar verdi ancak radyoaktif iyot ilk 10 gün içinde etkisini gösterdiğinden bu geç kalınmış hamle kirlenmiş bölgede yaşayan binlerce insanın tiroid kanseri olmasını engelleyemedi.

15 Kasım 1986
Reaktörün üstünü örten “lahit” tamamlandı.

1989
İkinci tahliye dönemi başladı. Belarus, Ukrayna ve Rusya’da bulunan 100 bin insan daha köylerini terk etmek zorunda kaldı.

11 Kasım 1996
Rusya Belarus ve Ukrayna’da tiroid kanseri vakalarındaki artış 1980’lere göre yüzde 200 arttı. Dünya Sağlık Örgütü, bu üç ülkede 4 milyon insanın bu kazadan etkilendiğini belirtti. Bu tarihlerde üç ülkede halen yaklaşık 1 milyon kişi Çernobil kazası ile ilgili tedavi görüyordu.

5 Temuz 2000
Diğer ülkeler tarafından, Ukrayna’ya reaktörün üzerini kaplayacak ikinci bir koruma duvarı için 715 milyon dolar verildi.

12 Mayıs 2005
Aynı ülkeler, koruma duvarı için 49 milyon euro daha bağışladı. Toplam rakamın bu zamana kadar 1 milyar 91 milyon dolar olduğu belirtiliyordu.

3 Ağustos 2005
Ukrayna’ya 2000 yılında kapatılan Çernobil santralindeki atıklarla başetmesi için bir başka uluslar arası bağış organizasyonu yapıldı ve 7 milyon dolar daha bağışlandı.

30 Ağustos 2005
Kazadan 19 yıl sonra radyoaktif kirlenmede azalma tespit edildi. Ukrayna hükümeti 2 bin 800 kilometre karelik bir alanı yeniden yerleşime açtı.

26 Nisan 2007
Hala santrali cevreleyen 30 kilometrekarelik bir alana girmek yasak. Bu alanın dışında kalan bölgelerde de çok az sayıda insan yaşıyor.

Türkiye’de Çernobil’in Tarihçesi

30 Nisan 1986
Türkiye’nin Karadeniz kıyılarında ve Trakya bölgesinde radyasyon düzeylerinde yükselme görüldü.

1-4 Mayıs 1986
Trakya’da yağan etkili yağışlarla havadaki radyokatif bulutların toprakla teması hızlandı. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) da sütteki radyasyonun Avrupa’da belirlenen sınır değerlerden yüksek olduğunu belirledi.

2 Mayıs 1986 ve sonrası
Başta Doğu Karadeniz Bölgesi olmak üzere radyokatif bulutlar hemen hemen tüm ülkede etkili oldu. TAEK en yüksek dozun Batı Karadeniz kıyısındaki Karasu’da bulunduğunu belirtiyor.

14 Mayıs 1986
Zamanın Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu, Başbakanlığa yazdığı gizli damgalı mektupla Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi’nin (TRGK) kurulmasını ister. Sanayi Bakanı Cahit Aral, açıklama yapmaya yetkili tek kişidir.

29 Mayıs 1986
TRGK ilk toplantısını yapar. Katılımcılardan TAEK Başkanı Prof. Ahmed Yüksel Özemre, “Türkiye’de radyasyon doğal düzeydedir” der.

28 Ağustos 1986
14 Ağustos 1986’da Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın YÖK’e yolladığı mektup, 28 Ağustos’ta tüm üniversitelere gönderilir. TRGK’nın bilgisi dışında radyasyonla ilgili yapılacak tüm yayınlar yasaklanır.

17 Eylül 1986
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Doğu Karadeniz Bölgesi’nde gelen bütün fındıkların Fiskobirlik tarafından alınacağını ve bölgeden çıkarılmayacağına dair basın açıklmaası yaptı. Buna rağmen Fiskobirlik fındık alımını durdurdu. 5 bin işçi işsiz kaldı, 41 fabrika kapatıldı.

1994
Çernobil kazasından 8 yıl sonra ”Türkiye’nin Karadeniz Kıyılarında Çernobil Radyoakivitesi” adlı raporu hazırlayan ODTÜ Kimya Bölümü’nden İnci G. Gökmen, M. Akgöz ve A. Gökmen, 1994’te, 10 yıl sonra yaptıkları ölçümlerde sezyum aktivitesini, 1986’da TAEK tarafından yapılan ölçümlere göre daha yüksek bulduklarını açıklar.

1-2 Mayıs 2004
Önce Prof. Dr. Ahmed Yuksel Özemre sonra Çay-Kur eski Genel Müdürü Tuncer Ergüven radyasyonlu çayların bir bölümün yakıldığını yıllar sonra söyledi. Ergüven, özel sektöre ait olan fabrikalardaki radyasyonlu çayların büyük bir bölümünün de piyasaya sürüldüğünü belirtti.

5 Eylül 2005
TAEK, nükleer santral inşasının gündeme gelmesiyle yeniden alevlenen Çernobil tartışmalarıyla ilgili bir basın açıklaması yapmış, Türkiye genelinde ortalama olarak alınan dozun, uluslararası kuruluşlarca öngörülen sınırlarının altında kaldığını açıklamıştır. 1986 yılında Türkiye'nin “ekonomik ve sosyal faktörleri dikkate alarak mümkün olan en düşük dozun alınmasını sağladığını" da öne sürmüştür.

12 Nisan 2006
Türkiye Tabipler Birliği, Hopa’da yaptığı araştırma. sonucu ilçede son 3 yılda meydana gelen ölümlerin yüzde 47,9'unun nedeninin kanser olduğunun belirlendiğini açıkladı.

Çernobil'in kazasının sonuçları

· Yaklaşık 800 bin kişinin “tasfiyeci” olarak temizlik çalışmalarına katıldığı sanılıyor. Sovyetler Birliği dağılmadan önce açıklanan tek resmi bilgi 25 bin tasfiyecinin öldüğünü doğruluyordu. Diğerleri hakkında hala kesin bir bilgi yok.

· 7 milyon kişinin kazadan etkilendiği bildiriliyor. Bunlardan 400 bini başka bölgelerde yaşamak üzere tahliye edildi.

· En mütevazi akamlar üç ülkede 146 bin km2 lik bir alanın radyoaktif kirlenmeye maruz kaldığını belirtiyor. Bu, İtalya'nın yarısı kadar bir alana denk düşüyor. Yine, 52 bin km2'lik, Danimarka büyüklüğünde bir tarımsal alanın kirlendiği belirtiliyor.

· Belarus’un Gomel bölgesinde, 1986 ve 2000 yılları arasında, doğum oranı %44 oranında azalırken ölüm oranı %60’ın üzerine çıktı ve doğal nüfus gelişimi +%8 ‘den -%5’e düştü.

· 1970 ve 2001 yılları arasında Beyaz Rusya’da tiroid kanserindeki ortalama artış oranı erkeklerde 9’a, kadınlar arasında da 20’ye katlandı.

AB küresel ısınmayı durdurmak için hedeflerini belirledi

Küresel ısınma Türkiye'de olduğu gibi tüm dünyada da en çok konuşulan ve tartışılan konuların başında geliyor. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, geçen ay Paris'teki toplantısında son yüz yıldaki artışın 0,74 C'ye ulaştığını belirtmiş, kutup bölgelerinde yaşanan ısınmanın da 125 bin yıldır görülmemiş bir sıcaklık artışını ortaya koyduğunu belirtmişti.

Özgür Gürbüz - Atlas Dergisi (web) / Nisan 2007

Sevinsek mi üzülsek mi bilemiyorum ama sıcaklık arttıkça tartışmaların harareti de artıyor ve küresel ısınmayı durdurmak için alınan önlemler de çıta yükseliyor. Mart ayında yapılan toplantıda AB'ye üye 27 ülke sıkı pazarlıklar sonucunda Kyoto Protokolü'nü de gölgede bırakan bir hedefte uzlaştılar ve seragazı emisyonlarını 1990 seviyesinin yüzde 20 altına indirmeye karar verdiler. Bilindiği gibi Kyoto Protokolü, 2008-2012 arasındaki ilk dönemde sadece yüzde 5,2'lik bir indirimi hedefliyor. AB üyeleri, bu hedefe ulaşmak için izlenecek yolda da anlaşmaya vardı. 2020 yılına kadar tüketilen enerjinin yüzde 20'si yenilenebilir enerji kaynaklarından yani rüzgârdan, güneşten, küçük su santrallerinden sağlanacak, birçok ev ve işyerinde verimli ampuller (kompakt floresanlar) Edison Amca'nın hediyesi ampullerin yerlerini alacak. Daha çok izalasyon ve daha çok toplu taşımacılık anlamına gelen bu tedbirlerin alınmasında ülkeler kendi tercihlerini kendileri belirleyecek. Bu hedeflerin zorunlu olması küresel ısınmayı durdurmaya çalışanları sevindirse de nükleer enerjiyi çözümlerin arasına katmaya çalışan Fransa ve zorunlu hedeflerin kendi enerji politikalarını etkileyeceğini düşünen bazı Doğu Avrupa ülkeleri ise çok memnun görünmediler. Polonya ve Slovakya bu hedeflere ulaşmak için paralarının olmadığından yakındılar ve adeta Türkiye'nin Kyoto'ya imza atıp ardından onaylamasına karşı çıkan bizdeki muhaliflere göz kırptılar. (Bir ayrıntı tartışmalarda gözden kaçırılıyor. Örneğin ABD ve Avustralya Kyoto'ya imza attı ancak taraf olmayı reddetti. ABD Başkanı George Bush'un başa gelmesinin bunda büyük payı olduğu düşünülüyor. Yine yanlış bilinen bir bilgi de Çin'in Kyoto'ya taraf olmadığı. Çin, Kyoto'ya taraf ancak ilk dönem için seragazı azaltma yükümlülüğü yok)

Kararı memnuniyetle karşılayanlar arasında BM Sekreteri Ban Ki-moon, bu kararın iş dünyasının daha ileri teknolojiler bulması için yatırım yapmasına yol açacağını söyleyerek mutluluğunu dile getirirdi. Bilim insanlarının konsensusu olan 2020'ye kadar yüzde 30 indirimin şart olduğunu söyleyen bazı çevreci kuruluşlar ise temkinliydi. Associated Press tarafından aktarılan Almanya Başbakanı Merkel'in sözleri ise gayet ilginçti. Merkel, herkesin hemen evindeki eski ampulleri çöpe atmasından bahsetmiyoruz ama dışarıdaki seçenekleri düşünmeye başlamasını istiyoruz dedi ve evindeki ampullerin birçoğunun verimli ampul olduğunu dikkat çekti. Merkel, 'Çok parlak değiller, halının üzerine bir şey düşürdüğümde bazen bulmakta zorlanıyorum' demeyi de ihmal etmedi.

Kyoto'yu imzalasak da mı saklasak, imzalamasak da mı saklasak tartışması
Türkiye Yeşilleri'nin başlattığı imza kampanyası 2 ay içinde 100 bin imzayı hedefliyordu ancak daha ilk ay içerisinde sayı 150 bini geçince ortalık biraz karıştı. Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe'nin önderliğinde bazı akademisyenler ve bürokratlar Türkiye'nin Kyoto'ya taraf olması halinde büyük maddi zarara uğrayacağını söylüyor. Osman Pepe 20 milyar dolarlık yatırım gerek diyor ama bu hesabın nasıl yapıldığını bilen yok. Çünkü Türkiye'nin Kyoto Protokolü'ne nasıl imza atacağı aslında bilinmezliğini koruyor. Bu konuda doyurucu bir açıklama da Enerji Ekonomisi Derneği'nden (EED) geldi. Bilindiği gibi, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (İDÇS) Ek-I listesinde yer alan gelişmiş ülkeler, Kyoto Protokolü'nde seragazlarını indirmek zorunda olanların listelendiği Ek-B listesinin de temelini oluşturuyor. EED, 1997 yılında imzaya açılan ve 16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe giren Protokol'e bugün itibarı ile 165 ülkenin taraf olduğunu belirtiyor ve Türkiye'nin durumunu şöyle açıklıyor: 'Türkiye, BMİDÇS'si Ek-I listesinde bulunmakla birlikte, Kyoto Protokolü Ek-B listesinde yer almamaktadır. Ayrıca, 2001 yılında BMİDÇS 7.Taraflar Konferansı'nda (COP7) alınan karara göre, Türkiye'nin Ek-I de yer alan diğer ülkelerden farklı bir durumda bulunduğu kabul edilmiş ve taraf ülkeler Türkiye'nin özel koşullarını tanımaya davet edilmiştir'. EED, Türkiye'nin Kyoto'ya yükümlülük almadan taraf olmasının, 'Temiz Kalkınma Mekanizması' gibi mekanizmalar sayesinde Türkiye için avantajlı olacağını da belirtiyor. Kısacası Türkiye'nin durumu ancak imza atmaya kara verdiğinde yapılan pazarlıklar sonucunda karar verecek ve ancak 2012 sonrası hayata geçecek ikinci döneme yetişecek gibi gözüküyor. AB'nin protokole taraf olma zorunluluğu getirdiği de düşünülürse sorumluluğumuzu yerine getirmek için harekete geçmek inkar etmekten daha akıllı bir girişim olacağa benzer. Kaldı ki; petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtlar yerine rüzgar, güneş gibi yerli kaynakları kullanma dillerden düşmeyen dışa bağımlılığa da çare olacak. Su kaynaklarına sahip çıkmanın, daha az tüketmenin, daha az atık çıkarmanın ve orman alanlarına villa yapmamanın, otoyollarda onlarca insanın ölmesini seyretmek yerine trenlerle seyahat etmeyi öğrenmenin Türkiye'ye zarar vereceğini söyleyenleri anlamak açıkçası biraz zor.

Karbon borsası, karaborsaya mı dönüştü?
Emisyon ticareti olarak da adlandırdığımız karbon borsası Kyoto Protokolü'nün en çok tartışılan yöntemlerinden biri olmaya devam ediyor. Her zaman çok eleştirilen 'kirleten öder' ilkesini esas alan bu yöntem sonucu firmalar kendilerine ayrılan kotaları aşmamak için kotaların altında kalan diğer firmaların borsaya sunduğu hisseleri alarak hesaplarını düzeltiyor. Protokol gereği yükümlülük altında olmayan firmalar da aynı işlemi bir sosyal sorumluluk projesi olarak yapmaya başladılar. Ne de olsa küresel ısınmaya duyarlı olmak artık çok moda! Yalnız iş yine çığırından çıkmışa benziyor. 10 Mart'taki sayısında New Scientist'in verdiği örnek dehşet verici. Avustralya'nın Brisbane kentinde düzenlenen geleneksel nehir festivalinde Australya Hava Kuvvetleri'nden bir jet uçağı, kutlamaya renk katmak için yakıtının büyük bir bölümünü gökyüzüne bırakıp ardından yakarak aşağıdakilere oldukça sıcak bir gösteri yapmış. Festivali organize edenler çok düşünceli olduğu için, saniyeler süren gösteride ortaya çıkan 68 ton eşdeğeri karbondioksiti emecek 300 adet fidanı toprakla buluşturduklarını bildirmişler. Ağaçların kaç yılda bu kadar karbondioksiti emeceği ise pek düşünülmemiş anlaşılan.Bu örnekten yola çıkan New Scientist, özellikle ucuz olduğu için tercih edilen ağaç dikme gibi yöntemlerle atmosfere salınan karbondioksitin emilmesini öngören bu metodun ne kadar işe yaradığını tartışmaya açıyor. Özellikle Kyoto kapsamında olmayan ve bunu sosyal sorumluluk altında yapan firmaların bir pazar yarattığına dikkat çekilen makalede, 30 kadar aracı firmanın bu hisseleri internet üzerinden sattığına dikkat çekiyor. Açıkçası çevre için işlemiş olduğunuz günahlarınızı bir tuşa basarak silmek ne kadar etik, ciddi bir tartışma konusu. Merak edenler için söyleyelim, bu firmaların sattıkları CO2 'in ton fiyatı 7,5 pound ile 165 pound arasında değişiyor. Bazı ağaçlar zor büyüyor anlaşılan.
Karbon Borsası Her yıl 50 bin ton CO2 salımı yapan bir firmaya 45 bin tonluk bir limit konulduğunu düşünün. Bu firma, yıl sonunda CO2 salımlarını 40 binde tutmayı başarırsa, satabileceği 5 bin ton karbon hissesine sahip oluyor. Limit aşımında ise diğer kuruluşlardan bu hisseleri satın almak zorunda. Temiz karbon hisselerinin çokluğu ve azlığı da fiyatı belirliyor.

Nasıl Çalışıyor?
AB'nin 2012 yılına kadar, 1990 yılındaki emisyonlarını yüzde 8 azaltması için her üye ülkenin üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmesi gerekiyor. Her üyenin hedefi farklı ama amaç aynı; yüzde 8'lik ortalamayı yakalamak. Örneğin, Avusturya yüzde 8, Danimarka ve Almanya yüzde 21 azaltma hedefiyle yola çıkarken; Portekiz yüzde 27, Yunanistan yüzde 25 ve İrlanda 90 seviyesine göre artışlarını yüzde 13'ün üstüne çıkarmamak zorundalar. Tüm bu sınırlamalarla bağlantılı olarak, ülkelerin salabileceği miktarlar da belirlenmiş oluyor. İşlemlerin kolaylaştırılması için tüm sera gazları CO2 cinsinden hesaplanıyor ve karbon dioksit eşdeğeri olarak adlandırılıyor. Daha sonra her ülke, emisyon ticaretine dahil olan firmalarını ve onların kotalarını belirliyor. Bu kota normal koşullar altında atmosfere salınacak sera gazlarının daha altında bir rakam olarak belirleniyor. Firmalar bu sınırı aşmamak için ya teknolojilerini ya da üretim yöntemlerini değiştirmek zorunda kalıyorlar. Bir diğer seçenek ise kotalarının üstünde kalan her birim karbonu pazardan satın almak. Eğer bunu yapmazsanız bir cezası da var tabii. 2008'e kadar ton başına 40 Avro ödemek zorundasınız. 2008'den sonra bu rakam 100 Avro'ya çıkacak.

Enerjide karbon gömme yöntemiyle kömüre dönüş

Artan enerji talebi, Ukrayna kriziyle yüzünü gösteren Gazprom İmparatorluğu ve herkesin korkulu rüyası küresel ısınma Avrupa’yı harekete geçirdi. Uzmanlar hem artan talebi karşılayacak, hem küresel ısınmayı yavaşlatacak ve hem de enerji güvenliğini sağlayacak mucizevi formülün peşine düştüler.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 3 Şubat 2007

İngiltere’nin güneyinde, kameralarla korunan, sanki konuşulanları kimsenin duymaması için etrafında tarla ve ağaçlardan başka bir şey barındırmayan eski bir malikane kapılarını Avrupa’nın dört bir yanından gelen 51 katılımcıya açtı. İçeri giren üst düzey bürokratlar, büyük şirketlerin ve sivil toplum örgütlerinin temsilcileri ile akademisyenler 3 gün boyunca Avrupa’nın enerji güvenliği sorununu tartışmak üzere bu malikaneye adeta hapsedildi.
Çözüm için enerji verimliliğinden başka bir uzlaşma ortaya çıkmasa da enerji güvenliği tartışmalarında Avrupa’nın Rusya’ya olan bağımlılığı, küresel ısınma konusunda Çin ve Hindistan’ın da Amerika gibi bir tehdit haline gelmesi, nükleer enerjide ise İran’la bütünleştirilen nükleer silahların yayılması sonucu ortak sorunlar olarak dile getirildi. Bütün bu sorunlar ayrı ayrı başlıklar altında masaya yatırıldı ve çözüm önerileri tartışıldı.

En temel sorun yüksek talep artışı
Uluslararası Enerji Ajansı (UEA) 2006 yılında hazırladığı World Energy Outlook raporunda, 2004 yılında 11 milyar 204 milyon TEP (Ton edeğeri petrol) olan enerji talebinin 2030’da 17 milyar tonu geçeceğini belirtmişti. Bunun Çincesi, her hafta açılışı yapılan bir kömür santrali. 2004’te 1 milyar TEP olan Çin’in talebi 2030’da 2 milyarı geçecek. Dünyanın toplam talebinin yaklaşık dokuzda biri Çin’den gelecek. Hindistan’ın enerji talebi de benzer bir artış hızıyla 1 milyar 100 milyon TEP’i geçecek. Çin’de elektrik üretiminde kömürün payı yüzde 61, Hindistan’da ise yüzde 70 olacak. İşte sadece bu iki ülkenin artışları bile küresel ısınmayı durdurma konusunda elini taşın altına koymuş Avrupa’nın canını sıkmaya yetiyor. Üstüne kişi başına düşen emisyonları Çin’den fazla olan Avustralya ve ABD’yi de eklerseniz Avrupa yatağa bile düşebilir.

Gazprom imparatorluğu
Bunun üstüne kendi talep artışları ve giderek artan oranda tek bir ülkeye, Rusya’ya, olan bağımlılıkları ise toplantıda da tartışmalara yol açıyor. Bundan 15 yıl sonra hemen hemen her tür enerji formatında AB dışarıya el açmak zorunda kalacak. Aslan payı halihazırda Avrupa’nın gaz tedarikinin yüzde 27’sini sağlayan Rusya’da olacağa benziyor. Aslında Rusya yıllardır Avrupa’ya gaz sağlıyor ve geçen yıl meydana gelen Ukrayna krizi dışında ciddi bir krizde yaşanmamış. Artan talebi karşılayarak daha çok kar etmek isteyen Ruslar daha çok petrol ve gaz çıkarmak için yatırım yapmak istiyor. Yatırımları garantilemek için de Avrupa’dan uzun dönemli alım anlaşmalarına imza atmalarını.

Avrupa ise bu kaynaklara kendi firmalarının ulaşmasını sağlayacak bir serbest piyasa oluşturulmasını istiyor. Bu sayede sermaye sahibi Avrupa firmaları işin başında olacak ve Gazprom’un tekeli kırılacak. Yemek ve kahve molalarında Rusya ve AB temsilcilerinin masadan birbirlerine öfkelenerek hiddetle kalktığını görmek oldukça şaşırtıcı. AB, Gazprom’dan daha ucuz gaz ve liberal piyasa koşullarında ticaret istiyor. Son yıllardaki en iyi ekonomik dönemlere imza atan Rusya ise bu başarının ardında yatan enerji kaynaklarının kontrolünü Rus şirketlerde tutmakta ve ucuz fiyata gaz satmamakta kararlı. Rusya ürettiği gazın üçte birini, petrolün ise üçte ikisini dışarıya satıyor. Bir konuşmacının da belirttiği gibi Rusya’nın tekelci kimliğinden çok Avrupa’yı rahatsız eden onun kontrol edilemeyecek kadar güçlü bir ülke olması belki de. Kimse, Suudi Arabistan’ın petrol tekelinden rahatsız görünmüyor örneğin.

Talebi karşılayacak yeterli kaynak var mı?
Talebi karşılayacak kaynak var mı? Bu sorunun yanıtı evet ama kullanmaya kalkarsanız insan yaşamının devam edip edemeyeceği bir tartışma konusu. Bilinen petrol rezervleri için 40, doğalgaz için 67, kömür içinse 160 yıl ömür biçiliyor. Yalnız talebi tüm bu fosil yakıtlarla karşılarsanız 2020’de 1990 yılına göre en az yüzde 30, 2050’de ise yüzde 80 azaltılması gereken seragazları tavan yapıyor. Küresel ısınma yüzünden fosil yakıtları kullanmak mümkün gözükmüyor ancak özellikle büyük enerji şirketlerinin desteklediği bir formül her şeyi değiştirebilir. Karbon gömme (Carbon sequestration) teknolojisi ile gaz ve petrol yatakları küresel ısınmaya yol açan CO2 ile doldurulacak. Örneğin çıkarılan doğalgazın içindeki karbondioksit ayrıştırılarak atmosfere bırakılmadan yeraltına verilecek. Ek maliyet gerektiren bu işlemin kısa zamanda hayata geçeceği konusunda uzmanlar hemfikir gibi gözüküyor.
Bu tekniğin gerçekleşmesi Ocak 2005'te başlayan ve 14 milyar euroluk işlem hacmini bulan karbon borsasında temiz karbon hisselerinin göstereceği performansa bağlı. Bunun için, 4 eurolara kadar düşmüş olan karbondioksitin tonunun 20-25 eurolara ulaşması gerek. O zaman firmalar, atmosfere saldıkları karbondioksit miktarını kendilerine verilen kotalara çekmek için karbon borsası aracılığıyla temiz hisse almayacak. Bunun yerine daha ucuza malolacak karbon gömme teknolojisine geçecekler. Durumun ümitsizliğinden olsa gerek birkaç yıl önce bu yönteme kuşkuyla bakan çevrecilerin de sesi pek duyulmuyor artık. Özellikle kömür yataklarını tekrar ön plana çıkarmak isteyen ABD’de bu konuda ciddi hazırlıklar var. Bir katılımcıya göre, bu teknoloji gelişirse 2050’ye kadar 5000 Terevatsaat elektrik kömür santrallerinden elde edilebilir.

Enerji verimliliği şart
Karbon gömme teknolojisine olan ilgiye bakıp çözümün yine fosil yakıtlarda yattığını sanmak aslında bir yanılgı olur. Karbon gömme yöntemi hayata geçirilirse birçok ülke başta kendi kömür kaynaklarını kullanarak dışa bağımlılığı azaltacak ve sera gazı salımı yapmayacak. Toplantıdaki gerçek konsensus enerjinin daha verimli kullanılması yönündeydi. Hemen hemen her konuşmacı birinci öncelik olarak enerji verimliliğinden bahsetti. Bu alanda üç farklı oyuncuya görev düşüyor. Yasalarla verimliliği artıracak, enerji yoğunluğunu azaltacak siyasi otoriteler, bu konuda acilen bilinçlenmesi ve elini taşın altına koyması gereken halk ve enerji verimli teknolojileri üreterek kar etmeyi öğrenecek bir endüstri. Yenilenebilir enerji kaynakları da talep artışını karşılamak için kullanılacak ve prim yapmaya devam edecek. Zaten toplantıda en az itirazın olduğu konulardan biri de buydu. AB birkaç ay önceyi çıtayı yeniden yükselterek yenilenebilir enerji kaynaklarının payını 2020’de yüzde 20’ye çıkarmayı kendine hedef koydu.

Fosil yakıtlar
Birçok gelişmiş ülkede seragazlarını düşürmede ve dışa bağımlılıkta petrol büyük rol oynuyor. Fiyattaki dalgalanmalar da herkesi derinden etkiliyor. ABD’de yıllar sonra petrol tüketimi azalmış. Tüm ülkelerde hibrid arabalar ön plana çıkıyor. Arazi araçlarını ise daha fazla vergiler bekliyor. Tüm bunlara rağmen ulaşım kaynaklı sera gazlarını düşürmek en zor iş gibi gözüküyor. Gaz ısınmada da kullanıldığı için ayrı bir yerde duruyor ancak elektrik üretiminde kömür ile birlikte kaderleri hem karbon gömme teknolojisindeki hem de yenilenebilir enerji kaynaklarında ki maliyetlere bağlı. Gaz depoloma ise garanti açısından gerekli ama pahalı bir seçenek olarak değerlendiriliyor. Tankerlerle istenilen bölgeye götürülebildiği için LNG‘nin yıldızı da parlayacak. Tek bir boru hattından tek bir ülkeye bağlı Avrupa bu yolla, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dan da gaz sağlamayı umuyor. Yine de enerji verimliliğiyle talep artışı düşürülemezse çevresel sorunlardan savaşlara kadar birçok problemin ortaya çıkacağını toplantının sonuçları arasına kaydetmek lazım.

Nükleer enerji geri dönecek mi?
Fosil yakıtlara göre daha az karbondioksit ürettiği için Avrupa’da yeniden hararetle tartışılmaya başlanan nükleer enerji konusu toplantının en çok farklı görüşe sahip tartışmalarından biri oldu. Nükleer enerjinin, Üç Mil Adası ve Çernobil kazalarından sonra gözden düştüğünü belirten bir katılımcı, yaşlanan nükleer santraller sayesinde kurulu nükleer gücün düşüşe geçtiğini belirtti. Yeni santraller yapılmaz, Belçika, Almanya ve İsveç gibi ülkeler kapatma kararlarını değiştirmezlerse 2015’te 400 gigavatı bulacak kurulu güç 2035’te 100 gigavata kadar inebilir. Asya’dan gelep talep sinyalleri bu düşüşü yukarıya doğru çıkartmaya tek başına yetmeyecek gibi görünüyor. Avrupa 15’te hala Finlandiya ve Fransa dışında nükleere sıcak bakan ülke olmaması, Amerika’nın kömüre yönelmesi endüstriyi düşündürüyor. Nükleer seçeneği tekrar gündeme getiren Tony Blair’in ülkesinde bile milletvekillerinin yüzde 36’sı nükleeri desteklerken yüzde 41’i karşı görüşte. Nükleer enerji taraftarı bir katılımcıya göre nükleer atıklar, yüksek ilk yatırım maliyeti, IV. jenerasyon reaktörler, kamuoyu baskısı, terör tehlikesi ve küresel ısınmanın ne kadar ciddiye alınacağı konularındaki gelişmeler nükleerin geleceğini belirleyecek.

Wilton Park Konferansları
Tarihi 1946 yılına dayanan Wilton Park konferansları, Londra’dan güneye, Brighton’a inen yolda 16. yüzyıldan kalma bir malikanede yapılıyor. II. Dünya Savaşı sonrasında Winston Chuchill’in, biraz da Almanya deneyiminden yola çıkarak, Avrupa’da demokrasiyi geliştirmek için ortaya attığı bir fikir olarak doğdu. Proje Wilton Park adındaki bir malikanede hayat buldu. 1948 yılında Dışişleri Bakanlığı altında akademik olarak bağımsız olarak faaliyetlerini sürdürmeye başlayan Wilton Park, 1951 yılından bu yana “Batı Sussex”deki yeni evi olan Wiston House’da her yıl onlarca toplantıya ev sahipliği yapmakta. Katılımcıların büyük bir çoğunluğu dışişleri ve diğer bakanlık temsilcilerinden oluşuyor. Akademisyenler, iş dünyasından üst düzey temsilciler, sivil toplum örgütleri, milletvekilleri ve az sayıda medya mensubu da toplantılara katılabiliyor.

Chatham House kuralları geçerli

Wilton Park toplantılarında, aksi belirtilmediği takdirde tüm konuşmacıların kimlikleri oda içerisinde kalıyor. Katılımcılar buradaki bilgileri istedikleri gibi paylaşabiliyorlar ancak bilginin kaynağını, alıntı yaptıkları kişinin ismini söyleme hakları yok. 1920 yılında benzer amaçlarla kurulan ve uluslararası sorunların tartışıldığı “Chatham House”dan ismini alarak “Chatham House Kuralları” olarak bilinen bu yapı sayesinde katılımcılar, daha rahat görüşlerini dile getirebiliyor ve tartışmalar daha büyük bir açıklıkla yapılabiliyor.

Jonathan Stern
Oxford Enerji Araştırmaları Enstitüsü, Gaz Bölümü Direktörü
Hazar gazının Türkiye'den Avrupa’ya gelmesi çok zor

Hazar gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya gelmesi uzun dönemde 2010’lı yılların sonunda gerçekleşebilecek. Bu aslında oldukça eski bir fikir ve gerçekleşmesi çok zor. Birinci neden anahtar ülke olarak düşünülen İran’ın konumu. Artık birçok kişi İran’ın güvenli bir tedarikçi olmadığını düşünüyor. İranlılar da gazı, boru hatlarıyla satmak yerine LNG olarak satmayı planlıyor. Kazakistan ve Türkmenistan gibi ülkeler de gazı Rusya’ya ve ondan da karlısı Çin’e ihraç ederek daha fazla kar elde edebiliyorlar. Kısaca Hazar’dan gelecek ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşacak olan gazın rekabet şansı çok az. Ayrıca enerji güvenliği anlamında bu ülkelerin Rusya’dan daha güvenli olacakları konusu da belirsizliğini koruyor.
Avrupa probleminin giderek artan oranda dışa bağımlı olmak olduğunu sanıyor. Asıl problem dışa bağımlı olduğunuz ülkelerle Avrupa’nın ilişkisi. İyi politik ilişkileriniz yoksa iyi enerji ilişkileriniz de olamaz. Biz giderek LNG dünyasına doğru ilerliyoruz. Eğer fiyat Amerika’da pahalıysa Kuzey Afrika’dan gaz alabileceksiniz. Avrupa’nın sıkıntısı boru hatlarıyla alabileceği gazın sadece Rusya’dan geliyor olması. Gelecek 10 yıl içinde buna rakip olabilecek tek yer Kuzey Afrika.

Keith Parker
Nükleer Endüstri Birliği CEO

Nükleerde rönesans yok ama ilgide bir canlanma var

Nükleer rönesans sanırım biraz fazla iddialı bir terim. Kuşkusuz nükleer enerjiye olan ilgide bir canlanma görülüyor. Üç Mil Adası kazasından sonra Amerika’da, Çernobil’den sonra ise İtalya, İsveç ve Almanya’nın da nükleerden vazgeçme kararlarıyla Avrupa’da nükleer enerji konusunda bir yavaşlama yaşandı ve durma noktasına geldi. 10 yıl önce de bir canlanmadan bahsetmek zordu. Şimdi ise iklim değişikliği ve enerji güvenliği sorunlarından ötürü insanlar nükleeri yeniden tartışıyor. Fransa ve Finlandiya dışında fazla sipariş görmediğimiz doğru. İngiltere’de de özel sektörün nükleer santral yapması ve sökümü üstlenmesi konuşuluyor. Daha önce liberal bir piyasada nükleer santral inşa edilmediği için zorluklar var. Küresel bakarsak Asya’da daha çok sipariş görebiliyoruz. Çin’de Westinghouse 4 yeni sipariş aldı. Ancak nükleerin Çin’de büyük bir rol oynayacağını düşünmüyorum çünkü çok miktarda hidroelektrik ve kömür kaynakları var.
Nükleer enerji için yönetmelikler çok önemli. İngiltere’den örnek verirsem; şu andaki tüm reaktörler kamu tarafından yapıldı. Uzun süren planlama işlemleri ve santraller inşa halindeyken bile değişen yönetmeliklerle karşılaşıldı. Bu nedenle devamlı ek işlerle karşılaşıldı. Özel sektör için riski daha aza indirecek yeni bir planlama süreci, yasalar ve nükleer atık konusu çok önemli. Atıkların idare edilmesi çok uzun yıllar gerektiriyor, firmalardan bu sorumluluğu alması beklenemez. Firmaların bu konuda yardımda bulunmaları önerilebilir. Maliyetler içinde atıkların payı %5 kadar ama bir sosyal sorun olduğu kesin. Halka bu konuda bir tazminat ödenebilir. Yeni jenerasyon reaktörlerin çabuk ve ucuza inşa edilmesi daha az atık üretmesi gerekecek. Artık nükleer enerjinin maliyetini daha net anlaşıldığını düşünüyorum. Koskoca bir ilk yatırım maliyeti var. Eğer inşa sırasında problemler, bir gecikme yaşanırsa maliyetler ciddi şekilde artabilir. Bu yüzden planlama ve lisanslama gibi aşamalara çok önem verilmeli ki bu sırada bir duraklama yaşanmasın. Yatırımcılar pazar koşullarını net bir biçimde görmezlerse ya da karbon gömme gibi teknikler hayata geçerse başka kaynaklar arasında bir ticari seçim yapacaklar. Yakıt maliyeti nükleerin maliyeti içinde küçük bir paya sahip. Uranyum fiyatları arttı ama yapılan hesaplar eski madenlerin de çalıştırılması halinde günümüzdeki kapasiteye 40 ila 60 yıl kadar yetecek.
İran’ın neden nükleer enerji programına sahip olmak istediği üzerine büyük şüpheler var. İran buna hakkı olduğunu söylüyor, Batı için de biz de var ama sen yapamazsın demek zor. Bu büyük bir güvenlik ve politik sorunu. Tartışma ve diplomasının rol oynaması gerektiğini düşünüyorum. İran’ın üstüne giden yönetimlerin sonuç vereceğini düşünmüyorum. Nükleer silah probleminin uluslararası güvenlik usulleriyle halledilmemesi halinde nükleer enerjinin gelişmesinin önünde de problem olacağını düşünüyorum.

Yurdakul Yiğitgüden
Enerji Bakanlığı eski Müsteşarı - Danışman
Türkiye enerji köprüsü olma yolunda hız kesmemeli

Türkiye Avrupa Birliği’ne tam üyelik müzakereleri yapması ve İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması’na imza atmış olması nedeniyle iklim değişikliği konusunda alınan tedbirlerde ortak olma veya ilerisi için hazırlanmakla yükümlü. Aslında Türkiye neler yapılacağına dair, örneğin enerji verimliliği gibi bazı işaretler verdi. Ama artık hedefler belirleyip bu hedeflere nasıl ulaşılacağını belirten politikaları belirlemek gerekiyor. Bu konferansta da belirtildiği gibi hükümetler piyasaların nasıl işleyeceğini belirten çerçeveleri belirlemekle yükümlü ancak piyasaya müdahale etmemeliler. Bizde piyasa ekonomisine geçişte bir yavaşlama yaşandı. Elektrik fiyatlarını yukarıdan önlemlerle biryerlerde tutma anlayışı ileride mutlaka bazı sorunlar doğurur. Burada arz güvenliği tartışmalarında konuşulan en önemli sorun Avrupa’nın tek bir ağızdan konuşamaması sorunu. AB içinde konuyla ilgili farklı komisyon ve birimler var, ortak bir politika belirlenmesi konusu
Türkiye üzerinden boru hatlarının Avrupa’ya ulaşması için son birkaç yılda AB’den büyük destek geldi. 90’lı yılların sonunda böyle bir destek yoktu. Türkiye biz Avrupa’nın enerji köprüsüyüz derken bunun gereklerini de yerine getirmeli. Hazar’dan Türkiye’ye gelecek gaz konusunda liderliği üstlenmek ve pazarlıkları sürdürmek zorunda. Hiç kimse BTC sürecinde Türkiye’nin “ağır abi”yi oynayarak hedefe ulaştığını sanmasın. Türkiye’nin geçiş ülkesi olma konusunda çabalarını hızlandırması gerekir. Türkiye’ye ümit bağlamış yabancı kuruluşlarda son aylarda bu momentumun kaybedilmesi sonucu doğan bir ümitsizlik var.