Yeni çevre yasası Türkiye'yi kurtarır mı?

Özgür Gürbüz – Analiz / 28 Nisan 2006

İskenderun'da batan atık dolu gemi, Dilovası'nda Türkiye ortalamasını üçe katlayan kanser vakaları ve Tuzla'da bulunan variller, 11 yıldır bekleyen Çevre Kanunu'nu Meclis gündemine getirdi. İlk bölümü salı günü yasalaşan kanun hayata geçtiğinde, Tuzla benzeri bir olayda 3 milyon YTL'ye kadar ceza kesilebilecek. Bazı suçlar hapis cezasıyla bile cezalandırılabilecek. 2004 yılında Çevre Kanunu'na muhalefet ettikleri gerekçesiyle Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından kesilen cezaların toplamının 6 milyon 305 bin YTL olduğu göz önüne alındığında bu yasanın caydırıcı olmayacağını söylemek zor. Ama bu yasa Türkiye'nin atık sorununa kökten bir çözüm getirecek mi, bu tartışılır.

Cezaların yükseltilmesi, "açgözlü sanayicilerin" gözlerini korkutacak ama fabrikalarından çıkacak atık sayısını azaltmayacak. Burada iki çözüm yolu var. Ya, daha az atık üreteceksiniz ve çıkan atık miktarını arıtım-geri dönüşümle azaltacaksınız ya da bertarafı için uygun teknolojilere sahip olacaksınız, ki bunun yanıtının İZAYDAŞ olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusu. Bu yasa, Türkiye'nin kalıcı ve kesin çizgilerle belirlenmiş bir atık politikası olmadıkça sanayici ile resmi makamları birbirine düşürme tehlikesine sahip. Nitekim, Sektörel Dernekler Federasyonu yaptığı açıklamada bu yatırımların rekabet güçlerini azaltacağını öne sürerek yasanın kendilerine danışılmadan çıkarıldığını söylüyor. Çevre kuruluşlarından ve CHP'den de itirazlar var. Temel sorun gidilecek yönün belirgin olmaması. Türkiye'nin çıkan tüm atıklarıyla baş edecek atık işleme geri dönüşüm kapasitesi yok. O zaman amaç daha az atık çıkarmak olmalı. Örneğin, yasayla beraber kullan-at teknolojisinden depozitolu cam şişe ve teneke kutulara geçiş gibi az atık çıkarmaya yönelik önlemler alınsa daha tutarlı bir politika izlenmiş olurdu. Atığını verecek yer bulamayan kuruluşa ceza kesmekle bu iş çözülecek mi; göreceğiz. Ayrıca bu cezaları kesebilecek bir alışkanlık ya da yetkin kadro olduğu da tartışılır. 2004 yılında Ardahan, Aksaray, Amasya, Artvin, Batman, Bayburt, Bingöl, Bitlis, Erzincan, Giresun, Gümüşhane, Hakkâri, Karabük, Kars, Kastamonu, Niğde ve Van'a hiç ceza kesilmemiş örneğin. Sizce bu illerde hiç çevre suçu işlenmedi mi?

20 yıl önce Karadeniz'i vuran hastalık: Çernobil

Özgür Gürbüz/20 Nisan 2006

Bundan 20 yıl önce tatil için gidebileceğiniz en kötü yer Minsk ya da Kiev'di. 28 Nisan 1986'da kazanın duyulmasıyla kendini Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği sınırları dışına atanlardan biri olan Catriona Munro, kaza olduğunda Minsk'te bir öğrenci pansiyonunun çatısında güneşleniyormuş. Haberi BBC Dünya Servisi'nden duymuş. İngiliz Havayolları kendisini Londra'ya getirmeden önce, Moskova'daki bir klinikte bazı testlerden geçirilmesini istemiş. Gayger cihazıyla ölçümler yapılmış; kan testi ve hatta kilosu ve boyu ölçülmüş. Londra'da kendisini ellerinde fotoğraf makinalarıyla gazeteciler ve ellerinde gayger cihazlarıyla Ulusal Radyoloji Kurulu üyeleri karşılamış.

Munro, radyasyondan korunmanın en iyi yolunun kaçmak olduğunu öğrendiğini söylüyor. Orada yaşayanlar için durumun daha acı olduğuna da değinen Munro, geride bıraktığı dostlarından birinden aldığı mesajı anlatıyor BBC'ye; "Sizin gidişinize gülmüştük ama şimdi benim çocuklarım devamlı hasta. Ormandan topladığımız mantarları yiyemiyor, gölde de yüzemiyoruz". (1)Bugün nükleer santralleri hala savunmaya çalışan insanlar için bunlar sadece birer masal. Kiev'den Trabzon'a, Minsk'den Londra'ya kadar uzanan kocaman bir alanda yaşayanlar içinse bir daha anımsamak istemedikleri bir karabasan. Özellikle de hala Beyaz Rusya, Ukrayna ve Rusya'da, tarihin en büyük endüstriyel felaketlerinden birinin olduğu bölgelerde yaşamak zorunda olanlar için alışmak zorunda oldukları yeni bir hayat. Öyle ki; her gün, güne başlamadan "acaba bugün kim kaybedecek" diye sorduğunuz bir hayat.

Yaşamlarının böylesine yokedildiğini, kazadan sonra uyarılmak yerine kazanın gizlenilmeye çalışıldığını haftalar sonra öğrenen bu insanlara ne olacağı, ya da kaç tanesinin sağlıklı bir yaşam sürdüreceğini kestirmek zor. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, Temmuz 2004'te yaptığı konuşmada, "Beyaz Rusya, Ukrayna ve Rusya Federasyonu'nda en azından 3 milyon çocuğun (Çernobil kazasına bağlı olarak) fiziksel tedavi görmesi gerekmektedir. Meydana gelen ciddi tıbbi durumdan etkilenenlerin tam sayısını, 2016'dan önce öğrenemeyeceğiz" demişti. (2) Tahminen aynı tarihlerde Türkiye'de, nükleer santrali savunan ve kazadan sadece yangını söndürmekte olan 31 itfaiyecinin öldüğünü söyleyen bir sözde bilim insanı bulmak hiç de zor olmazdı. Çernobil kazasının Türkiye ve dünyadaki bazı sözde bilim insanlarına "çevresel risk"ten, "sosyal maliyet"e kadar birçok şeyi öğretmesini beklerken, onlara öğrettikleri tek şeyin yalan söylemek olduğunu görmek de belki ikinci bir trajediydi.

Aradan geçen 20 yıla güvenen, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA), geçtiğimiz Eylül ayında Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) gibi başka kuruluşlarla beraber bir rapor hazırladı. O raporda da sadece 50 kişinin şu ana kadar direkt olarak kazanın neden olduğu radyasyondan öldüğünü yazdı. Halbuki DSÖ'nün hazırladığı bir başka raporda bu rakamın en az 8 bin olacağı, temizlik çalışmalarına katılanlardan 76 bininde yapılan bir çalışmada ise 216 kişinin ölmüş olduğunu söylenmişti. DSÖ'nün çalışmayı yaptığı yıl 1998, UAEA'nın raporunun tarihi ise 2005. Bu durumda, Nobel Barış Ödülü'ne layık görülen Muhammed el Baradey'in UAEA'sına göre 166 kişinin "hortlamış" olduğu resmi olarak tespit edilmiş oluyor. İşin daha da kötüsü, aynı kişinin, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması'nı taraf olmayan ve nükleer programını tamamen silah üretmek için oluşturan Hindistan'ın ABD tarafından nükleer teknoloji transferiyle ödüllendirmesini memnuniyetle karşılaması da bir başka rezaletti. Bu da çok açık olarak göstermektedir ki, Baradey ve UEAE, dünyada nükleer teknolojinin nasıl ve ne için kullanıldığıyla hiç ilgilenmemekte ama sadece satışların artmasına çabalamaktadırlar. Çernobil kazasından 20 yıl sonra dünyanın geldiği durum budur. Onların umudu, bugün 20 ila 30 yaşlarında olan gençlerin birçoğunun ne bu entrikalardan, ne de bize içirilen çaylardan, yedirilen fındıklardan haberdar olmamasıdır. Bizim umudumuz ise, bu kuşağa aktaracağımız ve tüm baskılara rağmen silinmeyen, sildirtmeyeceğimiz hafızamızdır.

Bugün Türkiye'ye böylesine riskli ve aynı zamanda pahalı bir elektrik üretme modelini satmaya çalışan ve onlara buradan yardım etmeye çalışanlar için, nükleer santrallerde kaza riski trafik kazasına maruz kalmaktan daha az. Riskin oranıyla riskin büyüklüğünü biribirine bilerek karıştıran bu zihniyetin görmezden gelmeye çalıştığı gerçek, Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisinin raporlarında şöyle özetlenmektedir: "18 yıl önce, Beyaz Rusya, Ukrayna ve Rusya'da yaklaşık 8.4 milyon insan radyasyona maruz kalmıştır. İtalya'nın yarısı kadar bir alan yaklaşık 150.000 km2 kirlenmiş ve yaklaşık 52.000 km2, Danimarka'dan biraz daha büyük tarımsal alan harab olmuştur. Yaklaşık 400 bin insan yeniden yerleşime tabi tutulmuş fakat mil-yonlarcası kalıntılardan yayılan olumsuz etkilere maruz kalan çevrede yaşamaya devam etmektedir. Şu anda, hemen hemen 6 milyon insan etkilenmiş alanlarda yaşamaya devam ediyor.

Çernobil felaketinden doğrudan etkilenen üç ülke, felaketin sürüp giden etkileriyle baş edebilmek için milyonlarca dolar harcamak zorunda kaldığından bölge ekonomileri durgunluğa girdi. Özellikle çocuklar arasında, kronik sağlık problemleri, kol gezmektedir." (3) En son Güney Afrika'daki Koeberg santralinin bir reaktörü "yanlış yerleştirilmiş bir civata" yüzünden 20 Şubat'ta kapatılmak zorunda kalıp, başta Cape Town olmak üzere Güney Afrika'da birçok bölgeyi 3 ay boyunca elektrik kesintilerine mahkum ederken, bizim burada nükleer enerjinin doğalgazla yaşanan enerji arz güvenliğine çözüm olacağını söyleyenler var. Bu karışık ve dışa bağımlı teknoloji, bir civata yüzünden bile sizi elektriksiz bırakabilecek güvensizlikte olduğu gibi, savaşlarda, terorist saldırılarda bir numaralı hedef kabul edilmektedir. 20 Şubat'ta arıza olarak duyurulan civata krizi, 3 Mart'ta Güney Afrika Kamu İlişkileri Bakanı Alec Erwin'in "O civata oraya kazayla gitmedi" demesiyle bir nükleer sabotaj krizine dönüşmüştür. İşte size dünyanın bu en muhteşem ve güvenli teknolojisinin iç yüzünü gösteren bir örnek daha. 20 yıl sonra nükleer lobi tekrar saldırıya geçti. Tek umutları hafızamızın kaybedilmiş olması ama büyük bir yanılgı içindeler. Çünkü insanların en son unuttukları, yakınlarının, dostlarının ölümleridir. Gerek Karadeniz'in, gerek tüm dünyanın hafızasının ne kadar canlı ve taze olduğunu bir kez daha göstermek için yine sokaklarda olacağız. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın; bu dünya hepimizin!



Notlar

(1) http://news.bbc.co.uk/onthisday/hi/witness/april/28/newsid_4486000/4486099.stm

(2) Mycle Schneider, Antony Froggatt Dünya Nükleer Endüstrisinin Durumu Raporu 2004 - www.yesiller.org/belgeler.htm

(3) UN-OCHA, Chernobyl : Needs Great 18 Years After Nuclear Accident, Office for the Coordination of Humanitarian Affairs, United Nations, Press Release, New York, 26 Nisan 04200 kat fazlaÇernobil’de patlayan nükleer santral Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombaların 200 katı daha büyüktü.Çernobil’in etkileri İsveç’te ve hatta İskoçya’da bile görüldü. Stockholm’de normalin 15 katı fazla radyasyon var.Beyaz Rusya’da kadınların yaşam ortalaması 74’den 58’e indi. Her 5 çocuktan birisi sakat doğuyor.Çocukların % 29’unda kronik hastalık var.Kapatmadılar Çernobil’de kaza olduğu SSCB yetkilileri tarafından halka 36 saat boyunca söylenmedi. Daha sonra 116 bin kişi bölgeden tahliye edildi.Reaktörün onarılması için 500 bin “gönüllü” çalıştı. Büyük çoğunluğu büyük acılar çekerek öldü. “Gönüllüler” 165 millisiverte maruz kaldı. Normal olarak 10 millisevert ölümcül olarak kabul ediliyor. İlk müdahale edenler 2 hafta içinde öldü.250 bin ton SSCB yetkilileri Çernobil’i uzun süre kapatmadılar. Ama sonunda reaktör üzerine 250 bin ton beton dökülerek kapatıldı.Böylece reaktörün içinde 180 ton yüksek radyasyon içeren yakıt kaldı.Beton’da şimdi çatlaklar var ve giderek büyüyorlar.İçerde kalan radyasyonun yoğun olarak dışarı kaçmaya başlaması tam anlamıyla yeni bir büyük felaket demek.

Korkumuz yok, denetime açığız maddi-manevi zarara uğradık

Tuzla'da bulunan zehirli varillerle ilgili adı gündeme gelen Unifar, suçlamaları reddetti. Genel Müdür Ferhat İlhan, şirketlerinin yüksek çevre standartlarında çalıştığını belirterek "Suçlamalar bizi maddi ve manevi olarak yıprattı. Denetimlere açığız" dedi.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi(söyleşi) / 19 Nisan 2006

Tuzla’da bulunan zehirli varillerle ismi medyada öne çıkan Pak Holding şirketlerinden Unifar Kimya Sanayi A.Ş.’nin Genel Müdür M. Ferhat İlhan, şirketlerinin çevre kalite standartlarının üst düzeyde olduğunu belirterek “Biz, bunu hak etmiyoruz” dedi. Referans’a konuşan İlhan, Unifar ve diğer kardeş kuruluşlarının tüm bu süreç içinde yıprandığını belirterek sorularımızı şöyle yanıtladı:

Son bir haftada yaşadıklarınızı özetleyebilir misiniz?
Öncelikle kendimizi böyle bir şeyin içerisinde bulmamız, bizi motivasyon olarak çok sarstı. Böyle bir durumda kendimizi hiç görmemiştik. Normal olarak yaptığımız şeylerin bile, bir şüphe olarak, bazı yayın organlarınca yöneltilmiş olması sadece benim değil, herkesin motivasyonunu büyük ölçüde zedeledi.

Eleştiriler doğru değilse neden hukuki sürece başvurmadınız?
İki yazılı açıklama ve basın toplantısı yaptık. İlki varillerde bulunduğu söylenen fenolün bizimle ilgili olmadığıyla, ikincisi bu konuda hukuki haklarımızın saklı olduğuyla ilgiliydi. Basın toplantısı da bir şeffaflık politikasıydı. Unifar, genel çerçevesi itibariyle çevreye saygılı bir kuruluştur. Türkiye’de ilaç hammaddesi üretiyorum dediğiniz zaman tamamen kontrollere tabisiniz. İthal ettiğiniz hammadde, üretim şekilleriniz ve ürettiğiniz ürünlerin kalitesine kadar her aşamada kontrol ediliyorsunuz. Kaldı ki, sadece Sağlık Bakanlığı değil. Amerika’ya ilaç ihraç ettiğimiz için tesisimizin belirli kriterlere uygun olması gerekmekte. Bugün Unifar’ın bir köhne teknoloji ya da fırsatçı bakış açısıyla içinde bulunduğu çerçevede çalıştırılabilmesi imkânsızdır.

Geçmişte bazı cezalar ve problemler oldu ama.
Önümüzde bir tanker konusu var; devamlı problem oluyor. Bizim İzmit’te 1975 yılında kurulmuş bir tesisimiz vardı. İhracatla birlikte, daha modern bir tesis yapma ihtiyacımız doğdu. Şekerpınar’daki bu tesisi tamamen sanayi arsası üzerine, tüm izinleri alınmak koşuluyla yaptık. Unifar’ın bugün izinler ve ruhsatlar açısından en ufak bir eksiği yoktur. İzmit’teki fabrikamızdan Şekerpınar’a atık sularımızı biz kendi aldığımız ruhsatlı tankerle taşıyoruz. Olan kaza, fabrikanın önündeki yokuştan çıkarken tankerden su dökülmesidir. Bu olay olduğunda ben şahsen belediyeye başvurup "Bu, bir kazadır" dedim. Ardından, "Ben İzmit’ten atık suyu getirip, Şekerpınar’daki fabrikanın önünde dökmem. Bu cezayı bize yazarsanız ileride bu, bizim için ticari olarak bir problem doğurabilir" demiştim. Nitekim bu oldu. Biz bunu hak etmiyoruz.

Bölgede yaşayanlar kokudan yakınıyor.
Unifar’ın biyolojik arıtma tesisi yüzde 90’lara varan biyolojik giderim oranıyla çalışmaktadır. Biliyorsunuz, havalanmayan bütün sular bazen bir koku çıkarabilir. Buydu problem ve düzeltildi. Orası bir sanayi bölgesi ve değişik endüstrilere ait fabrikalar var. Bence bölgede normal olmayan bir koku yok. Orada deri sanayii var, plastikçiler var. Ben şuna eminim ki koku yönetmeliği yürürlüğe girdiğinde Unifar’ın hiçbir problemi olmayacak.

Konuşmamızın başında motivasyon kaybından bahsettiniz. Firmanız bu süreç içerisinde maddi bir zarara da uğradı mı?
Şüphesiz maddi bir zarara uğradı. Sadece Unifar değil Mustafa Nevzat da bir zarara uğradı. Pakmaya gibi kardeş kuruluşların da adı geçiyor, bu da bizi üzüyor. Türkiye’nin artık gerçekleri konuşmasının zamanı geldi. Bugün Türkiye’de tehlikeli atık yönetmeliğini konuşuyoruz. Bundan 2-3 hafta önce, İSO’da düzenlenen bir toplantı vardı. İsmini anımsayamadığım bir yetkili (John Butson) AB sürecinde Türkiye için en zorlu olacak direktiflerden bahsetti ve "İyimser bir tahminle 70-80 milyar euro, kötümser bir tahminle 100 milyar euro civarında kaynak gerekiyor" dedi. Bunun yüzde 20 kadarı özel sektör gerisi kamu tarafından karşılanacak. Türkiye’nin bu direktife uyum sağlayabilmesi için 14 yıla ihtiyacı olduğunu söyledi. Ben bunu Unifar’a mazeret olarak sunmuyoru
m ama Türkiye’nin gerçekleri konuşmasının zamanı geldi.

Unifar’dan çıkan atıklar neler?
Arıtma çamurumuz var, bunu İZAYDAŞ’a veriyoruz. Unifar’ın hiçbir üreti
m aşamasında fenol kullanılmamaktadır. Çok açık söylüyorum.

Çevre Bakanı sizi aradı mı?
Hiçbir bağlantımız olmadı. Sadece çarşamba günü İl Çevre Müdürlüğü’nden gelindi ve tesisin kontrolleri yapıldı. Tutanaklar tutuldu, ben olumsuz bir yan görmedim. Belli eksiklikler vardı ama herkesin vardır. Unifar’ın kırmızı kartlık bir durumu yok.

Şimdi ne istiyorsunuz? Bakanlığın ismi açıklaması sizi rahatlatır mıydı?
Gazetelerden okuduğumuz kadarıyla hukuki süreç başlatılmış. Bilgimize başvurulduğu takdirde gideceğiz, konuşacağız. Unifar böyle bir denetime hazır ve kayıtsız bir şeyimiz yok. Biz iyi niyetli ve kanunlara saygılı insanlarız. Biz Türkiye’nin mevcut şartları içerisinde çok iyi şeyler yaptık ve bu çizgiyi devamlı olarak yükselttik.