İstanbul’u dört teker üstünde gezmeye alternatif geliyor!

İstanbul çok yakında bisiklet yollarıyla bir uçtan bir uca bağlanacak. 630 kilometrelik mavi renkli bisiklet yollarının İstanbul trafiğine ve bisiklet satışlarına nasıl etki edeceği merak konusu.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 21 Ekim 2005

Taksim’deki evinizde sizi bekleyen güzel bir yemeğin masada soğumaya başladığını düşünün. Kokusunu bile alıyorsunuz ama Mecidiyeköy girişinde trafiğe takılıp kalmışsınız. Hem de “gıdım” ilerlemeyen cinsinden. Radyoda Arif Sağ, inadına yaparmış gibi “Yolver Dağlar”ı söylüyor. Dağ olsa daha kolay aşardım dediğiniz bir anda “vız” diye bir şey geçiyor sağ taraftan. Aynaydı, dikizdi derken bir tane daha: Vızz!

Merak edip daha dikkatli baktığınızda, maviye boyanmış darca bir şerit görüyorsunuz yolun sağında. Üzerine trafik işaretlerindeki bisiklet şekline benzer birşey çizilmiş. Yemeğe soğumadan yetişme fikri sizi çıldırtıyor ve siz o anda arabanızı garaja çekmeye karar veriyorsunuz. Kendinizi çimdiklemeyi bırakın. Bu söylediklerimin hepsi çok kısa bir süre içinde gerçek olabilir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi 630 km.’lik bisiklet yolunun projelendirmesini tamamlamak üzere. Bisiklet yolları, aşırı eğim ve dar yollarla karşılaşılmadığı sürece, ana arterlerin üzerinde ve 27 ilçenin 27’sinde de olacak. Bazı yerlerde 10, bazı yerlerde 60 km. uzunluğunda yapılacak. Bisiklet severler bisikletlerini yolun sağında çizgi, brodür ve mavi renkle ayrılmış özel şeritte kullanacak. Büyükşehir Belediyesi yolların eğim tesbitlerini bitirmiş, uygun olmayan yolların alternatifleri üzerinde çalışıyor. Yapılmak istenen daha önce de örneklerini gördüğümüz süs gibi duran yollardan çok, sürekli bir yol ağı oluşturmak. Bu konuda en büyük engel ise İstanbul’un topografik yapısı.

Türkiye’de bisiklete gönül vermiş olanlar minübüs ve taksilerle aynı yolda yaptıkları adrenalini yüksek yolculukları özlerler mi bilmiyorum ama gelişmiş ülkelerde yıllardır bisiklet kullanımının teşvik edildiğini söyleyen Murat Suyabatmaz, o ülkelerdeki insanların, hareketsizliğin, çevre kirliliğinin getirdiği sağlıksızlığın ve sorunların farkında olduğunu söylüyor. “İşe bisikletiyle gidip gelen bir insan için spor salonlarına gerek olmayacağı ortada. Bisiklet bir eğlence aracı değil, ciddi bir tasarruf, sağlık ve spor aracıdır” diyor Suyabatmaz.

Bisiklet Sevenler Derneği Genel Sekreteri Murat Suyabatmaz, pilot bir çalışma olarak Halkalı’da 2. ve 3. etapta 30 bin kişinin yaşadığı bir bölgede 12 kilometrelik çizgi çizerek bisiklet yolunu çizgiyle ayırarak pilot bir proje başlattıklarını ve öğrencileri okula bisikletle gitmeye çağırdıklarını anlatıyor. Önemli olan sadece kampanya veya yol yapmak değil haliyle. Bisikleti doğru kullanmayı bilmek herşeyin başında geliyor. Eski Topkapı garajının olduğu yerde şimdi bir Trafik Eğitim Parkı kurulması planlanıyor. Tüm bisiklet yolu türleri orada denenecek. Okullardaki trafik derslerini uygulamalı olarak orada görebilecek. Suyabatmaz’a göre, çocuklar 18 yaşına kadar trafiğin içinde pişer, kırmızı ışıkta durmayı öğrenir, hızını ayarlar. Geleceğin sürücülerini yetiştirmenin temel yolu bisikleti öğretmek..

Bisiklet yollarının nasıl olacağı konusunda söz konusu yolun yoğunluğu, araçların hızları önemli bir rol oynayacak. Bisiklet yolunun anaarter üzerinde mi veya yaya yolu üzerinde mi olacağına bu incelemeden sonra karar verilecek. Şu anda belli olan, anaarter üzerindeki yolların renginin mavi olacağı. Maliyeti 990 bin YTL.olan projelendirme sürecinin bu yıl sonunda bitip, ihale ve inşaat aşamasına geçilmesi planlanıyor.

İstanbul’u biraz bilenleriniz şimdiden güvenliğin nasıl sağlanacağını düşünmeye başlamıştır bile. Haksız da sayılmazlar. Kimbilir kimleri göreceğiz bisiklet yollarında? Bu yüzden projeler oluşturulurken işaretlemeye çok önem verilecek. Yolların ayrı renkte ve çizgilerle ayrılması planlanıyor ama bazı bölümlerde brodürler ve daha yüksek kedi gözleri de kullanılacak. Büyükşehir, Türkiye’de ki standartların geliştirilmesini de önemli buluyor. Avrupa'daki istatistiklere baktığınızda her 100 milyon kilometrede 11 kişinin öldüğü İtalya en güvensiz ülke olarak göze çarpıyor. İtalya aynı zamanda, kişi başına günde 0.2 kilometreyle İngiltere'den sonra en az bisikletle yol alınan ülke. Ölüm oranının en düşük olduğu yer ise, kişi başına günde 3 kilometreyle en çok yol katedilen Hollanda. Bu da Suyabatmaz'ın tezini doğruluyor gibi.

İstanbul’daki bisiklet yollarının güvenliğini bisikletçiler sağlayacak

Suyabatmaz ise zaten yarım şerit büyüklüğündeki bu yollara arabaların sığmayacağını bisiklet yolunu günde sadece 10 kişi kullanıyorsa o yolun herkes tarafından işgal edileceğini söylüyor. Kısaca bisikletçilerin bu yolları kullanması ve sahip çıkması gerek.. Bu yolların asıl amacı Avcılar, Bakırköy gibi merkezlerin yerel ulaşımını çözmek. Bisiklet parklarıyla destekleyerek, insanların ev ve işyerlerinden toplu taşıma araçlarına,metro duraklarına ulaşmalarını sağlamak. “Dikkat ederseniz trafiğin kilitlendiği noktalarda yaya alanları oluşturuluyor. Ama bu alanlar yürümekle bitmiyor. Bu noktalarda bisiklet adeta hızlı yürümenize yarayacak” diyor Murat Suyabatmaz.

Dünyada bisiklet üretimi yılda yaklaşık 100 milyon adet. 40 milyon civarındaki otomobil üretiminin 2.5 katı kadar. Bisiklet ömürlerinin yaklaşık 10 yıl ve nüfusun genç olduğu düşünülürse, Türkiye’de ticari potansiyel büyük. Merdiven altı üretimiyle birlikte yılda 1 milyona yakın üretim yapıldığı öne sürülüyor ama DİE'nin anketine yanıt veren firmalardan topladığı sonuçlar 2002 üretim rakamını 283 bin olarak gösteriyor. 2000 yılı içinse DİE'nin hiçbir rakama ulaşamaması, pazardaki bilgi eksikliğini gösteriyor. Firmalardan aldığımız rakamlarda bu konuya işaret ediyor. Bianchi Türkiye'de yılda 350 bin adet bisiklet üretiyor ve 70 binini ihraç ediyor. Salcano bisikletin üretim rakamı 120 bin ve yaklaşık yüzde 60'ı başta İngiltere olmak üzere yurt dışına satılıyor. Bisan'ın 150 binlik üretim rakamını da buna ekleyince rakam 620 bini buluyor ve var bu işte bir terslik deyiveriyorsunuz. 2003 yılında tam 15 milyon dolarlık ihracat yapılmış, ithalat rakamı ise sadece 900 bin dolar civarında. Konya ve Adana gibi illerde yıllık üretimleri binleri bulan irili ufaklı bir sürü firma var ancak bisiklet yollarının satışları artırıp arttırmayacağı konusunda bisiklet sevenlerle,üreticiler farklı düşünüyor. Yılda 30 bin bisiklet ihraç eden Bisan Şirketler Grubu Genel Koordinatörü Muhittin Olgaç, yolların satışlara fazla etkisinin olacağını düşünmüyor örneğin.


Ne dolar ne Eurobond, en iyisi 1 ton karbon!

2005 yılı başında Avrupa ekonomisi sessiz sedasız bir borsanın daha açılışına tanık oldu. Kyoto Protokolü gereği, 1990 yılı emisyonlarını yüzde 8 oranında azaltmak zorunda olan AB, 15 binden fazla işletmeyi bu sisteme dahil etti. Ocak ayından bu yana çalışmaya başlayan karbon borsasında ton başı karbon fiyatı, yüzde 360 artarak 9 ayda 6 Avro’dan 23 Avro’ya çıktı.

Özgür Gürbüz- Referans Gazetesi/Ekim 2005

Eurobond, dolar, yatırım fonu… Yoksa siz hala babadan kalan yöntemlerle mi yatırım yapıyorsunuz? Allah bilir, Londra City’de turlarken, yanınıza yaklaşan ve İngiltere’nin gökyüzünden de daha gri giyinmiş birinin “ucuz karbon var” sorusuna, korkarak, “hayır kullanmıyorum, teşekkürler” diye yanıt da vermişsinizdir? O zaman siz karbon borsasını hiç duymamış, küresel ısınmayı da hiç ciddiye almamışsınız. Neyse, bugün yarından daha geç değildir.

ABD her ne kadar 16 Şubat’ta yürürlüğe giren Kyoto Protokolü’ne taraf olmayıp protokolün işe yaramayacağını savunsa da, AB küresel ısınmayı durdurmak için oluşturulan protokolün başarısı için önderlik etmeye devam ediyor. Protokolün sera gazı emisyonlarını düşürmek için ortaya attığı mekanizmalardan bir olan “emisyon ticareti” AB içinde 2005’ten itibaren çalışmaya başladı. Ocak ayında günlük 300 bin ton karbonun alınıp satıldığı hacme sahip olan karbon pazarı, Temmuz ayında 2 milyon tonluk bir hacme ulaştı. Fiyatlar da ona paralel olarak arttı ve Ocak ayında ton başına 6 Avro ödeyerek aldığınız karbon hissesi, Temmuz’da 29 Avro’dan tavan yaptı ve bugünkü fiyatı 23.95 Avro. AB içinde, başta en büyük sera gazı emisyonlarına sahip olan endüstrileri kapsayan bu proje 25 üye ülkeyi içine alıyor.

Nasıl çalışıyor?
AB’nin 2012 yılına kadar, 1990 yılındaki emisyonlarını yüzde 8 azaltması için her üye ülkenin üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmesi gerekiyor. Her üyenin hedefi farklı ama amaç aynı; yüzde 8’lik ortalamayı yakalamak. Örneğin, Avusturya yüzde 8, Danimarka ve Almanya yüzde 21 azaltma hedefiyle yola çıkarken; Portekiz yüzde 27, Yunanistan yüzde 25 ve İrlanda 90 seviyesine göre artışlarını yüzde 13’ün üstüne çıkarmamak zorundalar. Tüm bu sınırlamalarla bağlantılı olarak, ülkelerin salabileceği miktarlar da belirlenmiş oluyor. İşlemlerin kolaylaştırılması için tüm sera gazları CO2 cinsinden hesaplanıyor ve CO2'e olarak adlandırılıyor. Daha sonra her ülke, emisyon ticaretine dahil olan firmalarını ve onların kotalarını belirliyor. Bu kota normal koşullar altında atmosfere salınacak sera gazlarının daha altında bir rakam olarak belirleniyor. Firmalar bu sınırı aşmamak için ya teknolojilerini ya da üretim yöntemlerini değiştirmek zorunda kalıyorlar. Bir diğer seçenek ise kotalarının üstünde kalan her birim karbonu pazardan satın almak. Eğer bunu yapmazsanız bir cezası da var tabii. 2008’e kadar ton başına 40 Avro ödemek zorundasınız. 2008’den sonra bu rakam 100 Avro'ya çıkacak. Bu da, ceza ödemektense şu anda 20 Avro civarında olan temiz hisseleri satın almayı daha makul bir seçenek haline getiriyor.

Kyoto Protokolü’nün hayata geçmesiyle, emisyon ticaretiyle birlikte iki mekanizma daha çalışmaya başladı. Bunlardan bir tanesi Ortak Uygulama diğeri ise Temiz Kalkınma Mekanizması. Bu mekanizmalar sayesinde, protokole taraf EK-1 ülkeleri, gelişmekte olan ülkeler ve kendi aralarında yaptıkları karbonsuz yatırımlar karşısında da kredi kazanabiliyorlar. İngiltere’de kömür santralleri olan bir firma, Hindistan’da kurduğu bir güneş santrali sonucu kredi kazanabiliyor. Nükleer enerji ve toprak kullanımıyla ilgili yapılan değişiklikler sonucu oluşan emisyon indirimleri ise özellikle AB ülkelerinin nükleere pek sıcak bakmaması nedeniyle kapsam dışında tutuluyor. Türkiye henüz protokole taraf olmadığı ve gelişmekte olan ülkeler sınıfında da yer almadığı için bu mekanizmalardan yararlanamıyor ama bu durum AB sürecinde çok hızlı bir şekilde değişebilir. Kısacası, bırakın temiz hava ve suyu, kirli havanın bile bir fiyatı var artık.

Karbon Borsası
Her yıl 50 bin ton CO2e salımı yapan bir firmaya 45 bin tonluk bir limit konulduğunu düşünün. Bu firma, yıl sonunda CO2e salımlarını 40 binde tutmayı başarırsa, satabileceği 5 bin ton karbon hissesine sahip oluyor. Limit aşımında ise diğer kuruluşlardan bu hisseleri satın almak zorunda. Temiz karbon hisselerinin çokluğu ve azlığı da fiyatı belirliyor.

Nükleer Lobi Kapıda; Sakın Açma!

Özgür Gürbüz-EMO Elektrik Mühendisliği / Kasım 2004

Nereden baksaniz, bir çoğumuzun ömrü kadar geçmişi olan “nükleer enerji” maceramız, tam öldü, zaten ölü doğmuş bir fikirdi gömüldü derken tekrar hortladı. Enerji Bakanı Hilmi Güler’in, 2004 Ocak ayında Enerji Forumu’nda açıkladığı nükleersiz planlarına 3 ay sonra, aniden ve acemice nükleer enerjiyi eklemesi, “merhum”un yine yabancı ellerin yardımıyla hortlatıldığı yorumlarına yol açtı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Fransız gezisinde, 15 milyar dolarlık nükleer ihalemiz var deyip bir Fransız kamu kuruluşu ve dünyanın sayılı nükleer güçlerinden biri olan, adı sık sık plütonyum ticaretiyle de gündeme gelen Areva yetkilileriyle el sıkışması da yine nükleer lobinin kapımızı çaldığına inananların savlarının çok da boş olmadığını gösterdi. Greenpeace, hem Türkiye’de hem de dünyada yıllardır sürdürdüğü nükleer karşıtı mücadeleden edindiği tecrübelere dayanarak bu bildik düşmana karşı Türkiye’yi tekrar uyarıyor: Nükleer lobi tekrar kapımızda, aman kapıyı açmayın, açtırtmayın!

Türkiye'nin nükleer tarihi yazılıp kitap olarak basılsaydı; daha ilk sayfasında siyaseti, arkasındaki entrikaları ve belki daha sonra da teknik tartışmaları bulurduk. Türkiye’de nükleer santralleri destekleyen bir avuç bilim insanı ve politikacının nükleeri savunma adına ortaya attıkları tezler, Çernobil kazası sırasında yaşanan trajediler, nükleer atık hikayeleri bir değil birkaç kitap yazmaya yetecek materyal sağlayabilir. Öyle ki, enerji açığı ve yerel kaynakların yetmediği palavraları ancak kitabın en sonunda kendilerine yer bulabilir. Tüm bunları anlatmamın nedeni, nükleer santrallerden konu açılınca, nükleer karşıtlarının ilk aklına gelen “nükleer lobi yine faaliyette” düşüncesinin aslında bunca yıllık nükleer santral kurma girişimlerinden gelen bir bilgi birikiminden kaynaklandığını göstermek istememdi. Ayrıca, teknokratların pek de haz etmediği; sivil vatandaşlarımızın, çevreci ve yeşillerin, sivil toplum örgütleri ve sendikaların nükleer enerji konusunda ahkam kesmelerinin ne kadar doğru bir davranış olduğunu da, yukarıdaki örneklerin ışığında rahatlıkla göstermek istememdi. Nükleer enerji, tüm dünyada, beraberinde getirdiği teknik, politik ve ekonomik sorunlarla halkın çözmek zorunda kaldığı bir problem haline gelmiştir. Bu yüzden de herkesin bu konuda söz söyleme hakkı vardır. Öyle olmasa, enerjisinin yarıdan fazlasını nükleer santrallerden sağlayan İsveç'te, referandum yapılmaz, çıkan “nükleere hayır” sonucu doğrultusunda nükleer santraller kapatılmaya başlanmazdı. Eğer nükleer enerji teknik bir sorun olsaydı, 20 tane bilim adamı bir araya gelir karar alırdı. Ama sonuçlarına tüm halkın katlandığı her girişim üzerine halkın söz söyleme hakkı vardır. Bu herşeyden önce bir demokrasi sorunudur. “Bilimde demokrasi olmaz” diyen sevgili bilim insanlarının adlarını burada anmak istemiyorum ama bu örneğin kulaklarına küpe olmasını umuyorum.

Ümit Otan'ın Çaynobil kitabından bir alıntı bize, demokrasi sorununun nükleer santral söz konusu olduğunda da ne kadar önemli olduğunu ispatlıyor. Bakın, Silifke Kültürel ve Doğal Hayatı Koruma Derneği Başkanı Esen Ertürk, 2000’de sonlanan son ihale aiamasında ne diyor: “Biz yaşanan bu duruma, antidemokratik nükleer dayatmacılık diyoruz. Yöre halkının gelişmelerden hiçbir bilgisi yok. Yöre insanına nükleer santrallerle ilgili hiçbir bilgi verilmedi. Hiç kimseye de birşey sormadılar. Kendi kendilerine karar alıyorlar. Demokrasi, şeffaflık diyorlar ama bunların hiçbirisi yok”. Durum değişti mi? Tabii ki hayır! İşte sorunlardan bir tanesi bu.

İkinci sorun ise, Türkiye’nin enerji sorununa (ki bu sorun kapasite yetersizliğinden çok yönetimdeki yetersizlik ve beceriksizliklerden kaynaklanıyor) nükleer enerjinin çözüm olup olamıyacağı değil, dünyanın enerji sorununa çözüm olması umulan nükleer enerjinin yarattığı sorunlara nasıl çözüm bulacağının asıl tartışılan konu olduğu gerçeğinin gizlenmeye çalışılmasıdır. Her ne kadar Enerji Bakanlığı elle tutulur verilerle karşımıza çıkmasa da, dünyada nükleer enerjinin durumunu gösteren birçok bilgi ve belge mevcuttur. Örneğin 50 yılı aşkın geçmişine karşın nükleer gücün toplam enerji içinde payı %5; toplam ticari elektrik içinde ise %16. Kısaca, Türkiye'de çizilmeye çalışan tablonun aksine dünya nükleerle ayakta durmuyor. İşin daha da ilginci, 1960'lı ve 70'li yıllarda olduğu gibi nükleer enerjinin dünyanın enerji sorununu çözeceğine de inanılmıyor. Uluslararası Enerji Ajansı'nın (IAEA) rakamlarına bir göz atmak yeterli bunun için. 1974 yılında yaptıkları tahminde, 2000 yılına gelindiğinde nükleer gücün 4500 GW'a ulaşacağı söyleniyordu. Oysa ki şu andaki gücün 350 GW civarında seyrettiği biliniyor. IAEA'nın tahmin ettiği yatırımın yüzde 90'ını gerçekleşmedi. Artan maliyetler, Çernobil gibi onlarca kaza sonunda ortaya çıkan “tahmin edilemeyen ve karşılanamayan” riskler ve sorunların belki de en büyüğü, atık sorununu çözmeyi garanti eden tüm zayıf teorilerin boşa çıkması, nükleer enerjinin sonunu getirdi.

Nükleer endüstri aksini iddia etmeye devam etse de gelişmiş ülkeler nükleer enerjiye açıkça “hayır” demiştir:

  • Avusturya tek reaktörü Zwentendorf’u (Siemens yapımı) 1978 yılında hiç çalıştırmadan kapattı. Avusturya elektriğinin % 70’ten fazlasını yenilenebilir enerjiden sağlıyor. Hiç nükleer santral kurmayan Norveç’te bu oran daha da yukarıda.

  • İtalya, 4 reaktörünü de kapattı.

  • İsveç’te referandum sonuçlarını uygulayarak 1999’da Barseback 1’i, Haziran 2005’te ise Barseback 2’yi kapattı.

  • 11 Mayıs 2005’te, Almanya’da Obrigheim(357MW) reaktörü de kapatıldı ve bu Stade(672MW) reaktöründen sonra Almanya’nın kapatılan ikinci reaktörü oldu. Bir sonraki durak ise 2007’de kapatılacak olan Biblis A(1225MW) reaktörü.

  • AB, tehlikeli gördüğü İgnalina santralini AB’ye giriş koşulu olarak kapattırıyor. İlk ünite 2004 sonunda kapatıldı.

  • İspanya 30 Nisan’da Jose Cabrera santralini kapatarak çalışır reaktör sayısını 8’e indirdi.

  • 7 nükleer santrali olan Belçika, santrallerini en fazla 40 yaşlarına kadar çalıştırmayı ve daha sonra kapatmayı kabul etti. 2025 yılında Belçika’da nükleer santral kalmayacak. İngiltere’de ise şu andaki durumda bir değişiklik olmazsa sadece 1 santral çalışıyor olacak.

  • Avrupa’da 1989 yılında 172 olan reaktör sayısı şu anda 147’e düşmüş durumda

Avustralya, Küba, Meksiko, Portekiz, Yunanistan, İskoçya, Hollanda, İsviçre, Norveç, Endenozya, Vietnam, Tayland ve daha pekçok ülke nükleer planlarını terk etti.

Nükleer enerjiden kaçışın nedeni çoğu zaman Çernobil kazası olarak gösterilir ya da gösterilmek istenir. Çernobil’den kaynaklanan radyoaktif serpinti 160 000 km2 toprağı kirletmiş, en az 9 milyon insanı etkilemiş ve 400 000 kişinin evinden olmasına yol açmıştır. 800 000 kişi kaza sonrasındaki temizlik çalışmalarına seferber edilmiştir; çocuklardaki tiroid kanserleri 100 kattan fazla artmıştır. Kazanın Ukrayna, Beyaz Rusya ve Rusya’ya maliyeti, 352 milyar dolar olarak hesaplanmıştır. Çernobil kazası gerçekten de şu ana kadar olan nükleer kazalar içinde en büyüğüdür ama nükleer endüstrinin iddia ettiği gibi meydana gelmiş tek kaza değildir. Ayrıca kazaların sadece eski “Rus” teknolojilerinde meydana geldiği de bir yalandır. Bırakın Çernobil’i, en modern teknoloji ve standartların eksik olmadığı Japonya’da bile kazaların ardı arkası kesilmemektedir.

9 Ağustos2004’te, Mihama Nükleer Santral’inde meydana gelen kazayı, BBC, Japonya’nın tarihinde yaşadığı en büyük nükleer kaza olarak duyurdu. Mihama nükleer santralinin türbünlerinden birinden sızan 200 derecedeki buhar, 5 kişinin ölümüne, 18 kişinin yaralanmasına yol açtı. En üst düzeyde güvenlik önlemlerinin alındığı söylenen bir nükleer santralde, korozyon ve kontrol yetersizliği gibi basit nedenlerden dolayı böyle kazalar yaşamak sizin içinizi ne kadar rahatlatıyor bilmiyorum ama milyonlarca nükleer enerji karşıtınının tezlerini haklı çıkartıyor. Bu kaza, nükleer enerji konusunda örnek gösterilen Japonya’nın yaşadığı tek macera da değil. Japonya’nın bundan önce yaşadığı ve o zamana kadar en tehlikleli nükleer kaza olarak bilinen Tokaimura kazasında (29 Eylül 1999), radyasyon sızıntısı da olmuş ve ölçülen radyasyon düzeyinin normal seviyeden 15 bin kat fazla olduğu ortaya çıkmıştı. Reaktörde çalışan 400’den fazla insanın radyasyona maruz kalmasının yanı sıra, reaktörün etrafında yaşayan binlerce insan, yetkililer tarafından evlerinden çıkmamaları için uyarıldı ve herhangi bir yağış halnde elbiselerin hemen yıkanmasını istedi. Aralık 21’de de bu kazanın ilk kurbanı 35 yaşındaki Hisashi Ouchi hayatını kaybetti. Japonya’daki kazalar da gösteriyor ki, güvenli nükleer santral diye bir şey yoktur. Nükleer santraller “tıkır tıkır” çalışan teknoloji örnekleri değildir. Alınan risk, trafik kazalarıyla karşılaştırılamıyacak derecede yüksek ve tehlikelidir. Ve bu risk, sadece eski reaktörlerde değil en modern teknolojilerin kullanıldığı, örneklerde bile mevcuttur. Uzay mekiklerinin başına gelenler bize risk faktörünün, yüksek teknoloji kullanılarak sıfırlanamadığının en büyük kanıtıdır. Tek çözüm toplumsal maliyeti, çevresel riski düşük tercihlere yönelmektir. Riskin yüzde kaç olduğu değil aldığınız riskin büyüklüğü önemlidir. Bugün hiçbir sigorta şirketi bir nükleer facianin sonuçlarını sigortalamazken, insan hayatını, Türkiye'nin ekonomisini başka seçeneklerimiz varken böyle bir riske neden atalım?

Japonya’daki diğer kazalardan örnekler

Nisan 1998
Tokyo Elektrik Firması’na ait reaktör, soğutma pompasının bozulması sonucunda kapatıldı.

Temmuz 1997
Tokyo Elektrik Firması’na ait bir başka reaktörde radyasyon sızıntısı

Kasım 1997
Tokyo yakınlarındaki uranyum zenginleştirme labaratuvarında yangın çıktı.

Ağustos 1997
Tokaimura santralinde, 2000 çelik varil içinde bekletilen atıklarda sızıntı meydana geldi.

Mart 1997
Tsuruga reaktöründe çalışan 35 işçi radyasyona maruz kaldı.

Aralık 1995
Tsuruga’da soğutma sisteminden kaynaklanan sızıntı yüzünden santral bir yıl kapatılmak zorunda kaldı.

Kaynak: BBC

Doğal olarak nükleer enerjiden vazgeçilmesinin ardında sadece kaza riski yatmıyor. 1985 yılında Amerikan İş Dünyası'nın ünlü dergisi Forbes’de çıkan bir yazı işin aslını, ABD’de nükleer enerjinin terkedilme nedenini çok net bir biçimde tarif etmiştir: “ABD nükleer programının başarısızlığı, iş dünyasının tarihindeki en büyük yönetim facialarındandır”. Amerika'da federal hükümetin, nükleer endüstriyi 40 yılda 100 milyar dolar kadar sübvanse ettiği hesaplanmıştır. Bu endüstri için farklı maddi destekler de sağlanmış, radyasyon kurbanlarına ödenen tazminatlar bu rakama dahil edilmemiştir. Bilinen en deneyimli nükleer güç ekonomistlerinden C. Komanoff, yaptığı araştırma sonucunda, ABD'de 1968-1990 yılları arasında nükleer enerjiye harcanan 389 milyar doların, nükleer güç santrallerinden elde edilen elektriğin kwh'ini ortalama olarak 7.2 sent'e çıkardığını gözler önüne sermiştir. 1973'te 3.2 sent'le başlayan hesaplar, 1990'da 9.1 sent'le devam etmek zorunda kalmıştır. Amerika'nın nükleer santral siparişlerini durdurmasının arkasındaki gerçek budur.

Nükleer enerjinin pahalı olduğu gerçeği sadece ABD’nin gerçeği de değildir. İngiltere’de 2003 yılında Ticaret ve Sanayi Bakanlığı tarafından düzenli olarak yayınlanan ve özellikle iklim değişikliğini önlemek için enerji sektörüyle ile ilgili genel değerlendirmelerle birlikte tavsiyelerin de bulunduğu raporda aynen şöyle söylenmiştir: “Nükleer güç, karbonsuz bir seçenek olmasına rağmen, günümüzdeki maliyetleri nükleer gücü çekici olmayan bir seçenek olarak bırakmaktadır ve nükleer atık konusunda da önemli ve çözülmeyi bekleyen problemler vardır”.(1) Bir kez daha, bu sefer de İngiltere’de, nükleer enerjinin pahalı ve atık sorunu gibi çözülmemiş sorunlarla boğuştuğu gerçeği hem de resmi makamlarca dile getirilmiştir. Amerika’da, dünyanın en çok nükleer reaktöre sahip ülkesinde, 1978 yılından beri yeni nükleer santral siparişi verilmeyişinin ardında, artan yapım, işletim ve güvenlik maliyetleri vardır. Üç Mil Adası (Three mıle Island) kazasından sonra arttırılan güvenlik tedbirleri birçok firmayı iflasın eşiğine getirmiştir.(2) İngiltere’de nükleer enerji sektörünün özelleştirilmesinden sonra yapılan gözden geçirme sırasında, İngiliz Hükumeti, nükleer endüstrinin iklim değişikliğine karşı savaşmak adına yeni reaktörler yapılmasını için para talebine “hayır” yanıtı vermiştir. 6 ay sonra da iki yeni nükleer santral planını iptal ederek, ilk kez 40 yıllık nükleer tarih içinde İngiltere’yi yeni nükleer santral planı yapmadığı bir döneme sokmuştur. (3)

Nükleer santrallerin maliyetlerini arttıran nedenler sadece ilk yatırım, işletim ve güvenlik tedbirlerinin yüksek olması da değil. Nükleer santrallerin ekonomik ömrü dolduğunda ortaya çıkan söküm maliyetleri ise işin bir başka boyutunu gösteriyor. ABD'de kapatılan Maine Yankee nükleer santralinin sökülmesinün maliyeti 2 milyar dolara mal olmuştur. Aynı santral, 1972 yılında 231 milyon dolara yapılmıştır.(4) Yine nükleer endüstrinin pek bahsetmediği ama başta bizim gibi finansman sorunu yaşayan gelişmekte olan ülkelerde görülen bir başka sorun da yapım sürelerinin planları tutmaması (ortalama 10 yıl) nedeniyle artan maliyetlerdir. Arjantin'de Atucha-2 reaktörünün 1979 yılından bu yana bitirilemediğini anımsatmak yeter herhalde. Yapım yılının uzaması maliyet hesaplarının altüst olması, kredi faizleri ve geri ödemelerin de başlamasıyla yatırımın ölü doğması demektir.

Bütün bunlar gibi, nükleer endüstrinin pek söz etmediği bir başka maliyet ise “toplumsal” ya da “sosyal maliyet” kavramıdır. Her yatırımın bir çevresel riski ve getirdiği sosyal maliyetleri vardır. Sosyal maliyet, çevreye verilen zararı, bir kaza sonrası insan sağlığına ve topluma verilebilecek olanları, konu nükleer santral ise nükleer atıkları, söküm sırasında yaşanan problemleri ve sübvansiyonlar ile çalışanların olası sağlık problemlerine kadar oldukça geniş bir alanda yaratılacak olan maliyetleri inceler ve ekonomik karşılığını bulur. Bütün bunlar elektriğin maliyetine eklenince zaten pahalı olan nükleer santrallerden elde edilen elektriğin oldukça pahalı olduğu rahatlıkla görülebilir. Aşağıdaki tabloda da görüldüğü gibi, 1992 ve 1997 yılında yapılan iki ayrı çalışmanın sonucunda sosyal maliyetleri eklenmiş bir hesaplama sonucunda nükleer santrallerden üretilen enerjinin kilovatsaat maliyeti 11 sent civarında hesaplanmıştır. Rüzgar enerjisi bundan 7 sene önceki fiyatlar hesaplandığında bile sadece 6 sent civarı bir maliyetle doğal gazla beraber en avantajlı alternatiftir. (5) (6) Ele alınan enerji kaynakları sırasıyla eski kömür, yeni kömür ....

Pearce tarafından yapılan araştırmadaki bir tablodan yararlanarak her enerji kaynağının sosyal maliyetini de görebiliriz. Aşağıdaki tabloda hiç yok denecek kadar sosyal maliyeti olan rüzgar enerjisinin bugün, kilovatsaat başına 3.5 ila 4 sent’e kadar inen maliyetlerini de gözönüne aldığımızda; sosyal maliyet dahil toplam maliyetin rüzgar enerjisi için 5 sent’in de altında olduğunu söylemek çok da zor olmayacaktır. Nükleer enerji, iki katı maliyetiyle artık bir alternatif bile değildir.

Merak edenler ve sosyal maliyet kavramını anlamamakta (ya da kabullenmekte) direnenler için klasik maliyet hesaplarını da anımsatmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Rüzgar enerjisinin 3.5 ila 4 sent arasında değişen bugünkü fiyatlarını akılda tutarak, 1997’de yapılan bir karşılaştırmada, Almanya’da nükleer enerjiden elde edilen elektriğin kilovat saatinin maliyetinin 7.5, İngiltere’de ise 8 sent civarında olduğu açıkça gösterilmektedir. (7)

Nükleer santrallerin başımıza açtığı tüm sorunlar ne yazık ki sosyal maliyet hesaplamalarıyla ortaya çıkacak kadar yalın ve matematiksel değildir. Nükleer atıkların, özellikle de yüksek seviyeli radyoaktif atıkların yarattığı sorun, matematik ve ekonomi bilimlerinin de sınırlarını zorlar. Nükleer enerji pahalı olmasının yanı sıra, “atık sorunu” gibi kelimenin tam anlamıyla çözümsüz” olan bir probleme de sahiptir. Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, bu sorunu gayet iyi özetlemiştir. “Bir nükleer reaktör normal operasyonlar sırasında bile atmosfere ve kuruldukları yerlerdeki nehir, göl ve denizlere, düzenli olarak radyoaktif gazlar ve radyoaktif izotopları içeren soğutma sularını deşarj etmektedir. Buna ek olarak kullanılmış nükleer yakıt çubuklarının yeniden ayrıştırma tesislerine gitmeden, santral civarındaki havuzlarda soğutulması gerekmektedir. Bu tonlarca kullanılmış yakıt çubukları, bozunma ömürleri yüzbinlerce yıl olan, binlerce yeni radyoaktif izatop ihtiva eder.” Atıklar, sadece tükenmiş yakıt çubuklarıyla sınırlanmış değildir. Ortalama 1000MW gücündeki bir reaktör bir yılda 30 ton yüksek düzeyde, 300 ton orta ve 450 ton düşük düzeyde atık üretir.

Nükleer atık denildiğinde hep nükleer santrallerden çıkan atıktan bahsederiz ama aslında uranyum madenciliğinden başlayan tüm nükleer yakıt zinciri içinde radyoaktif atıklar üretilir ve birçoğu binlerce yıl boyunca tehlike yaratacak radyoaktif bir tarihi gelecek kuşaklara bırakırlar. Nükleer reaktörlerde ise yüksek radyoaktivite içeren atıkların düzenli bir şekilde reaktörlerden alınması gerekir ve bu kullanılmış yakıt çoğu santrallerde su dolu havuzlarda soğutmaya alınır. Bağımsız uzmanlara göre, kullanılmış yakıt miktarı 2010’a gelindiğinde 322000 tonu bulacaktır. 50 yıllık nükleer macera boyunca değişik öneriler konuşulup durulsa da, hala nükleer atıkları doğadan tamamiyle izole edilecek bir yöntem bulunabilmiş değildir. Prof. Dr. Hayrettin Kılıç’ın da belirttiği rutin deşarjlar da işin bir başka boyutudur.

Nükleer santrallerin ekonomik olmadıklarına bir başka iyi örnek de, nükleer enerjiye verilen sübvansiyonlardır. Eğer nükleer enerji denildiği kadar ucuz olsaydı sübvansiyonlardan bahsetmek mümkün olmazdı. Ama bugün birçok ülkede nükleer santraller sübvansiyonlara ayakta kalmaktadır. Örneğin, Türkiye’de her nükleer ihalede gündeme gelen Kanada’nın CANDU reaktörleri için yapılan yardımlara göz atmakta yarar var. AECL firması CANDU tipi reaktörlerin dizaynını ve pazarlamasını yapıyor. AECL, 1953’ten 2000 yılına kadar, ayakta kalabilmek için Kanadalı vergi mükelleflerinin 16.6 milyar dolarına gereksinim duydu.(8) Sadece 2000 yılına bakıldığında, Kanada’daki federal hükumetin yenilenebilir enerji kaynaklarına verilen toplam sübvansiyonların 13 kat daha fazlasını, bir yıl içinde AECL’ye verdiğini (1999’da 156 milyon dolar) görüyoruz.

Yenilenebilir enerji kaynakları ve enerji verimliliği

Bugün gerek “iklim değişikliği”nin önüne geçmek, gerek temiz ve ucuz enerjiyi sınırsız kaynaklardan sağlayarak dünya barışına katkıda bulunmak için elimizdeki yegane çözüm yenilenebilir enerji kaynakları ya da bizim sıkça dile getirdiğimiz adıyla “barışçıl enerji” kaynaklarıdır. Petrol gibi sınırlı kaynaklar için insanların öldürülüp, yine bu sınırlı kaynaklar uğruna ölündüğü günümüzde sınırsız ve hemen her ülkede değişik formlarda bulunan bu kaynaklar dünya barışı için büyük bir umut teşkil ediyorlar. Yenilenebilir enerji kaynakları ve enerji verimliliği ciddi çözüm önerileridir ve nükleer bu kaynakların yanında “alternatif” bile sayılmaz. Almanya'da hali hazırda 20 bin 622, İspanya'da 11 bin 615, ABD’de 11 bin 603, Danimarka'da 3 bin 136 ve Portekiz, İtalya ve İngiltere’de 2 bin MW civarında kurulu güçler var. (9 ) (Ekteki harita 2006 yılı rakamlarını gösteriyor) Almanya tek başına Türkiye'nin tüm enerji santrallerinin sahip olduğu kurulu gücünün yarısına yakın rüzgar gücüyle başı çekmektedir. Türkiye'de 2020 yılına kadar kurulması gerekli denilen 2-3 nükleer santralin sağlıyacağı elektrik enerjisini rüzar enerjisinden daha ucuza ve çok daha kısa bir sürede sağlamak mümkündür. Almanya’da 2006 yılında eklenen rüzgar kurulu gücü 2 bin 233 MW’tır. Nükleer enerji için bu, hayal bile edilemeyecek bir hızdır ve eğer acil enerji yatırımlarıyla korkutulan halka ciddi ve hızlı bir çözüm önermek istiyorsanız bunun adı nükleer değil rüzgardır!

Türkiye enerji savurganı bir ülkedir. Enerji Bakanımız Hilmi Güler'in'de teyid ettiği kayıplar %21 civarındadır. OECD ortalaması ise %7'dir! Türkiye bir güneş ülkesi olmasına rağmen gerek yalıtım, gerekse plansız yapılaşmalar ve yanlış yapı malzemelerinin kullanılması yüzünden, Türkiye'de bir evin ısınması için Almanya'dan 6 kat fazla enerji harcanmaktadır. 5 kat az enerji harcayan ve 10 yıl daha uzun ömürlü verimli ampullerin kullanımı için bile bir kampanya veya teşvik yoktur. Türkiye'nin en büyük ve bağımsız enerji kaynağı, enerji verimliliği ve tasarrufu için yapacağı çalişmalardır.

Yenilenebilir enerji kaynakları Türkiye'nin işsizlik sorununu çözmesine yardım edecektir. Almanya'da geçmişi 10-15 yılı bulan yenilenebilir enerjiyle ilgili sektörlerde şimdiden 130 binden fazla insan çalismaktadır. Bu sayı, çağı kapanmış nükleer ve fosil yakıt sektörlerinde 100 - 120 bin arasındadır. Türkiye, hem fosil yakıtlardan kaynaklanan toplumsal maliyetleri azaltmak, hem de yeni iş alanlari açmak için, yenilenebilir enerjiyi tercih etmelidir. Son 10-15 yilda yenilenebilir enerji kaynaklarında görünen gelişme ve fiyatlarindaki düşüş sadece çevre ve insanlar için değil, ekonomi için de büyük bir fırsat olarak karşımıza çıkmaktadır.

Avrupa'da 2006 yılı sonu itibariyle kurulu Rüzgar gücü / Avrupa Rüzgar Enerjisi Derneği

Türkiye, yıllardır Çernobil’den “hızlandırılmış tren”e, TAEK’in kontrol edemediği ve İkitelli’de yüzlerce kişiyi hastanelik eden radyoaktif atıklardan İskenderun’da “MV Ulla” gemisiyle batan toksik atıklara kadar yaşadığımız bir dizi kazayla, olağandışı olayların olağanlaştırılmaya çalışıldığı bir ülke haline geldi. Greenpeace’in bilimsel raporlar eşliğinde yaptığı tüm uyarılara rağmen aktif Ecemiş Fay Hattı üzerine, Akkuyu’da nükleer santral yapmak isteyenler bu “kaza zihniyetini” devam ettirmek istiyorlar. 2 Mayıs 2002’de 4.1, 18 Agustos 2004’te 4.6 ve en son olarak 29 Eylül 2004’te 4.6 şiddetinde gerçekleşen depremler bile bü ülke insanlarının, nükleer santral isteyen ve Akkuyu deprem bölgesi değildir diyen hükumetlere güvenmemesi için yeterli neden teşkil etmektedir. Sinop’un 55 km. Doğusundan geçen fay hattı da başka bir tehlikedir.

Bütün bu nükleer karşıtı argümanlara rağmen Türkiye’de nükleer santral kurmayı istemek, aynı hızlı tren yerine hızlandırılmış tren istemek gibi “kazaya” başından davetiye çıkartmaktır. Son birkaç ayda yaşanan gelişmeler tüm Türkiye’ye bir kez daha göstermiştir ki, ülkemizde böyle bir hatanın sorumluluğunu alacak, kaza anında gerekli tedbirleri sağlayabilecek, güvenlik önlemlerini yerinde ve zamanında hayata geçirebilecek politikacı ve bürokratlar yoktur. Bu çağda nükleer enerjiye bel bağlamak kelimenin tam anlamıyla bir aymazlıktır.

Yapılması gereken; hemen doğru bir yenilenebilir enerji yasa tasarasıyla, Türkiye'de temiz ve barışçıl enerji kaynakları olan rüzgar, güneş, jeotermal, biyokütle gibi kaynaklara gidecek yatırımların önünü açmak, enerji verimliliği ve tasarrufu için harekete geçmek, AR-GE çalışmalarını desteklemek, çift taraflı sayaçlarla gerçek-tüzel kişilerin kendi gereksinimlerini karşılamak ve gerektiğinde gereksinim fazlasını satmasına olanak sağlayacak yatırımlara yönelmesine olanak sağlamaktır. Enerjinin etkin kullanımını sağlayacak yasa, düzenleme ve kampanyaların ise tüm bu önlemlerden önce hayata geçirilmesi olmazsa olmazdır.

(1) Energy White Paper, February 2003, Department of Trade and Industry, page 12.

(2) Nuclear Power Shut It Down Volume 1, The Ecologist,

(3) Construction of N-plants axed, Financial Times, 12th December 1995, UK

(4) Türkiye Enerji Sektöründe Karar Verme ve Rüzgar Enerjisinin Entegrasyonu Doç. Dr. Tanay Sıdkı Uyar

(5) Pearce, D. W., Bann, C. & Georgiou, E. (1992). The Social Cost of Fuel Cycles. Report to the Department of Trade and Industry, HMSO publications. ISBN 011-4142-882.

(6) Grubb, M. & Vigotti, R. (1997). Renewable Energy Strategies for Europe, Volume II. Royal Inst. of International Affairs, Energy and Environment Program. Earthscan Publ'ns. ISBN 1 85383 284 7.

(7) Grubb, M. & Vigotti, R. (1997). Renewable Energy Strategies for Europe, Volume II. Royal Inst. of International Affairs, Energy and Environment Program. Earthscan Publ'ns. ISBN 1 85383 284 7.

(8) Financial Meltdown, Federal Nuclear Subsidies to AECL, November 2000

(9) European Wind Energy Associatıon