yeşil ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yeşil ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sonuç ne olursa olsun

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Nisan 2017

Ben bu yazıyı yazarken halk oylaması henüz başlamamıştı. Sonuçları bilmiyorum ama gidilecek yol hakkında bir fikrim var. Sonuç ne olursa olsun ben o yolu yazmaya karar verdim.

Türkiye’nin çok sorunu var. Başkanlık gibi bir dert bu sorunlara eklenmemiş olsa bile işimiz zor. Halka “nedir bu sorunlar” diye sorunca genelde işsizlik, terör ve eğitimden bahsediyorlar. Çevre sorunlarını listenin başına koyan çok az. Medyada, sokakta gündem çevre değil. Yoksa çevre meselesi düşündüğümüz kadar önemli değil mi? Bir bakalım.

Ölümleri kıyaslamak elbette doğru değil ama bir sefere mahsus bunu yapacağım. 2016, Türkiye tarihine bombalarla geçti. 350’den fazla kişi hayatını terör saldırılarında kaybetti. Bu yüzden birçok anket sonucuna göre terör en önemli sorun ya da sorunlardan biri. Şimdi size başka bir rakam vereyim. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2016 sonunda açıkladığı rapora göre Türkiye’de hava kirliliği kaynaklı hastalıklar sonucu ölen insan sayısı 32 bin 668. Her 100 bin ölümden 44’ünün sorumlusu kirli hava ama insanlar farkında değil. Kimse park yerine alışveriş merkezine gittiği için daha sağlıksız olduğunu bilmiyor. Duble yollar yüzünden daha fazla kanser görüldüğünü kimse anlatmıyor. Ölüme hastalığa yatırım denildiğini bilmeyenlerin gündeminde haliyle çevre yok.  

İster Türkiye’yi yönetenlere sorun ister burada yaşayanlara… Çoğu çevre sorunlarının ekonomik dertlerden veya politik kavgalardan daha önemsiz olduğunu söyleyecektir. Halbuki aynı insanlara sağlık sorunlarının ne kadar önemli olduğunu sorsanız belki listenin en başına sağlığı koyacak. İyi bir hastane için oy verecek birçok kişi, kendisini hastanelik etmeyecek yeşil alanı bol kentlerin, doğal tarımı savunan politikaların, temiz enerji seçeneklerinin sorunun asıl çözümü olduğunu bilmiyor. Onlar beton binaları gelişme, kendisine temiz hava sağlayan ormanlardan geçen yolları kalkınma sanıyor. Yatırım dediklerinin kanser, astım ya da stres olduğunun farkında değil. Dünyada ama dünyadan çok uzakta yaşamaya devam ediyoruz. Hasta olduğumuzda para kazanan özel hastanelerle çevrilmişiz. Hastaneye giden hastanın azlığıyla değil hastane sayısıyla övünüyoruz.

Dünyada ise işler başka türlü ilerliyor. Gelişmenin tanımı çevre korumayla bütünleşti. Uygarlık düzeyiniz döktüğünüz betondan değil, koruduğunuz yeşil alandan anlaşılıyor. Ekonomi, eğitim, sağlık ve enerji gibi belli başlı politikalarınızı çevresel hedefleriniz belirliyor. Çevrenin ekonomi politikalarınızın süsü olduğu çağı geçtik, çevre politikalarınızın ekonomiyi şekillendirdiği çağdayız.

Bir örnek. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA) verilerine göre 2015 yılında güneş enerjisine yapılan yatırım 161 milyar dolar. İklimi korumak için geliştirilen yeni teknolojiler artık enerji sektörünün ana oyuncuları oldu. Bundan 10 yıl önce 16 milyar dolar yatırılan güneş enerjisi sektörü artık hem dünyayı iklim değişikliği tehdidinden koruma umudunun hem de enerji dönüşümünün en önemli oyuncusu oldu. Enerji üretiminde dev şirketlerin tekelini kıran, dünyadaki savaşlardan darbelere birçok kirli işin arkasındaki fosil yakıt şirketlerinin oyununu bozan, uğruna kimsenin ölmediği ve öldürmediği bir kaynaktan bahsediyoruz. Her gün herkes için doğan güneşten.

İster tek adam ister çok. Doğayı siyasetin tam merkezine koymayanların gelişmelerinin imkansız olduğu bir çağdayız. Size para kazandıran, istihdam yaratan, çevreye zararı en aza indiren, teknoloji transferine, yeni icatlara götüren her şey doğayı koruma anlayışını işin özü yapan anlayıştan geçiyor. Sonuç ne olursa olsun gelecek bu. Yaşamaya niyetliyseniz gelecekten kaçamazsınız. 

Gezi'den sonra enerji yatırımları

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/20 Ağustos 2013

Gezi Parkı Türkiye’de demokrasi ve çevre konusunda bir milat kabul edilebilir. Artık her şeyi ‘Gezi’den önce’ ve ‘Gezi’den sonra’ diye anlatacağız. Bu değişim süreci enerji sektörünü de çok yakından ilgilendiriyor. Özellikle de enerji yatırımlarının çevre ayağını.

Gezi’den sonra enerji alanında yatırım yapacakların daha dikkatli davranması şart. Bu uyarı sadece termik, hidroelektrik  ve nükleer santral kurmak isteyenleri ilgilendirmiyor. Rüzgar veya güneş santrali kuracaklar da kurallara harfi harfine uymak zorunda. Gezi’den önce ‘formalite icabı’ bir çevre etki değerlendirme raporu alarak gerekli belgeleri tamamladığını düşünen yatırımcıyı kötü günler bekliyor. Gezi Parkı’yla sokağa dökülenlerin dünyadan haberi var. Yurt dışında bir santral yapılmadan önce halka sorulduğunu, karar süreçlerine halkın katılımın nasıl sağlandığını, evrensel çevre sorunlarının ve standartlarının neler olduğunu biliyorlar. Bundan böyle yöre halkına birkaç kuruş veririz, iş vaadiyle kandırırız, muhtarı satın alırız gibi babadan kalma taktikleri unutun. Hükümetteki tanıdıklara güvenmeyin. Projelerinizi en yüksek çevre standartlarında hazırlayın. Yöre halkına danışın, gerekirse onların istekleri doğrultusunda projenizi revize edin. Belki projeden vazgeçmek zorunda bile kalabilirsiniz ama bilin ki bu halka karşı bir şeyler yapmaktan daha kârlı bir iş olabilir. Sinop, Gerze’de yaşananları düşünün. Gezi ruhu aslında orada kendisini göstermişti. Anadolu Grubu bilinen her yolu denedi ama nafile. Halk geçit vermedi. Bunca hazırlık, yatırım boşa gitti. Aynı hataya, hele de millet ‘3-5 ağaç’ için ayaklanmayı alışkanlık haline getirdikten sonra düşmeyin. Bırakın bu iyi alışkanlık sizi de olumlu etkilesin. Daha saygın, kabul görür işlere imza atın.

“Peki, nasıl yol alacağız” diye soruyor olmalısınız. Bildiğim bir örneği anlatayım. Zorlu Enerji’nin İkizdere HES Rehabilitasyonu Projesi için yaptığı çalışmayı okumanızı öneririm. Paydaş Katılımı Stratejisi ve Uygulama Planı başlıklı bu rapor, halkın proje hakkında ne düşündüğünü öğrenmeye çalışıyor. Çevre bilimciler, antropolog ve sosyologlar dört ay boyunca çalışıyor. Daha da ilginci, firma bu sürecin sağlıklı ilerlemesi için ÇED sürecini Ağustos 2011’de dondurma kararı alıyor. Raporun yayımlandığı tarih Mart 2012. Zorlu şu taahhüdü de veriyor: “Zorlu, topluma ve doğaya rağmen tek taraflı kararlar almayacağını bu çalışma ile başlatarak kamuoyuna beyan etmiştir. Yatırımının (çevresel ve sosyal) etki alanını sadece teknik bir mühendislik projesinin etkileri olarak değil, ulusal politikalardan başlayarak yerelde yaşayan insanın kaygılarına kadar geniş bir perspektifte belirleme isteğini bu çalışma ile başlatarak göstermiştir”. Rapor, insan merkezli bakış açısının egemen olduğu bir sektörden duymaya alışık olmadığımız bir şekilde, doğa merkezli bakış açısına da göz kırpıyor. Ekosistemlerin, doğal yaşamı olduğu kadar, toplumun yaşam alışkanlıklarını da şekillendirdiğine vurgu yapılıyor.

Zorlu Doğal Elektrik Üretimi A.Ş. İkizdere HES için 78 MW’lık (megavat) bir lisansa sahip. İşletmedeki kapasite ise 18,6 MW. Hukuki açıdan kapasite arttırımı için önlerinde bir engel yok ama yapılan değerlendirmeler ‘yeşil ışık’ yakmamış olacak ki bekliyorlar.  Sonrasını veya şirketin diğer yatırımlarını ayrıntılarıyla bilemem ama bu örneğe bakarak Türkiye’de olmayan, yapılmayan bir işin yapıldığını söyleyebilirim. Gezi’den sonra bu ve benzeri çalışmalara daha çok ihtiyaç duyulacağı ortada. Türkiye ve dünya değişiyor, ezberleri bozmanın vaktidir.

Kentlerde Yeşil Ulaşım

Bu yıl üçüncüsü yapılacak Yeşil Ekonomi Konferansı’nda kentlerdeki ulaşım politikaları tartışmaya açılıyor. Heinrich Böll Stiftung Derneğitarafından düzenlenen, "Kentlerde Yeşil Ulaşım" başlıklı konferansta toplu taşımacılığın kent içi ulaşımdaki rolünden bisiklet yollarına, kadınların, LGBT bireylerin ve engellilerin ulaşım araçlarına erişimde yaşadıkları zorluklardan ulaşımda yakıt konusuna kadar birçok konu uzmanlar tarafından değerlendirilecek. İstanbul Teknik Üniversitesi, Maçka Kampüsü Sosyal Tesisleri'nde gerçekleşecek Kentlerde Yeşil Ulaşım Konferansı'nda, Karadeniz Sahil Yolu'nu ele alan "Son Kumsal" adlı belgesel de gösterilecek. Bu belgeselle ilgili 2008 yılında yazdığım, Temel Reis'in Taka İnadı adlı yazıma da buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.

3 Aralık 2012 tarihinde İstanbul'da düzenlenecek konferansın programı aşağıda. Konferans ücretsiz ve Türkçe-İngilizce eş zamanlı çeviri var.

PROGRAM
09:00 Kayıt
09:30 Açılış konuşması
Dr. Ulrike Dufner - Heinrich Böll Stiftung Derneği

1. OTURUM – Kentlerde sürdürülebilir ulaşım politikaları

09:40 Ana konuşmacı:
Prof. Dr. H. Murat Çelik – İzmir YTE, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi
10:05 Soru-Cevap
10:30 Çay molası

10:45 Yeşil ulaşımın unsurları (Moderatör: Özgür Gürbüz )
Raylı sistemlerin kentiçi ulaşımdaki rolü - Yrd. Doç Dr. Ela Babalık Sutcliffe (ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü)
Karbonsuz bir ulaşım politikası - Önder Algedik (350 Ankara Aktivisti, İklim ve Enerji Danışmanı)
Ulaşım Yatırımlarının Sosyo-Ekonomik Faydaları - Araştırma Gör. Eda Beyazıt (İTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü)
11:45 Soru-Cevap
12:15 Yemek arası

2. OTURUM – Yeşil ulaşım örnekleri ve sorunlar

13:30 Belediyeler ve projeler (Moderatör: Barış Erdoğan)
Antalya Bisikletle Bütünleşik Ulaşım - Sevcan Atalay (Antalya Büyükşehir Belediyesi,
Ulaşım Planlama ve Raylı Sistem Dairesi Başkanlığı)
Yalova’da Organik Ulaşım - Mehmet Nuray Tozlu (Yalova  Belediyesi Ulaşım Hizmetleri Müdürü)
Yavaş Şehirler ve Ulaşım - Prof. Dr. Rıdvan Yurtseven (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Öğretim Üyesi-Cittaslow Türkiye Danışma Kurulu Koordinatörü)
14:30 Soru-Cevap
15:00 Çay molası

15:15 Kentlerde ulaşım ve insanlar (Moderatör: Ulrike Dufner)
İstanbul’un tarihi yarımadası ve yayalar - Sibel Bulay (Embarq Türkiye, Kurucu ve Yönetim Kurulu Üyesi)
Engellilerin ulaşım araçlarına erişimi - Yrd. Doç. Dr. Nilgün Camkesen (Bahçeşehir Üniversitesi, UYGAR Merkezi)
Toplumsal cinsiyet temelinde ulaşım hakkı - Tuğba Özay Baki (İstanbul Feminist Kolektif)
Kentlerde iki teker- Aydan Çelik (Bisiklet Yazarı ve Tasarımcısı)
16:15 Soru-Cevap
16:45 Çay molası

17:00-Ulaşımda yakıt sorunu (Moderatör:Senem Gençer)
Kentiçi ulaşımda hidrojen enerjisi – Dr. Fazıl Serincan (UNIDO-ICHET)
Temiz araçlar ve yakıt – Jonas Ericson (Stockholm Şehri-Temiz Araçlar Bölümü)
17:30 Soru-Cevap
18:00 Çay molası

18:15 Film gösterimi: Son Kumsal(The Shore)

Yönetmen: Rüya Arzu Köksal
Filmin özeti: Güzel bir yaz günü, Vakfıkebir kasabasının Dutluk plajında neşeyle bağrışan çocuklar, top oynayan, horon tepen gençler, güneşlenenler, yüzenler. Bir kaç yüz metre uzakta, onlarca kamyonun sahile boca ettiği kayaları denize dolduran iş makinaları. Koyun diğer ucunda ise otoyolu yine aynı dalgalardan korumak için yapılan dalgakıran inşaatları. Doğal limanların ve balıkçı barınaklarının otoyol yapımı yüzünden yok olmasıyla kendilerine yeni yerler arayan balıkçıların takalarını karayoluyla taşımaları ve trajikomik öyküleri... Karadeniz halkının, yol yapma bahanesiyle denizinden koparılmasının hikâyesi.


Çin’in yeşil ekonomisi ve Türkiye

Türkiye’de ekonomi tüketime dayalı, yapay bir büyüme eğilimi içerisinde. Çin’de ise teknoloji transferi, yerli sanayi ve çevre koruma alanındaki hedeflerin öne çıkarıldığı farklı bir büyüme modeli uygulanıyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/ 4 Kasım 2012

Ekonomi camiası sık sık Türkiye ile Çin’in adlarını birlikte dillendiriyor. Avrupa Birliği (AB) ve ABD’deki duraksamaya rağmen büyümeye (klasik anlayışa göre) devam eden bu iki ekonominin benzer özelliklerine dikkat çekiliyor. Son 30 yıl boyunca, yıllık büyüme oranını ortalama yüzde 10’da tutmayı başaran Çin’in yanına Türkiye’yi koymak özellikle hükümete yakın ekonomistlerin sevdiği bir iş. Ancak ‘Pekin ördeğinin ayağı’öyle değil. Gayri Safi Hasıla’nın son birkaç yılda Çin kadar artması, bize iki ekonominin de aynı yolda gittiğini anlatmaz. Kaldı ki, 2011 yılında Çin ve Arjantin’den sonra G-20 ülkeleri arasında en büyük üçüncü ekonomik büyüme oranına imza atan Türkiye’nin bu yılki performansıyla Çin’den uzaklaştığınıda görmek lazım.

2012’de Türkiye için öngörülen büyüme rakamı yüzde 4’ün de altında kalacağa benziyor. Çin ekonomisi de yavaşladı ancak 2012 büyüme oranının yüzde 7’lerde seyredeceği tahmin ediliyor. Çin’in imalat sanayi ve ithalat rakamları, ABD ile AB’deki ekonomik duraklamadan haliyle etkilendi ama hâlâ güçlü. Çin’in ekonomik krizi Türkiye’den daha az hasarla atlatmasının ardında gelecek vaat eden, gelişen sektörleri doğru belirleyip yatırım yapması gibi nedenler var. Türkiye ile Çin ekonomileri arasındaki birinci fark ekonomik büyümede süreklilik konusu, ikincisi ise yatırım yapılan alanların farklılığı.

2006 yılından bu yana atmosfere en çok seragazı bırakan Çin’in ekonomisinin yeşil bir vizyona sahip olduğunu belirtmekle işe başlayalım. Bunun hem ekonomik hem de çevresel nedenleri var. Yapılan araştırmalar, Çin’deki nehirlerin yüzde 60’ında su içilebilecek kalitede değil. Ülkedeki su kaynakları ve göllerin yüzde 70’i de ciddi boyutlarda kirlenmiş. Sadece su kaynaklı kirliliğin ülkede 360 milyon kişi için sağlık sorunları yarattığı belirtiliyor. Hızla gelişen sanayi kaynaklı kirlilik tarımsal üretimi de düşürüyor. Çin Devlet Çevre Koruma Genel Müdürlüğü, 2005 yılında çevre sorunlarının Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) yüzde 10’una mâl olduğunu söylüyordu. Bütün bunlar Çin’in neden bu kadar çok yeşil ekonomi vurgusu yaptığını sanırım açıklıyor. Peki, Çin neler yapıyor?

Bu soruya en iyi yanıtı Worldwatch Enstitüsü tarafından hazırlanan“Çin’de Yeşil Ekonomi ve Yeşil İş” adlı rapor veriyor. Rapor, enerji, ulaşım ve ormancılık alanlarına odaklanmış.Ormanlaştırma kampanyaları sonucu ortaya çıkan yeni verilere inanmakta zorlanıyorsunuz. “Altı Ana Ormancılık Projesi” ile sadece 1999-2008 yılları arasında 52 milyon hektar alana fidan dikilmiş ve Çin’in orman alanı yüzde 30 oranında artırılmış. 2010 yılında ise ülkenin yüzde 2,7’si koruma alanı olarak belirlendi. 122 milyon hektarlık bir alan. Ülkede 2 bin 150 adet orman parkı var ve bunlar biyoçeşitliliğin korunmasınısağlıyor.

ÇİNLİFİRMALAR İLK 10’DA
Enerji sektöründe en büyük değişim yenilenebilir enerji kaynaklarına yapılan yatırımın giderek artması. 2020’ye kadar 300 ila 460 milyar dolar arasında bir rakam hidroelektrik hariç yenilenebilir enerji kaynaklarına harcanacak. Çin’de elektrik üretiminin yüzde 70’inden fazlası kömürden elde ediliyor. Bu pay azalacak ve yerini güneş, rüzgar gibi temiz enerji kaynakları alacak. Güneşten elektrik üreten fotovoltaik panel üretiminde Çin Japonya ve Avrupa’yı geçti. Bu sektörde 100 bine yakın kişi çalışıyor ve 15 milyar dolar civarında ithalat yapılıyor. Worldwatch 2011-2020 yılları arasında fotovoltaik üretimi nedeniyle her yıl 23 bin kişiye yeni istihdam sağlanacağınıtahmin ediyor. Rüzgar enerjisinde de durum farklı değil. 2011 sonunda kurulu rüzgar gücü 63 bini megavatı geçti, tüm Avrupa’da bu rakam 100 bin megavat. Türkiye de rüzgar türbinleri kuruyor ancak Çin aynı zamanda üretim de yapıyor. Dünyadaki en büyük 10 türbin üreticisinden dördü Çin’den. Bundan, çok değil 5-10 yıl önce bu listede Çin’den bir firma bulamazdınız. Türkiye’de ise yerli türbin için çalışmalar var ama çok yavaş ilerliyor.

120 BİN KİLOMETRE DEMİRYOLU
Foto: O. Gurbuz
Bu durum sadece rüzgar veya güneş enerjisi için geçerli değil. Ulaşımdan, imalat sanayinin birçok alanına kadar ekonominin büyük bir bölümünde Çin’in araştırma-geliştirme yatırımları ön plana çıkıyor. Çin firmaları, yurt dışındaki firmaları satın olarak teknoloji ve bilgi birikimine erişiyorlar. Ülkeye gelen yabancı yatırımlara da ortak oluyor, hem kârı paylaşıyor hem de teknolojiyi öğreniyorlar. Kendi trenlerini, uçaklarını ve otomobillerini yapıp, uzay projelerini yürütüyorlar. Çin yüksek hızlı trenler için döşenmiş en uzun demiryolu hattına sahip (17 hat, 8 bin 400 km). 2020 hedefi bu rakamı 18 bin kilometreye çıkarmak. Hızlı trenler yolcu taşımacılığı için önemli ama ticaret için daha yavaş giden, ekonomik trenlere ihtiyacınız var. Ülkede bu konuda da çok ciddi çabalar var. 2002 ile 2009 tarihleri arasında demiryollarıyla yolcu taşıma kapasitesi 1,5 kat; yük taşıma kapasitesi ise 1,6 kat arttı. 2015’e kadar Çin’deki demiryolu ağının 120 bin kilometreye ulaşması bekleniyor. Kentlerde raylı taşımacılığın payı da inanılmaz bir hızla artırılıyor. 2001 yılında 900 milyon kişi kentlerde demiryoluyla taşınıyordu, beş yıl sonra bu rakam ikiye katlandı;1 milyar 800 milyon oldu. 2010 yılına gelindiğinde metro ve hafif metro ağının uzunluğuŞanghay’da 420, Pekin’de 330 kilometreyi buldu.

Çin, bu alanların bazılarında özellikle ileri teknoloji konusunda hâlâ dışa bağımlı ancak “makus talihi” değiştirmek için adım attıklarını ve devlet desteğiyle ciddi bütçeler ayırdıklarınıgörmezden gelmemeli. Türkiye’de ise yatırım denince akla alışveriş merkezi, konut projesi, köprü veya otoyol geliyor. Büyük projelerin çoğunda aynı Çin’de olduğu gibi yabancıortaklar var ama işin içinde teknoloji transferi gibi bir kavram ya da plan yok. Çevrenin korunması gündemde bile değil. Sokağa çıkıp protesto gösterisi düzenlemenin çok zor olduğu Çin’de geçtiğimiz hafta bir petrokimya tesisinin genişletilmesi planıhalkın tepkisi nedeniyle durduruldu. Bizde çevrecilerin neredeyse sokağa çıkmadığı gün yok ama hükümetin diyalog kurmaya bile yanaşmadığını görüyoruz. Çin’in gördüğünü Türkiye neden görmüyor, merak etmemek elde değil.

Dünyayı yeşil ekonomi mi kurtaracak?

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/29 Haziran 2012

Birleşmiş Milletler Yeryüzü Zirvesi 20 yıl aradan sonra yeniden Brezilya'nın Rio kentinde yapıldı. 20 yıl önceki zirvede yepyeni bir kavramla tanışmıştık: 'Sürdürülebilir kalkınma'. 1992 yılındaki Rio Zirvesi sürdürülebilir kalkınmadan bahsediyordu ama sorunun çözümü için formül çok daha önce Roma Kulübü (Club of Rome) tarafından ortaya atılmıştı. Rio'dan tam 20 yıl önce, dünyaca ünlü üst düzey bürokrat ve bilim insanlarının kurduğu Roma Kulübü hastalığın adını doğru tarif etmişti. Büyüme denen hastalık gezegeni ve üzerinde yaşayan canlıları tehdit ediyordu. 1972 yılında Roma Kulübü'nün çok ses getiren raporunun adı, 'Büyümenin Sınırları'ydı (The Limits of Growth).

Bu rapordan 20 yıl sonra, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından düzenlenen, onlarca sivil toplum örgütü ve hükümetler tarafından desteklenen 1992 Rio Zirvesi'nin, belki de bileşenlerinin bağımsız düşünürler kadar özgür olamamasından dolayı büyümeye sınır koymayı telaffüz etmek yerine sadece “sürdürülebilir büyüme” diyebilmesi manidardı. Özetlersek, bu söylem şu anlama geliyordu: “Büyüme kaçınılmaz ancak fabrikaları kurarken ağaç kesmemeye dikkat et, kesersen de yerine yenilerini dikmeyi unutma”. Kesilen ağaçların ormanın bir parçası olduğu, dikilen fidanlarınsa orman olması için yıllara ihtiyaç duyulduğu unutulmuştu. Sürdürülebilir kalkınma denen kavram yaşam pahasına da olsa büyümeyi sorgulamayadığı için bir süre sonra 'bildiğini okumayı sürdürmenin' ta kendisi oldu.

BALIKLARIN %32'SİNİN SOYU TÜKENMEK ÜZERE
1992 yılındaki korkaklığın bedeli ağır oldu. 20 yıl kaybedildi. Bu 20 yıl boyunca onlarca tür yok oldu; su, toprak ve hava kirletildi. 1996 yılında insan faaliyetleri tarafından tehdit edilen hayvan türü sayısı 5 bin 205'ti. Sadece sekiz yıl sonra bu rakam 7 bin 266'ya çıktı*. Bugün, kayıt altına alınmış memelilerin yüzde 21'i, kuşların yüzde 12'si, sürüngenlerin yüzde 28'i, amfibilerin yüzde 30'u ve balıkların yüzde 32'si soylarının tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya**. Tüm bu örneklerin aralarında insanın da dahil olduğu tüm canlıların yaşamını tehdit ettiğini herhalde ayrıca açıklamaya gerek yok.

ÖNCE YAŞAM SONRA KALKINMA
Bu yılki zirvenin yıldızı 'yeşil ekonomi'nin sonu da sürdürülebilir kalkınma gibi olabilir. Son yıllarda sıkça konuşulmaya başlanan yeşil ekonomi kavramı 'yanlış anlaşılma' ve 'yanlış anlatılmaya' açık. Yeşil ekonominin yaşamı, büyüme ve kalkınmanın önünde tutan özüne vurgu yapılmazsa, 2012 zirvesinin 1992'den bir farkı kalmayacak. 2012'deki Rio+20 zirvesinin sonuç metnine baktığınızda tam da bunu görüyorsunuz. Sonuç metni her şeyden önce yeşil ekonomiyi sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğu azaltma kavramlarıyla birlikte değerlendirerek kalkınmacı mantığa yeşil ışık yakıyor. Daha sonra sürdürülebilir kalkınmaya her ülkenin farklı yöntem, yaklaşım ve modellerden ulaşabileceğini belirterek binbir türlü bahaneye zemin hazırlıyor. Yani hem kalkınacaksınız, hem yoksulluğu azaltacaksınız hem de ekosistemi koruyacaksınız. Bu üç hedef gelişme yönündeki ülkeler için bir yol haritası çizebilir. Aynı zamanda gelişmiş ülkelerin refah seviyesinde küresel bir denge sağlanması için teknoloji ve sermaye transferine olabak sağlaması ve ekonomilerinde planlı bir daralmayı göze almaları gerekir. Dünyanın sınırlı kaynakları bugün herkesin bir Amerikalı gibi yaşamasına olanak vermiyor. Gelişmiş ve çok tüketen devletlerin bugünkü durumu sürdürmelerine karşı çıkmaz, bu konuda bir şey söylemezseniz dünyanın sınırlarını zorlamaya devam edersiniz. 40 yıl önce Roma Kulübü sınırsız büyümenin mümkün olmadığını söylemişti. Haklıydılar. O tarihte küresel ısınmadan bile bahsedilmiyordu. Bugün küresel ısınma yaşadığımız çevre sorunlarının sadece bir tanesi. Yapılacak en büyük hata bugünden sonra sürdürülebilir yaşam yerine sürdürülebilir kalkınmada ısrar etmek olur.

ÇOCUKLARINIZ MI CİPİNİZ Mİ DAHA ÖNEMLİ?
Sonuç metninde, yeşil ekonominin sınırlarının sert kurallarla çizilmemesini istediklerini açık açık yazmışlar. İtirazım yok. Bu esneklik zaten yeşil ekonomiyi farklı yapan yegane unsur. Sistem değişikliği öneriyor ama kısa sürede gerçekleşecek bir devrimden bahsetmiyor. Elektrik üretimini yenilenebilir enerji kaynaklarıyla sağlayarak hem talebi karşılıyor hem de istihdamı arttırabiliyor. Evlerin çatılarına kurulabilen güneş panelleriyle, enerji verimliliği ve küçük toplulukların sahip olabildiği mütevazi rüzgar türbinleriyle aslında enerji gibi büyük sermayeye sahip oyuncuların kontrolündeki bir sektöre daha az sermayeli yeni oyuncuların katılmasına fırsat veriyor. Doğanın sömürüsü üzerinden elde edilen karın karşısında olduğu için hem yokoluşu yavaşlatıyor hem de bu amaca hizmet eden kar odaklı teknoloji yerine daha emek yoğun seçenekleri ortaya atıyor. Bu, yeşil ekonominin istihdamı arttırma araçlarından biri. Bir başkası da çalışma saatlerinin düşürülmesi. Yeşil ekonominin temel prensipleri arasında refahı toplumun her kesimine yayma var. Haftalık çalışma saatlerini düşürerek iş paylaşımına ve istihdam artışına destek veriliyor. Çok iyi gelir getiren bir işe sahip kişinin gelirinin bölüşülmesi ancak bu yolla sağlanabilir. Bu kişi, 40 değil 30 saat çalışsa da temel ihtiyaçlarını sağlayacak geliri elde eder, kalan saatlerde çalışan diğer kişi de işsiz kalmadığı gibi onun gelir seviyesine yaklaşır veya yakalar. Mütevazi bir gelir lüks tüketim malları için değil, temel ihtiyaç ürünleri için tüketilir ve gereksiz üretim önlenerek doğal kaynakların korunması sağlanabilir. Çalışma saatinin düşürülmesi sosyal refahı ve bireysel mutluluğu da arttırır. Ailesine, çocuklarına ve sevdiklerine daha uzun zaman ayırabilen sosyal insan gezegene yeniden döner. Daha uzun tatiller ve yavaşlayan hayat beraberinde tüketimin dolayısıyla yokoluşun hızını düşürür. Tüm bunların yaşam kalitesini yükselttiğini de gözden kaçırmamak lazım. Son model bir cipe binmeyi, haftada altı gün çalışıp çocuğunuzun yüzünü görmemeye tercih ediyorsanız o başka tabi! Bu gibi tedbirlerden bahsetmeden yeşil ekonomiden bahsetmek mümkün değil.

Avrupa'da rüzgar enerjisi sektöründe çalışan işçi sayısı ve gelecek yıllara ait tahminler:
 

BİR MİLYAR İNSAN AÇ
Bu gibi örneklerin radikal olduğunu düşünenler varsa şu 'radikal gerçekleri bir kez daha hatırlasın. Gezegenin sınırlarını zorladığımız için her geçen karşımıza çıkan ekonomik krizler onlarca sosyal sorunu da beraberinde getiriyor. 2007 yılında 178 milyon insan dünyada işsizken, 2009'da bu rakam 205 milyona çıktı. Özellikle gelişme yönündeki ülkelerde milyonlarca insan sosyal korumların da eksikliğiyle zor duruma düştü. Son ekonomik kriz yüzünden aşırı derecede sefalet içine düşen insan sayısının 47 ile 84 milyon arasında olduğu tahmin ediliyor***. Dünya Tarım Teşkilatı (FAO) 2009'da aç yaşayan insanların sayısının tarihte ilk kez 1 milyarın üzerine çıktığını açıkladı.

Unutmayın, yeşil ekonomi zenginlerin satın alabildiği ürünleri yeşil paketlere koymak için değil, yoksulların yaşamlarını makul bir seviyede sürdürebilmeleri amacıyla o ürünleri paylaştırmak ve doğadaki tüm canlıların yaşam hakkına sahip çıkmak için var.

*The World Conservation Union-Species Survival Comission
**Vital Signs 2011, Worldwatch.

***The Global Social Crisis, UN, 2011.

Yeşil kapitalizm imkânsızdır

Yeşil ekonomiyi kapitalizm limanından ayrılmış bir gemiye benzetiyorum. Varmak istediği liman, kapitalizm dışında bir yerde. Başka türlü doğanın korunamayacağı açık. Ancak geminin rotası yolda şekilleniyor, arada sistemin içindeki limanlara uğruyor. Mesele dümeni sağlam tutabilmekte.

Özgür Gürbüz-Birgün/24 Haziran 2012

Bu aralar yeşil ekonomi gündemde. Dört gün önce Birleşmiş Milletler, Rio de Janerio'da büyük bir zirve organize etti. 1992 yılındaki ilk yeryüzü zirvesinin üzerinden 20 yıl geçti ama gidişat hiç iyi değil. Bu nedenle de hükümetler ve sivil toplum örgütleri yeniden biraraya geldiler. Amaç, dünyayı kurtarmak. İlk zirvenin dünyaya hediyesi sürdürülebilir kalkınma kavramı olmuştu. Bu defa amaç yeşil bir ekonominin yol haritasını çizmek, dünyada yeşil ekonomiyi hâkim kılmak. Yıllardır yeşil ekonomi üzerine kafa yormama rağmen bu işe çok sevindiğim söylenemez. Dünya ülkelerinin liderleri, resmi sivil toplum örgütleri, bankalar falan filan bu işin içindeyse korkmak lazım. Korkmalı ama yeşil ekonomiden değil, onun dönüştürüleceği halinden...

Fikret Başkaya, 20 Haziran'da başlayan ve 22'sinde son bulan zirve öncesi yazdığı yazıda, 1992 zirvesi sonrası olanları çok güzel özetlemiş. Diyor ki, “Yeryüzünün egemenleri bundan böyle kalkınmayı gerçekleştirme, yoksulluğu ortadan kaldırma, doğayı ve insanlığın geleceğini koruma sözü veriyorlardı... Artık her kelimenin önüne ‘sürdürülebilir’ niteleme sıfatı eklenebilirdi... İşte, sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir büyüme, sürdürülebilir tarım, sürdürülebilir turizm, sürdürülebilir enerji, sürdürülebilir su, vb... Bu amaçla ‘Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Komisyonu’ [SKK] kuruldu. Daha doğrusu bu iş ‘komisyona havale edildi’... Ve ondan sonra tüm benzer komisyonlar gibi adı pek duyulmadı... 2012 zirvesi de işte bu komisyon tarafından düzenleniyor...” Başkaya'nın yazısını bulup okumanızı öneririm. Yazı, bu zirveden sonra aynı şeyin bu defa da yeşil ekonomi konusunda yaşanacağına dikkat çekiyor. Kalkınma yeşil olacak, büyüme yeşil olacak ama her şey bildiğiniz gibi hatta daha da hızlanarak devam edecek diyor Fikret Başkaya. Aynı kaygıyı taşımadığımı söylesem yalan olur ancak farklı düşündüğüm noktalar da var. Başkaya'nın yazısı üzerinden değil, genel eleştiriler üzerinden giderek görüşlerimi belirtmeye çalışayım.

Bir fabrika çevreyi kirletiyorsa onu yeşile boyasanız da yine kirletir. Şirketler, bu zirveden sonra yeşile boyama faaliyetlerini hızlandıracak; orası kesin. Ancak, sırf bu yüzden yeşil ekonominin, kapitalizmin bir oyunu olduğunu söylemek bence doğru olmaz. Bu aslında sıkça yaşadığımız, kavramların içlerinin boşaltılması ve kapitalizmin birer oyuncağı haline getirilmesine bir örnek. Yeşil büyümeyi ben, doğal kaynakların geri gelmeyecek şekilde kullanılmasına olanak tanımayan ve bu tanım içerisinde kalabilme şartıyla izin verilen gelişme şeklinde tanımlıyorum. Birçok şirket ise muhtemelen, “kestiğim ağaç kadarını dikersem yeşil yeşil büyümüş olurum” diye düşünüyordur. İşte bu yüzden, bu kavramlara sahip çıkmaya ve içlerini doğru kelimelerle doldurmaya çalışmalı. Yoksa hayatımız yeni kavramlar üreterek geçecek.

NEDİR BU YEŞİL EKONOMİ?

Yeri gelmişken yeşil ekonomiden ne anladığımı da belirtmek isterim. Yeşil ekonomiyi kapitalizm limanından ayrılmış bir gemiye benzetiyorum. Varmak istediği liman, kapitalizm dışında bir yerde. Başka türlü doğanın korunamayacağı açık. Ancak geminin rotası yolda şekilleniyor, arada sistemin içindeki limanlara uğruyor. Mesele dümeni sağlam tutabilmekte. Bir günde devrim vaat etmiyor anlayacağınız ama başka bir denize ulaşmak istediği de açık. Ulaşamazsa zaten yeşil ekonomi de hayal olacak. Bunu ben böyle söylüyorum ama liberal bir ekonomist başka bir tanım da yapabiliyor. En çok eleştirilebilecek noktalardan biri de bu ve benzeri tanımlarda ortaklaşılmamış olmaması. O yüzden kavramlara sahip çıkılmasını önemsiyorum. Öyle bir tanım yapmalıyız ki, örneğin, toplumun temel ihtiyaçlarının mülkiyeti konusu netleşmeli. Su, enerji ve gıda alanlarının şirketlerin tam kontrolüne bırakılmasının doğru olmayacağı ortada. Sadece piyasa üzerinden yapılan müdahalelerin, yoksulların bu kaynaklara erişimini, çevresel tahribatı azaltacağını öne sürmek zor. Pratikte bunu gördük. Dev enerji şirketlerinin nükleerden çıkma kararı alan Almanya'da hükümeti tehdit ettiğine, ülkemizdeki HES yapımlarında özel sektörün kâr amacıyla çevresel yıkımlara yol açtığına hep birlikte şahit olduk.

Bir ideolojiyi, kavramı hayata geçirmek için önce duyulmasını sonra konuşulmasını sağlamak zorundasınız. Yeşil ekonomi bunları başardı, şimdi anlaşılması ve uygulanması gerekiyor. İşte bu noktada şirketler kavramın içini boşaltıp, bir anlamda yanlış anlaşılması için ellerinden geleni yapıyorlar. Rio'daki zirvede hükümetler de bu kampanyaya adeta el attı. (Örneğin Türkiye'yi temsil eden resmi heyetin başında Kalkınma Bakanlığı var. Kalkınma diye diye çevrenin nasıl katledildiğine, Türkiye iyi bir örnek halbuki). Yanlış anlaşılırsa yanlış uygulanacak, gemi bildiğimiz limanlarda turlamaya devam edecek.

Uzunca bir süredir tüketim toplumunun alışkanlıklarıyla beslenmiş, bireyselleştirilmiş ve yalnızlaştırılmış dünyamızı bir günde başka bir hayata geçirmenin oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Tüketim ve seyahat alışkanlıkları, çalışma biçimleri, endüstriyel birikimin değişimi ve bunun gibi onlarca farklı alanda yeni bir dünya kurmaktan bahsediyoruz. Bir anda hepsini, insanların zihnini değiştirmek hiç kolay değil. Yeşil ekonomi bunu bir süreç içinde gerçekleştirmeyi öneriyor ve belki de reformist diyebileceğimiz bu yaklaşım nedeniyle eleştiriliyor. Yeşil ekonomiye yeşil kapitalizm diyenler bile var. Açıkçası bu iddia bana biraz kolaycılık gibi geliyor çünkü yeşil ekonomi her şeyden önce kalkınmacı anlayışı reddeder, onu önceliği yapmaz. Kalkınma öncelik olduğunda doğa koruma zaten hayal olur.

SİZİN DİLİNİZİ KONUŞMAYANLARIN EKONOMİSİ
Yeşil ekonominin diğer ekonomik sistemlerden bir farkı da, insanın dilini konuşamayanların ve henüz doğmamış olanların, üretim sürecinden çekilmiş emeklilerin haklarını savunuyor olması. Bitkiler, hayvanlar bu ekonomik sistemde varlar. Sosyal maliyet kavramı yaşamın değerini hesaplayamasa da kapitalizm içinde değersiz kabul edilen canlıların hayatlarını dikkate alır. Hava, su ve toprak bedelsiz üretim girdisi değildir. Gerçek sosyal ve çevresel maliyetler hesaplanmak zorundadır. Yaşam hakkına saygı nedeniyle de insan merkezli bakış açısı reddedilir. Kelaynakların tek bir yaşam alanı varsa, o bölgeye herhangi bir müdahale yeşil ekonomi açısından kârlı değildir ve reddedilmek zorundadır.

Kısacası, sıfır büyüme veya ekonomik daralmadan söz eden bir iktisadi anlayıştan bahsediyoruz; bu nasıl kapitalist olabilir ki? Kapitalizm için tüketmek ve büyümek olmazsa olmazdır. Çalışma saatlerinin düşürülmesi ve tembellik hakkı gibi kavramlar tüketim toplumunun tam tersi bir modele işaret eder. Zenginliğin eşit dağılımı, ülkeler arası ekonomik işbirliği sonucu az gelişmiş ülkelere teknoloji ve finans desteğinin sağlanması ve o ülkelerde de sürdürülebilir yaşamın desteklenmesi gibi kavramlar temel prensipler içerisinde yer alıyor. Toplumsal cinsiyet, kültürel eşitlik konuları önemsenirken, gezegenin ekolojik sınırlarını dikkate alan bir ekonomik model öneriliyor. Bilimde ihtiyatlılık ilkesini, yerel ekonomileri ve katılımcılığı ön plana çıkarıyor. Dört dörtlük bir model olmayabilir ama öyle hemen çöpe atılacak kadar da kötü değil.

Büyüme dediğin yalan gel biraz da sen oyalan

Özgür Gürbüz-Birgün/8 Nisan 2012

Türkiye ekonomisi 2011 yılında yüzde 8,5 oranında büyümüş! Ekonomi gündeminin kuşkusuz en önemli maddesi, geçen hafta açıklanan büyüme rakamıydı. Açıkça yazarsak, gayri safi yurtiçi hasılada (GSYH) 2010 yılına göre yüzde 8,5 oranında artış olmuş. Bu ne demek? Türkiye'de daha çok mal ve hizmet üretilmiş demek. GSYH, bir ülkede üretilen mal ve hizmetin para birimi üzerinden hesaplanmasıdır. Şimdi can alıcı sorumuzu soralım. Siz büyüme rakamı yüksek çıktığında sevinenlerden misiniz yoksa üzülenlerden mi? Ben üzülenlerdenim.

İNSAN ÖLDÜRMEK EKONOMİYİ BÜYÜTÜYOR
Büyüme rakamı üzerinden yapılan tartışmaları izledim. Hükümete yakın ekonomistler bu büyümenin ayakları yere basan, sağlıklı; uzak duranlar ise özellikle cari açık yüzünden kırılgan olduğunu söylüyorlar. Bence iki taraf da yanılıyor. Her şeyden önce büyüme denen şey kocaman bir yalan, kapitalist ekonomik sistemin yarattığı bu aldatıcı gösterge, gerçek gelişme veya ilerleme adına hiçbir şey ifade etmiyor. Kapitalist bir ekonominin büyümesi için ana kıstas mal ve hizmet ticaretinin artması. Malın veya hizmetin ne olduğu önemli değil. Ağaç kesilip masa yapılsa ekonomi büyüyor. Salgın hastalık olsa ilaç satışı arttığı için yine ekonomi büyüyor.

Büyüme rakamına sevinenler için somut bir örnek verelim. Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKE) 2010 yılında 604 milyon liralık silah satışı yapmış. Tüm parçaların yurt içinde imal edildiğini düşünürseniz bu satış, o yılın ekonomisini 604 milyon lira değerinde büyütmüş demektir. Sizce bu sevinilecek bir şey mi? Hasta mısınız siz? Hâlâ, “evet, sevinilecek bir şey, ekonomi böyle bir şey” diyorsanız, sizi o silahlarla öldürülen kişilerin yakınlarıyla tanıştırmak isterdim. Bakalım sizinle aynı fikirdeler mi? Daha da trajik olan, bu silahlarla öldürülen kişilerin bile ekonomiyi büyüttüğü gerçeği. Ölen her kişi için satın alınan cenaze hizmetlerini düşünün, tabut masrafını, resmi dairelerdeki işlemler için ödenen ücretleri veya mezar yeri parasını. Bunların hepsi kapitalist ekonomik modelde büyüme hanesine yazılan artı değerler. İşte bu kadar saçma bir rakamı kendimize pusula edinmiş durumdayız.

GERGEDAN ÖLDÜRSEM EKONOMİ BÜYÜR MÜ?
Dünyada sadece insanlar yaşamıyor ama insanlar ekonomiyi 'büyütmek' adına her şeye hükmetmeye çalışıyor. Bir de hayvanlar üzerinden örnek verelim. Güney Afrika'da boynuzları için öldürülen gergedan sayısı giderek artıyor. Siyah gergedanların soyu tükenmek üzere. Sadece 2011 yılında 448 adet gergedan, boynuzları için öldürüldü. Gergedan boynuzları özellikle Asya ülkelerinde ilaç veya afrodizyak niyetine satılıyor. 1800 yılında 1 milyon gergedanın yaşadığı tahmin ediliyordu şimdi ise bu sayı 16 binlere kadar geriledi. 1989'da Çin'de gergedan boynuzunun kilosu 7.400 dolardı. Şimdi ise soylarının tükenme tehlikesine rağmen yarım kilosu 27 bin dolardan alıcı buluyor. Kaçak avcılığın önlenmesi için boynuzların kontrollü bir şekilde kesilip satılmasını önerenler bile var. Bu kabul edilirse satışlar kayıt altına alınacak ve satılan her gergedan boynuzu ekonomiyi büyüten bir etken haline gelecek. Harika değil mi? Bundan daha vahşi bir ekonomik gösterge olabilir mi?

GSYH'nin artmasının, kaybedilen değerler (toprak, su, canlılar) toplam veriden düşülmedikçe bir anlamı yok. GSYH yerine başka bir göstergeye ihtiyacımız var. Önerilerden bir tanesi Gerçek İlerleme Göstergesi-GİG (Geniune Progress Indicator). GİG'in yaratıcıları, GSYH'nin sadece pazardaki aktivitelerin sayısal değerini hesapladığını, sosyal ve ekolojik maliyeti dikkate almadığını söyleyerek medyadan politikacılara kadar herkese, ekonomik büyüme rakamlarını kullanmama çağrısı yapıyor. Yeşil ekonomiye yöneltilen, kapitalizmden ne kadar ayrı olduğunu açıkça gösteremediği yönündeki eleştirilere katılıyorum ancak yeşil ekonominin GİG gibi yeni kavramların yerleşmesi konusundaki çabaları da göz ardı edilmemeli.

Büyüme meselesi sadece rakamlardan ibaret değil. Sosyal gelişmişlik bence bir ülkenin gerçekten 'büyüdüğünü', ilerlediğini gösteren önemli bir konu. Yine basit bir örnekle açıklayalım. 25 Mart 2012 tarihinde Şili'de 7,1 büyüklüğünde bir deprem oldu. Çoğunuzun bu depremi duymadığından eminim. Bir kişi bile ölmedi, bir tek binada ciddi hasar yok. Dolayısıyla pek haber de olmadı. Deprem 200 bin kişilik Talca kentinin 27 kilometre ötesindeydi. Bir gün sonra, ayın 26'sında Muş'ta 5,0 büyüklüğünde bir deprem oldu. Bir kişi ağır yaralandı, yedi ev yıkıldı ve çöken ahırlar yüzünden hayvanlar öldü (telef oldu demiyorum). 2010 yılı verileriyle Türkiye, dünyanın en büyük 17. ekonomisi, Şili ise 43. sırada. Türkiye “şu kadar büyüdü, böyle ilerledi” diyenler bu rakamlara iyi baksınlar. Nüfusu çok olan bir ülkede otomobil de çok satılır. Gerçek ilerleme ise, işe otomobille değil, metroyla gidip gidemediğinizle ölçülür. Binlerce bina yaparak ekonomiyi büyütürsünüz ama deprem olduğunda o binaların başınıza yıkılıp yıkılmadığına bakılır.

***
Özgür Üniversite Forumu'nun son sayısında ekonomik büyüme konusu ele alınmıştı. Çok değerli makaleler var. Bu konuda daha detaylı bir yazım forum.ozguruniversite.org adresinde bulunabilir.

14 Nisan Cumartesi günü Denizli Nükleer Karşıtı Platform'un davetlisiyim. Nükleer santralların ekonomi ve güvenlik boyutunu konuşacağız. TMMOB Makine Mühendisleri Odası Konferans Salonu'nda saat 14:00'te.

Küçük güzeldir

Ekonomik büyüme söylemini eleştiren bu yazı 18 Ocak 2012 tarihinde Özgür Üniversite Forumu'nun, "Büyüme" başlıklı 33. sayısında yayımlandı.
33. sayının tamamını okumak için: http://forum.ozguruniversite.org/

Özgür Gürbüz-Özgür Üniversite Forumu/18 Ocak 2012

Çocukların daha doğduğu gün büyümesi istenir. Benim hatırladığım bir tek ninni var. “Uyusun da büyüsün, tıpış tıpış yürüsün” diye başlıyor. Daha sonra ninniye danalar giriyor, bostancı onları kovuyor, bolca okuma ve büyük adam olma dileğiyle ninni devam ediyor. Ne gariptir ki, çocuklar büyür büyümez işler değişiyor. Bebeklik fotoğrafları çekmecelerden çıkarılır, bu defa da o çocukların bebekken ne kadar güzel olunduğuna dair methiyeler dizilir. Küçükken büyük, büyükken küçüklük övülür. Ne istediğini bilememe durumunun psikolojide bir karşılığı elbet vardır. Belki de bu durum insanın görerek öğrenmesine iyi bir örnek. Büyüdükçe, küçük olmanın ne kadar güzel olduğunu anlıyoruz ama yaşamadan da öğrenemiyoruz. 

İhtiyaçların manipülasyonu
Aslında yaratılmamış istekler içerisinde 'küçük' önce gelir. Evsiz bir insan şato değil, başını sokacak küçük bir ev ister. Aç insana küçük bir lokma yeter. Büyük ekran televizyon, büyük evler aslında hep tüketim toplumunun insana sonradan öğrettikleri sözde ihtiyaçlardır. Canlıların büyümesi kadar, taleplerinin küçük ve kendine yeterlilik temelinde sürdürülebilir olması da doğal sürecin ta kendisidir. Çiçek için su ve mineral, insan için barınacak yer, yiyecek temel ihtiyaçlar arasındadır. Fazla su çiçeği çürütür, fazla yemek ise insanı hasta eder. Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi Teorisi'nin en alt basamağında hava, su, gıda, seks ve uyku gibi fiziksel ihtiyaçlar vardır. Bu ihtiyaçlara erişim için ne bir filanca marka otomobilinizin olması gerekir ne de falanca cep telefonunuz. Maslow'un ihtiyaç listesinin üst basamaklarındaki ihtiyaçların birçoğu da, kapitalizm tarafından kendi çıkarları için kullanılmış, farklı yorumlatılmıştır. Örneğin barınma ihtiyacı bir insan için asla ve asla 20 odalı bir şatoda yaşamak değildir. Maslow, insanın kendisine saygı duyulmasını istemesi bir ihtiyaç olarak tanımlamış, tüketim toplumu ise usta bir manipülasyonla saygıyı sahip olunan sermaye birikiminin çokluğuyla ilişkilendirmiştir. Refah ise bugünkü sistemde satın alma gücüne eşitlenmiş durumdadır. Güvenlik ise bir bedel karşılığı satın alabileceğiniz bir hizmet haline getirilmiştir. Örnekler çoğaltılabilir.

Bu manipülasyonun ve büyüklüğe övgünün temelinde sıkı bir pazarlama çalışması yatar. Büyük takım, büyük ev, büyük ülke ve çok para... Ekonomistler veya daha açık bir ifadeyle kapitalist ekonomistler “küçük güzeldir”[1] önermesini pek sevmezler. Kapitalizm büyümeyi, büyümek için de tüketimi savunur. İngiliz ekonomist E. F. Schumacher'in küçük güzeldir önermesi ise sadece boyutsal veya hacimsel bir büyüklüğe değil, merkezileşmemiş bir yönetim ve ekonomik modele de eleştirel yaklaşıma işaret eder. 

Doğanın bedeli
Kapitalizm, belki de ekonomik bir model olarak şekillenmeye başladığı ilk günden, feodalizmden bu yana, üretimin ve üretim sürecinde kullanılan hammadde kaynaklarının sınırsız olduğunu düşünerek hareket etti. Doğa, üretimin bir girdisi olarak kabul edildi ama maliyeti onu elde etmek için harcanan gidere göre hesaplandı. Kömürün değeri, çıkarılması için harcanan malzeme ve işgücüne verilen bedel üzerinden belirlendi. Üzerine eklenen kârdan sonra fiyat oluştu. Emeğin sınırlı olması ilk başlarda köleliği, zamanla da ucuz işçiliği gündeme getirdi. Sermayeyi elinde tutanlar doğayla birlikte emeği de sömürmenin yolunu aradılar. Tüm bunların ardında daha fazla büyüme talebi vardı. Büyüme kutsallaştırılırken, büyümenin hangi temeller üzerinde şekillendiği sorgulanmadı. Doğanın sömürüsü, ekolojik yıkım hesaba katılmadı. Bugün sıkça karşılaştığımız yeşil ekonomi, sosyal maliyet, ekonomide küçülme[2] (degrowth), gerçek ilerleme göstergesi ve yeşil pazarlama gibi kavramlar uzunca bir süre ekonomistler tarafından görmezden gelindi. Sadece kapitalizm değil yaşanmış sosyalizm tecrübeleri veya denemeleri de ekolojik tahribat konusuna ekonomik modelleri içerisinde gereken önemi vermedi.

Bu kavramları ele almadan önce güncel ve yakın bir örnek üzerinden, 'büyüme' kavramının nasıl tek yanlı ve övgüsel ele alındığına bir bakalım. Türkiye'ye yatırım yapılmasını özendirmek isteyen Başbakanlık Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı'nın “Invest in Turkey” sitesinden bir alıntı: 

2010 yılında, ülkenin gayri safi yurt içi hâsılası (GSYİH), neredeyse üç kattan fazla artarak 2002 yılındaki 231 milyar ABD doları seviyesinden 736 milyar ABD dolarına ulaşmış ve aynı dönemde kişi başına düşen milli gelir 3 bin 500 ABD Doları'ndan 10 bin 79 ABD Doları'na yükselmiştir. ...Türkiye, böylesine kısa bir sürede sergilediği üstün performans sayesinde, küresel ölçekte sıra dışı bir “yükselen ekonomi” haline gelmiş, satın alma gücü paritesine göre GSYİH sıralamasında, 2010 yılında AB üyesi ülkelerle kıyaslandığında 6. büyük ekonomi, dünyanın ise 16. büyük ekonomisi konumuna yükselmiştir. [3] 

Bugün gazetelere sık sık haber olan, hükümetin dilinden düşürmediği ekonomide büyüklük kavramı gayri safi yurt içi hâsılayla ilişkilidir. Gayri safi yurt içi hasıla, o ülke ekonomisinde üretilen mal ve hizmetlerin değerlerinin toplamıdır. Çoğu zaman, hasılanın artışı büyüme hatta kalkınma ve gelişme olarak algılanmaktadır. Halbuki ürettiğiniz malın ne olduğunu daha da önemlisi üretirken ne tükettiğinizi hesaplamadan yapılan hesaplamalar sizi sadece bir illüzyona davet eder. Basit bir örnekle açıklamakta fayda var. Kesilen bir ağaçtan yapılan ve 100 birim fiyatla satılan bir masa, o ülke ekonomisini 100 birim büyütür. Masa üreticisi ağaç için bir bedel biçmiş olabilir ama onun ağacı kesmek için ödediği bedel, o ağacın ekolojik değerini değil insanların belirlediği fiyatın karşılığıdır. Bugünkü ekonomik sistemde doğal kaynaklı girdiler sadece azaldıkça değerlenir ve buna rağmen biçilen değer ya da fiyat her zaman onun ekosistem içindeki gerçek değerinin aşağısındadır. Bir örnek: Milyonlarca yılda oluşmuş petrol rezervlerini varili 100 dolardan satmak sizce bu ekonomik malın gerçek ederi mi?

Çalışan bir buzdolabının yerine yeni bir buzdolabı almak ekonomiyi büyütür ama yeni doğal kaynakların kullanılmasına neden olur. Gerçek ilerleme doğanın dengesinin korunduğu bir ekonomik sistemde refahı arttırmaktır ki bunu sağlamanın yolu yeni mal ve hizmet tüketimiyle sınırlı değildir. Aksine, büyük oranda tüketimden uzaklaşmakla ortaya çıkar. Kapitalist sistemde paranın satın alamayacağı bir şey yoktur. Kirleten öder ilkesi, doğaya bir bedel biçer. Ödediğiniz bedelin düşüklüğünün yanında bir başka sorun da doğanın sadece bir mal veya girdi olarak görülmesidir. Canlı kanlı bir örnekle durumu daha açıkça ifade edelim. 

Cinayetler ekonomiyi büyütür mü?
Güney Afrika'da boynuzları için öldürülen gergedan sayısı giderek artıyor. Siyah gergedanların soyu tükenmek üzere. Sadece 2011 yılında 448 adet gergedan boynuzları için öldürüldü. Gergedan boynuzları özellikle Asya ülkelerinde ilaç veya afrodizyak niyetine satılıyor. 1800 yılında 1 milyon gergedanın yaşadığı tahmin ediliyordu şimdi ise bu sayı 16 binlere kadar geriledi. 1989'da Çin'de gergedan boynuzunun kilosu 7400 dolardı. Şimdi ise soylarının tükenme tehlikesine rağmen yarım kilosu 27 bin dolardan alıcı buluyor.[4] Kaçak avcılığın önlenememesi nedeniyle boynuzların kontrollü bir şekilde kesilip satılmasını önerenler bile var. Böylece gergedanların öldürülmesinin önüne geçileceği öne sürülüyor. Boynuzlar zamanla tekrar büyüyor ama hayvanların tek savunma silahı boynuzları olduğu için bu yöntem de sorunlu. Sizin de fark ettiğiniz gibi burada asıl mesele, insanın başka bir canlının bir uzvunu ister kaçak ister yasal yollardan ticarete konu yapmış olması. Gergedanı insanlardan koruyamamanın bedelini yine gergedana ödetme çabasıyla karşı karşıyayız. Yasal satışın faturalandırıldığını bir düşünün; satılan her boynuz gayri safi yurt içi hasılanın artmasına ve ülkenin büyümesine neden olabilir. Bundan daha 'sakat' ve 'vahşi' bir ekonomik model olabilir mi? 

Ekonomik büyüme mi refah mı?
Tüketime dayalı ekonomik modelin bir başka yalanı ise daha fazla mal tüketiminin veya satın alma gücüne sahip olmanın size refah sağlayacağı iddiasıdır. Tam tersine, kapitalistlerin ekonomik büyüme olarak tanımladıkları sayısal artışın en büyük sorunu refahla ilişkisinin büyük ölçüde kopmuş olmasıdır. Günümüzde açıklanan ekonomik büyüme verileri, insan hayatına kasteden ekonomik faaliyetleri bile olumlu değerlendirmektedir. Silah satışının bir toplumda refahı arttırdığı nasıl iddia edilebilir? Hava kirliliğinin insan sağlığını tehdit ettiği bir kentte otomobil veya ucuz kömür reklamları ekonomik büyümeyi destekleyen etkinlikler arasında sıralanabilir mi? İşte size biraz eski ama hem günümüz Türkiye'sine uygun hem de çarpıcı bir örnek: 

“Amerika'da hızla büyüyen sektörlerden birisi hapishanelerdir. 1990'larda yılda yüzde 6,2 oranında büyüdü. Her 150 Amerikalıdan biri parmaklıklar ardında, dünyadaki en yüksek oran; Kanada'da her 900 kişiden biri, Nova Scotia'da her 1600 kişiden biri hapiste. O.J. Simpson davası Amerikan ekonomisine 200 milyon dolar ekledi ve Littleton Katliamı ABD'de güvenlik endüstrisini ateşledi; her yıl ekonomiye 40 milyar dolarlık katkı yapıyor ve bu hizmetin çoğu okullar tarafından satın alınıyor. Kumar ABD'de bir başka hızlı büyüyen endüstri, her yıl 50 milyar dolarlık hacme sahip. Boşanmalar ekonomiye 20 milyar dolar, trafik kazaları da 57 milyar dolar ekliyor.[5] 

Görüldüğü üzere bugün bizim sevinmemiz istenen büyüme verileri aslında toplumun sosyal sorunlarının çoğalmasına neden olan faaliyetlerden bile kaynaklanabiliyor. Kapitalist ekonomi bu konuda hiçbir ayrım yapmıyor. 

Tembellik hakkı kapitalizme karşı
Kapitalizm doğa kadar insanı da sömürüyor. Bedeli olmayan hiçbir faaliyet ekonomik büyüme kapsamına alınmıyor. Siz hiç yokmuşsunuz gibi davranılıyor. Gönüllü çalışarak yaptığınız hiçbir iş ekonomik büyüme rakamlarına eklenmez. Evde sekiz saat çocuk baksanız bunun ekonomik değeri yoktur. Çocuğunuzu kreşe gönderdiğinizde ise ekonomik büyümeye katkı sağlamış olursunuz. Doğurduğumuz çocuklara çok daha az zaman ayırmak zorunda kalacak kadar çok çalışmak zorunda bırakılmamız ve en çok sevdiğini söylediğimiz çocuklarımızdan uzaklaşmamız ilerleme kabul ediliyor. Böyle bir sistemi kabul etmiş durumdayız. Halbuki bugünkü teknolojiyle gerçek ihtiyaçlarımızı belki haftada iki-üç gün çalışarak karşılayabiliriz. Çalışmamak şirketlere kar sağlamadığı için ekonomik büyüme veya ilerleme için tehlike olarak görülüyor. İş saatlerinin düşürülmesi sermaye sahipleri için en az sendika kelimesi kadar korkutucu olmalı. Bir insan içinse refah ve ilerlemenin karşılığı daha az çalışarak ihtiyaçlarını karşılamak, sevdikleriyle vakit geçirmektir. Henüz şuurunu yitirmediyse tabii. Tembellik hakkı bir anlamda kapitalist sistemin en büyük korkularından biridir.

Yukarıda örneklerle kısaca özetlemeye çalıştığım gibi dünyadaki tüm canlıların yaşam haklarına saygı duyan, kölelik ve sömürünün önüne geçen, gerçek refah ve mutluluk için insanlara yaşam alanı ve süre tanıyan yeni bir ekonomik sistem kurmak için öncelikle illüzyondan öteye gitmeyen gayri safi yurt içi hasıla verilerini esas almayı bırakmak zorundayız. Halkın ekonomik büyümeyi ilerleme, büyüme şeklinde olumlu bir veri olarak algıladığını düşünürsek, 'GSYİH' yerine gerçek ilerlemeyi gösteren bir başka formüle ihtiyacımız olduğu kesin. Maskeleri düşürmek gerek. 1995 yılında üç Kaliforniyalı araştırmacının 400 ünlü ekonomistle işbirliği içerisinde geliştirdiği Gerçek İlerleme Göstergesi - GİG (Geniune Progress Indicator) şu an için iyi bir başlangıç noktası gibi görünüyor. GİG'in yaratıcıları, GSYİH'nın sadece pazardaki aktivitelerin sayısal değerini hesapladığını, sosyal ve ekolojik maliyeti dikkate almadığını söyleyerek medyadan politikacılara kadar herkese ekonomik büyüme rakamlarını kullanmama çağrısı yapıyor.[6] Bu yeni büyüme dizini, yukarıda birkaç örneğini verdiğimiz sosyal ve ekolojik faaliyetlerin maliyetini hesaplamaya çalışıyor. 

Örnek GİG çalışması: Nova Scotia
GPI Atlantic ekibi 12 yıllık bir çalışmanın ardından Kanada'nın Nova Scotia eyaleti için yaptıkları hesaplamaları 2008'de açıkladılar. Beslenme ve yaşam biçimiyle ilgili faaliyetlerden doğan maliyetlerden birkaç örnek vermek istiyorum:

Sigara alışkanlığı Nova Scotia ekonomisine yılda 943 milyon ABD Doları'na mal oluyor. Bunun 171 milyon doları doğrudan sağlık harcamalarından kaynaklanıyor. Kişi başına düşen miktar 1000 dolar. Obezite üretim kaybıyla beraber yılda 320 milyon dolara mal oluyor. Hava kirliliği kişi başına yılda 560 dolar ek yük getiriyor. 1995'ten 2004 yılına kadar geçen sürede Nova Scotia'da yüzey sularına bırakılan kirleticilerin oranı yüzde 300 artmış. Bunun ve sulak arazilerin belli bir bölümünün kaybının sonucunda yılda 3 milyar 450 milyon dolarlık bir maddi kayıp söz konusu. Kömür Nova Scotia'nın elektrik üretiminde yüzde 80 civarında pay sahibi. Neredeyse tamamı ithal. Bölgedeki elektrik santralleri ve rafinerilerden kaynaklanan hava kirliliği ve küresel ısınmaya yol açan seragazlarının ekonomik zararı kişi başına 400 dolar, toplamda ise yılda 380 milyon dolar. Araştırma gerçekten de detaylı ve çok fazla çalışılmış alan var ama en çarpıcı olanlarından biriyle bitirelim. Nova Scotia'da özel otomobil kullanımının maliyeti, tüm sosyal ve çevresel maliyetler hesaplandığında 2007 için 7 milyar 200 milyon dolar olarak tahmin edilmiş. Bu maliyetin üçte biri ise dışsal maliyet yani otomobil kullanıcılarına değil topluma yüklenmiş olan maliyet.[7] Kanada'daki bu çalışma gerçekten de büyüme verilerini ve ona olan inancı yerinden etmeye yetecek kadar güçlü. GİG'in kıstasları ve değerlendirmesiyle hesaplanan sayısal büyüklüklerin toplanıp çıkarıldığı bir büyüme verisi bize çok farklı sonuçlar verecektir. Otomobil satışlarını büyüme rakamına ekleyip, trafik kazaları, petrol tüketimi sonucu yaratılan hava kirliliği ve küresel ısınmanın sonuçlarını bu rakamdan çıkarmadan gerçek büyümeyi görmek mümkün değil. Türkiye'de üçüncü köprü tartışmasına bir de bu gözle bakmakta fayda var. 

Tüketerek değil verimli kullanarak yaşama
Buraya kadar ekonomik büyüme adı altında hesaplanan bazı kalemlerin nasıl ahlaksal değerlerden yoksun olduğunu ve tüm bu hesaplamaların matematiksel temelde de eksik ve yanlışlarla dolu olduğunu anlatmaya çalıştım. Şimdi ise bir başka örnekle ekonomik büyümenin mantıksızlığına da dikkat çekmeye çalışacağım. Ekonomik büyümenin enerji tüketimiyle çok yakın ilişkisi olduğu ortada. Bizlere söylenen bir başka yanlış bilgi ise kalkınma için kişi başı enerji tüketiminin artması gerektiğidir. Aynı GSYİH verilerinin karşılaştırılarak ülkelerin gelişmişlik derecesinin bulunmaya çalışılması gibi, kişi başına düşen enerji tüketim rakamlarının kıyaslanması da ülkelerin gelişmişlik düzeyleri hakkında bize doğru bilgiyi vermez. Bugün çeşitli teknolojiler ve farklı metotlar izlenerek daha az enerji kullanarak aynı işi/üretimi gerçekleştirmek mümkündür. Bunun için geliştirilen ekonomik göstergenin adı enerji verimliliğidir. Gayri safi hasıla verisinin yanlışlığını bir an için göz ardı edip enerji yoğunluğu kavramını güncel Eurostat verileriyle inceleyelim. Ülkelerin enerji yoğunluğunun ölçülmesi için 1000 avro değerinde gayri safi yurt içi hasıla yaratmak için ne kadar enerji harcadıklarına bakılır. Türkiye için bu rakam 1990'da 258 kgep'ti (kilogram eşdeğeri petrol). 2009'da ise bu rakam sadece 1 kg azaldı ve 257'ye geriledi. Halbuki İrlanda, 1990 yılında 253 kgep ile 1000 avro değerinde gayri safi yurt içi hasıla yaratırken 2009'da 109 kgep ile yine 1000 avro değerinde GSYİH yaratmayı başarır hale geldi. Yunanistan enerji yoğunluğu rakamlarını aynı dönem içerisinde 264 kgep'ten 167'ye; Danimarka 133 kgep'ten 106'ya geriletmiştir. Yani, daha az enerji harcayarak aynı işi yapmayı öğrendi. Demek ki bugün televizyonlarda, üniversitelerde bize durmadan empoze edilmeye çalışılan daha çok enerji tüketmeyle kalkınılacağı savı doğru bir önerme değildir. Öyle olsaydı tüm Türkiye'de gece gündüz elektrikli tüm aletleri çalıştırır, kişi başına düşen enerji tüketimini 3'e 5'e katlar ve kalkınırdık. Büyüme ve kalkınma adına tüketimin artırılması gerektiği iddiası sadece enerji sektöründe değil birçok sektörde benzer örneklerle rahatlıkla çürütülebilir. Boşa harcanan enerjiyle gelişilemeyeceği aşikâr. Ama boşa harcansa da tüketilen her birim enerji sayesinde bazı şirketlerin para kazanacağı ortada. Zaten içinde bulunduğumuz ikilemin kaynağı da bu. 

Kaç dünya tüketiyoruz?
Tüketime dayalı büyüme modelinin savunucularını en çok kızdıran bilgilerden biri de kaynakların sınırlı olduğu gerçeğidir. Bu, herkesin bildiği bir bilgi olsa da kapitalist ekonomistler sanki her şey güllük gülistanlıkmış gibi davranmayı severler. Büyümek için tükettikleri doğal kaynakların sınırlı olması veya kendilerinden sonraki kuşaklara bu kaynakların ne kadarını bıraktıkları kâr odaklı ekonomik faaliyetler için çok da önemli değil. Ekosisteme verdiğimiz zararı ölçmenin farklı yolları var. Ekolojik ayak izi de bunlardan biri. Basit bir anlatımla bir insanın yaşarken ne kadar doğal kaynak (toprak ve deniz ile atıklarının sindirilmesi için gerekli doğal alan/kaynak) kullandığını görmemize yarıyor. Çevre günahımız da denebilir. Ne kadar çok uçağa biniyorsanız, özel otomobil kullanıyorsanız veya tüketiyorsanız ekolojik ayak iziniz de o kadar büyüyor. Küresel ölçekte yapılan araştırmalar, insanların bir yıl içinde tükettiği doğal kaynakları ve bıraktıkları atıkların yükünün doğa tarafından sindirilmesi için gezegenin 1,5 yıla ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Yani, şu andaki yaşam tarzımızla her yıl 1,5 dünyanın sağlayabileceği kaynakları tüketiyoruz; açıkçası cepten yiyoruz.[8] Bunun sürdürülebilir olmadığı çok açık. Böyle giderse yaşamımızı sürdürebilmek için 2050'de ikiden fazla Dünya bulmamız gerekecek.

Dünyanın ekolojik ayak izi alarm veriyor ama bazı ülkelerde yaşayanların ayak izleri diğerlerinden doğal olarak daha fazla. Tahmin edebileceğiniz gibi kuzey ülkelerinde, kişi başına düşen gelirin yüksek olduğu ülkelerde ekolojik ayak izleri de büyüyor. Bir Amerikalının ayak izi 43 Afrikalının ekolojik ayak izine eşit. Dünyadaki herkes ABD’de ya da Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki ortalama bir vatandaşın tüketim alışkanlıklarına sahip olsaydı, ihtiyaçlarımızı karşılamak için 4,5 gezegene ihtiyacımız olacaktı. Yaşayan Gezegen Raporu 2010’a göre kişi başına düşen ekolojik ayak izi en yüksek 10 ülke şunlar: Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Danimarka, Belçika, Amerika Birleşik Devletleri, Estonya, Kanada, Kuveyt ve İrlanda.[9] 

Ekolojik ayak izi bize dünyanın sınırsız isteklerimize çok uzun süre yanıt veremeyeceğini gösteriyor. Yeni bir “mavi gezegen” bulmak veya tüketimi azaltmak zorundayız. İki seçeneğimiz var. Bu verilerde ilginç olan başka bir nokta, çevreyi kurtarmak için teknolojiden medet umanları düşündürecek nitelikte. Yüksek teknolojiye sahip birçok ülkenin ekolojik ayak izlerinin büyük olması teknolojiye bel bağlamanın biraz fazla iyimserlik olduğuna dair ipuçları veriyor. Sadece bu veriden yola çıkarak kesin bir hükme varmak doğru olmaz ancak şu ana kadar gelinen süreçte teknolojinin az tüketmekten çok daha fazla tüketmeyi teşvik ettiğini söylemek mümkün. Bunun teknolojinin yanlış kullanımından mı yoksa teknolojinin endüstriyel üretimle olan yakın ilişkisi nedeniyle mi gerçekleştiği iyi araştırılmalı. Belki de teknolojinin kapitalizm tarafından manipüle edildiğinden de bahsedilebilir. 

Büyümenin sınırı olmalı
Elimizde fazla seçenek yok. Yeni bir gezegene taşınamayacağımıza göre sınırlı kaynaklarla sınırsız talebi karşılamaya çalışmaktan vazgeçeceğiz. Sınırsız bir talep yaratmayacağız. Talebi kontrol etmeyi öğreneceğiz. Büyümeyi, ilerlemeyi daha çok tüketerek değil, gerçek refahı eşit ve adil bir şekilde paylaştırarak ve sosyal insanı yeniden keşfederek başaracağız. Tüm bunları yapmak için büyümeyi sınırlamalıyız. 1972'de Roma Kulübü büyümeye sınır koyma konusunda ilk uyarısını yaptığında, küçülmenin kaçınılmaz olduğunu söylemişti. Yaptıkları uyarıda küresel toplumun büyüme için konması gereken sınırı aşacağını ve aştıktan sonra da çöküşe veya büyümeyi durdurmaya, ekonomiyi küçültmeye mecbur kalacağını söylüyordu. Kısacası küçülme kaçınılmaz. Bugün, içinden bir türlü çıkamadığımız ekonomik krizin ekolojiyle ilişkisi olmadığını söylemek mümkün değil. Sınırlı kaynakların paylaşımında yaşanan savaşın yanı sıra, ekolojik krizin yol açtığı sorunlar sonucunda da ciddi anlaşmazlıkların doğacağı ortada. O halde ekonomide küçülmenin planlı bir şekilde harekete geçirilmesi gerekiyor. Küçüleceğiz ama nasıl? Bunun bir geçiş süreci içerisinde olacağını söyleyenler olduğu gibi, çok kısa sürede gerçekleşmesi gerektiğini söyleyenler de var. Her türlü ekonomik faaliyetlerin çevreye etkisini ölçen toplumsal maliyet, karbon vergisi gibi yeni ekonomik araçların hesaplamalara katılmasıyla işe başlanılabilir. Bu yeni maliyet kalemlerinin yatırım kararlarındaki kıstasları değiştirme şansı var. En azından bu yöntemleri denemek gerektiğini düşünüyorum çünkü insanların tüketim toplumunun etkisinden bir parmak şaklatmasıyla çıkabilmesi biraz zor gözüküyor. Belki de bu nedenle yeşil ekonomi çokça dile getiriliyor.

Yeşil ekonomiyi kapitalist ekonominin garından yola çıkmış bir trene benzetiyorum. Son durağın neye benzeyeceğini tanımlamak zor ama kapitalizme ait bir başka gara girmeyeceği kesin. Bu yeni ekonomik sistemin yolda şekillenmesi ona bazı avantajlar da sağlıyor. Tabi bazı dezavantajlar da. Deniyor ve yanılıyor. Önemli olan bu “yeşil” trenin kapitalizmden çıkış rotasını kapitalistlerin değiştirmesine izin vermemek. Bunu deniyorlar. Yeşil ekonomi ve yeşil pazarlama gibi kavramları ele geçirip içini boşaltmaya çalışıyorlar. Bütün bu belirsizliklere rağmen yeşil ekonominin geliştirmeye çalıştığı araçlardan bazıları, gergedan örneğinde gördüğümüz sorunları çözmeye yarayabilir. Yeşil ekonomiyi farklı kılan bir nokta doğmamışların haklarını savunması. Bir başka nokta ise konuşamayanların veya konuştuğu dili insan tarafından anlaşılmayanların haklarını savunması. Yani, bitkilerin, hayvanların, bebeklerin ve çocukların. İnsan merkezli bir ekonomik sistem olamayacağı için, ekonomik değeri ne olursa olsun başka bir canlı üzerinde tahakkümü kabul edemez. Bu yüzden de gergedanların, gelir beklentisi olmadan, başka deyişle zarar etme pahasına korunması yeşil ekonominin üstlendiği sorumluluklar arasında. Bir üçüncüsü ise emekliler. Kapitalist sistemlerde emeklilik yaşı giderek geciktiriliyor. Sistem üretim sürecine dahil olmayanları sevmiyor. Emeklileri iki kere sevmiyor çünkü gelirleri azaldıkça tüketime de yeterince katkıda bulunmuyorlar.

Adı ne olursa olsun, dünyadaki tüm canlıların haklarını koruyan ve yaşamlarını paraya çevirmeyen bir sisteme ihtiyaç var. Büyümek yerine hayatta kalmanın, mutluluğun da tüketimle gelmediğini herkes fark etmeli.





[1] İngilizcesi: Small is Beautiful. Bu önermenin Schumacher'in hocası Dr. Leopold Kohr'dan geldiği söylenir.
[2] Zayıf bir ekonomi değil, ölçek değiştiren, bilerek küçülen yani sağlıklı bir hale gelen ekonomi anlamında.
[5] Measuring real progress, Dr. Ronald Colman, 2001.
[6] GPI Atlantic, http://www.gpiatlantic.org/gpi.htm adresinde 8 Ocak 2012'de görüldü.
[7] The 2008 Nova Scotia GPI Accounts Indicators of Genuine Progress, http://www.gpiatlantic.org/pdf/integrated/gpi2008.pdf adresinde 8 Ocak 2012 tarihinde görüldü.
[9] http://www.wwf.org.tr/page.php?ID=349 adresinde 9 Ocak 2012 tarihinde görüldü.