baraj etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
baraj etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Büyük barajlara teşvik kıyağı

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Nisan 2019

Yenilenebilir enerji kaynaklarını destekleme mekanizması (YEKDEM) rüzgar, güneş, hidroelektrik, biyokütle ve jeotermal gibi enerji kaynaklarına piyasa fiyatlarının üzerinde alım garantisi verilmesini sağlayan bir destek yöntemi. Türkiye’de ise bu destekten aslında teşviksiz bu işi yapabilecek büyük barajlar faydalanıyor. O barajların sahibi şirketler de tanıdık.

Avrupa ülkelerinde benzer mekanizmalar kömür, nükleer gibi kirleten enerji kaynaklarına karşı çevreye zararı sınırlı yenilenebilir enerji kaynaklarını korumak için uygulanıyor. Kirleten kaynaklara ceza kesilmiyorsa piyasa koşullarında ortaya çıkan haksız rekabeti önlemek için yenilenebilir enerjiye alım garantisi veriliyor. Bu sayede santrallar daha rahat kredi buluyor ve hayata geçirilebiliyor. Kulağa hoş geliyor…

Türkiye’de ise durum biraz farklı. 2019 yılında hangi “yenilenebilir” kaynaklara destek verilmiş diye baktığınızda ise listenin başında büyük barajları görüyorsunuz. Cengiz İnşaat ve Özaltın İnşaat’ın ortaklığında kurulan Kalehan Enerji’ye ait Yukarı Kaleköy Barajı, Doğuş Enerji’nin Artvin Barajı, Enerjisa’nın Arkun Barajı gibi. Yukarı Kaleköy Barajı’nın kurulu gücü 634 megavat. Keban Barajı’nın yarı gücündeki bu devasa baraj YEKDEM listesinde yer alıyor ve sattığı her kilovatsaat için 7,3 dolar sent para alıyor. Kanal ve nehir tipi küçük HES’lere verilen teşviğin aynısı. Piyasada elektrik fiyatı ise 4-4,5 dolar sent civarında.

YEKDEM’e firmalar her yıl başvuruyor ve kabul alanlar bu teşvik mekanizmasından 10 yıl boyunca faydalanıyor.  2019 yılındaki listede, 200 megavatın üstünde, büyük diyebileceğimiz dokuz baraj var. Cengiz İnşaat, Özaltın İnşaat, Doğuş Enerji, Sanko Enerji, Bereket Enerji, Limak Enerji, Akköy Enerji (Kolin) ve Enerjisa’ya ait bu büyük barajların YEKDEM listesinde yer almasının nedeni ilgili yönetmeliğe konulan “rezervuar alanı onbeş kilometrekarenin altında olan” cümlesi. Yönetmelikteki bu tanım, büyük barajların da desteğe ihtiyacı olan diğer yenilenebilir enerji santrallarıyla aynı avantajlara sahip olmasının yolunu açıyor.

Şirketler bu işten ne kadar kâr ediyor, ona da bakalım. Yukarı Kaleköy Barajı’nın YEKDEM listesinde belirtilen üretim miktarı yılda 1,5 milyar kilovatsaat (Türkiye’nin elektrik üretiminin 200’de 1’i). Bu gerçekleşirse, Cengiz ve Özaltın şirketlerinin kasasına bir yılda girecek para 110 milyon dolar. Şirketin kendi açıklamalarına bakılırsa baraj YEKDEM sayesinde 6-7 yılda ilk yatırım maliyetini çıkaracak.

Ne gariptir ki iş evlerin çatısına panel kurup kendi elektriğini üretmeye gelince, büyük barajlara ve şirketlere verilen desteğin 10’da biri bile vatandaşa verilmiyor. EPDK, çatılara kuracağınız tesisler öztüketimi amaçlamalı diyor. Çevreye zarar vermeyen paneli destekleyen yok ama dağı taşı yiyen barajlara, gerekmediği halde onlarca para akıtılıyor. Güneşe teşvik vermeyeceksen, nükleere, termiğe ve büyük barajlara da vermeyeceksin.

Enerjide batık şirketleri konuştuğumuz, elektrik fiyatlarından şikayet ettiğimiz şu günlerde verilen teşvikleri, plansız yatırımları ve elektrik piyasasındaki adaletsizliği de konuşmaya başlasak iyi olur.

Hasankeyf kurtarılabilir

Özgür Gürbüz-BirGün/4 Eylül 2017

Foto: O. Gurbuz
Hasankeyf kurtarılabilir mi? Evet ama bu hükümet kurtarmaya yanaşır mı, o bilinmez. Peki, nasıl kurtarılır? En kolayı Ilısu Barajı’ndan vazgeçerek olur. Barajda su tutmaya başlamazsın, böylece 12 bin yıllık dünyanın en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış Hasankeyf su altında kalmaz. 10 bine yakın insan göç yollarına düşmez. Türkiye’nin dört Önemli Doğa Alanı’na ev sahipliği yapan Dicle Vadisi de yok olmaktan kurtulur.

“O kadar para yatırıldı, hepsi çöpe mi gidecek” diyenleri duyar gibiyim. İşin mali boyutunu da konuşuruz ancak şu iyi bilinmeli ki dünyada yanlış olduğu anlaşıldığında iptal edilen benzer projeler var. Avusturya’da 1978 yılında yapılan bir referandumla, hiç çalıştırılmadan kapatılan Zwentendorf nükleer santralı gibi. Üstelik nükleere hayır diyenlerin oranı sadece yüzde 50,47 idi. Avusturya, 20 bin oy farkıyla ülkenin tek nükleer reaktörünü bir saat bile çalıştırmadan kapattı. Toplamda 1 milyar doları bulan proje iptal edildi.

Aradan geçen 40 yıldan sonra, Avusturya’nın o dönem radikalmiş gibi görünen bu karardan sonra milyarlarca dolar kâr ettiğini görüyorsunuz. Ülkede milyarlarca dolara sökülmeyi bekleyen nükleer santrallar yok, binlerce yıl başında bekçilik yapıp para akıtmak zorunda kalacağınız nükleer atıklar yok. Ülkenin ekonomisini altüst edecek Çernobil veya Fukuşima benzeri bir nükleer kaza yaşamadılar. Çevreci ve nükleer karşıtlarının itirazları sonucu bugün elektrik üretiminin yüzde 70’inden fazlasını yenilenebilir enerjiden sağlayan bir Avusturya var. Nükleerden daha ucuza elektrik üreten kaynaklara yöneldiler. Ciddi ekonomik kazanç ve teknolojik avantaj elde ettiler.

Hükümetlerin yanlışlarından döndüğü tek proje bu değil. Hatırlarsanız, geçen haftaki yazımızda ABD’de dondurulan iki nükleer reaktör projesinden bahsetmiştik. 9 milyar dolar (31 milyar TL) harcanan ve neredeyse yarısı tamamlanan iki reaktörün yapımı kârlı olmayacağı gerekçesiyle iptal edildi. Büyük ülke olmak hatayı kabul etmekten geçiyor. İthal ettiğiniz hafriyat kamyonlarını sıraya dizip caddelerde kornaya basarak turlamaktan değil.

Hasankeyf’i kurtarmak için Ilısu Barajı’ndan vazgeçilebilir. Bir kere barajın üreteceği elektrik miktarı, fazla kapasiteye sahip Türkiye için elzem değil. Yetkililer Ilısu Barajı yılda 4 milyar kilovatsaat elektrik üretecek ve bunun değeri de 1 milyar TL diyor. Türkiye’nin yıllık elektrik tüketimi 280 milyar kilovatsaat civarında, Ilısu bugün devreye girse yapacağı katkı yüzde 1,4. Bu ülkenin resmi kaynaklarca onaylanmış enerji verimliliği potansiyeli yüzde 25. Alışveriş merkezlerindeki klimaları 25 dereceye sabitlesek belki Ilısu’ya gerek kalmayacak. Komformistler yüzünden zor diyorsanız bir önerim daha var. Türkiye’de kayıp-kaçak oranı yüzde 14'lerde. İletim hatlarındaki kayıpların oranı bunun yarısı yani yüzde 7 diye söyleniyor.  Onu OECD ortalamasına yüzde 5’lere çeksek Ilısu’ya gerek kalmayacak. Bunların hepsi uzun vadede ülke ekonomisine o barajdan fazla gelir getirecek işler. Şu haliyle Ilısu’da üretilecek elektriğin yüzde 10’u da boşa gidecek. Cebimiz delik, dikeceğimize daha çok para koymaya çalışıyoruz.

Dahası var. AKP hükümeti Hasankeyf’i yok etmek yerine, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınması için gerekli başvuruyu yapsa, buranın turizm geliri de artar. Çalıştırılmayan Ilısu Barajı da tur programlarına dahil edilebilir, boşa gitmez.

Mezar taşıyıcıları

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Mayıs 2017

Türbe dediğin aslında bir mezar. Hasankeyf’te sular altında kalmasın diye taşınan Zeynel Bey Türbesi de Akkoyunlular’dan kalma tarihi bir mezardı. Eskilerin yadigarı, ölüye duyulan saygının simgesiydi. Artık oradan oraya sürüklenen herhangi bir eşyadan farklı değil. Akkoyunlu Zeynel Bey’in kemiklerini taşıdınız. Ruhunu da götürdünüz mü suların erişemeyeceği o tepeye?

Peki, Er-Rızk Cami’nin minaresi ne olacak? Onu da taşıyacak mısınız yoksa minareyi suların içinde kalacak Hasankeyf’in yerini bulmak için orada mı bırakacaksınız? Minarenin tepesi suyun dışında kalırsa tabi. Hasankeyf köprüsünü de taşıtacak mısınız Hollandalılara? Köprüyü tepeye kondurup altına fıskiyelerle su sıkarak nehir süsü mü vereceksiniz?

Sırada kim var? Şeyh Şerafeddin Türbesi, Zöhre Hatun Türbesi, Hz. Verkane Türbesi… Hangisini sırtlayacaksınız önce? Hasankeyf  bir bütün, yarısını bir tepeye taşıyıp yarısını bir başka yerde mi bırakacaksınız? Meydanlarda ecdad adına, islam adına nutuklar atarken sızlattığınız kemikler sizlerinkileri hiç sızlatmıyor mu?

Görünen o ki ecdadına toz kondurmayanların ülkesinde 10 bin hatta 12 bin yıllık Hasankeyf’in yok olması kimsenin umurunda değil. Grekler, Araplar, Artuklular, Eyyubiler, Akkoyunlular, Selçuklular ve Osmanlılar bu kentte izlerini bırakmış. Bunlar ecdadınız değilse kim?

‘Malum medya’ da korkudan olsa gerek, 10 bin yıllık tarihin yok olmasından çok türbenin nasıl taşındığıyla ilgileniyor. Haberlerinde göçe zorlanacak insanlar, turizmin bitmesiyle işini kaybedecek esnaf ya da tahribata uğrayacak doğanın adı geçmiyor. Türbeyi taşıyan platformun tekerlek sayısını haberlerinde yazıyorlar ama dünyanın en eski kentlerinden Hasankeyf’in yaşını yazamıyorlar. Türbenin taşınmasını haber yapıyorlar ama cinayeti göremiyorlar. Katili de biliyorlar elbet ama yazamıyorlar.

1970’lerde hazırlanan GAP projesi kapsamında önerilen Ilısu Barajı, tahmin edebileceğiniz gibi bundan 40-50 yıl öncesinin aklıyla projelendirildi. O zaman ne rüzgar vardı ne güneş. Daha az enerjiyle aynı işi yapmak yerine daha çok enerji üretmek marifet sayılıyordu. DSİ barajın yılda 4 milyar kilovatsaat elektrik üreteceğini söylüyor. Türkiye’nin enerji verimliliği/tasarrufu potansiyeli ise resmi rakamlara göre yüzde 25. Tükettiğimizin yüzde 25 daha azıyla yetinmek mümkün. Yılda 278 milyar kilovatsaat tüketiyoruz ama enerjiyi verimli ve tasarruflu kullansak 200 milyar kilovatsaat bize yetecek. 70 milyar kilovatsaatlik israfın içinde kaç Ilısu Barajı var, hadi siz hesaplayın.

40 yıldır bu saçma barajı yapmak için direteceğimize verimlilik ve tasarruf potansiyelimizin sadece yüzde 2’sini hayata geçirseydik Ilısu Barajı’nın üreteceği elektriği karşılamış olurduk. Bu projeyi destekleyenler ise tüketimi, yok etmeyi seçti. Projeyi durdurmak veya değiştirmek için hâlâ fırsatımız var. Gelişmiş dediğimiz ülkelerde bunlar oluyor. Hatalarını kabul eden hükümetlere “büyük” deniyor.

Finike’deki doğa dostları Aysin ve Ali Büyüknohutçu’yu öldürenle Hasankeyf’te ölüleri mezarlarından eden fikir aynı kaynaktan besleniyor. Tarihin yok oluşunu izleyen gözle, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın haksız bir şeklde atıldıkları işlerine dönmek için başlattıkları açlık grevini izleyen göz de aynı yüze sahip.

Saygı duymanın, korumanın ve her şeyden önemlisi yaşatmanın mutluluğunu görmemişlerin icraatları bunlar. Yok olmaya çalıştıkları sürece yok olmaya mahkumlar.

Yeşil Kaplanın Uyanışı

Özgür Gürbüz-BirGün/7 Nisan 2013
Dali'de pirinç tarlaları (Yunnan) - Foto: O.Gurbuz.


Mao’nun, “İnsanoğlu doğayı fethetmeli” sözleri Çin’de önemini yitireli çok oldu. Bugün Çin’de aklı başında hiç kimse doğayı fethederek “kalkınmaktan” bahsetmez. Çin Kültür Devrimi’nden kalan “doğayı fethetme” hedefi yerini, “yeşil kentlere, düşük karbon ekonomisine ve yenilenebilir enerjiye bırakmaya başladı. Çin ekonomik kalkınma ve doğayı koruma kavramları arasındaki sorunları tümden çözmüş değil elbet ama gittikleri yolun yanlış olduğunu fark ettiler. Değişimin ilk adımı da hata yaptığınızı kabul etmektir. Darısı başımıza!

11 Nisan’da Ankara’da başlayacak Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’nin en çarpıcı ve tartışmalı filmlerinden biri hiç kuşkusuz Yeşil Kaplanın Uyanışı. Çin’in Yunnan bölgesinde kurulmak istenen barajlara karşı mücadele eden yerel halkın öyküsünü anlatan film, bir anlamda Çin’in son 50 yıllık kalkınma hamlesini inceliyor. Çin’in deneyimi hem doğa korumacılara hem de “ekonomik kalkınmayı” tanrılaştıran günümüz sanayici ve politikacılarına çok önemli mesajlar veriyor.

Serçe avından açlığa
1958’deki Büyük Atılım politikasıyla başlatılan çelik üretimi seferberliği nedeniyle yok edilen ormanlar, yeni tarım sahaları açmak için doldurula göller veya tahıl üretimini düşürdüğü için sinek, fare ve serçe avına çıkarılan kitleler. Çin’in bu kalkınma hamlelerinin yol açtığı ekolojik ve sosyal felaketlerden hepimiz, başta politikacılar, ders çıkarmalı. Çin’de bu politikaların sonuçları ağır oldu. Çelik ocakları için kesilen ağaçlar sonucu ormanlar kaybedildi. Filmde çarpıcı karelerle gösterilen, Diançi Gölü’nü doldurarak yeni tarım sahaları açma fikri, göl ekosistemini yok etti. Sadece göller değil, otlaklar ve ormanlar da pirinç üretimi için heba edildi. Bugün Diançi Gölü’nün iyileştirilmesi için milyonlar harcanıyor, ormanları yeniden kazanmak içinse fidanlar dikiliyor. Tahıl üretimini azalttığı için serçelerin ve farelerin öldürülmesi ise tahıllara saldıran böceklerin artmasına neden olmuş. Kimilerine göre 1958-1961 yılları arasında yaşanan büyük açlığın nedenlerinden biri de bu. Film, zaman zaman bir Çin karşıtı propaganda hissi verse de, ortalarında kapitalizmin de benzer sorunlara yol açtığını söyleyerek sizi biraz rahatlatıyor.

Çin’de 2004 yılında yürürlüğe giren Çevre Etki Değerlendirme Yasası, bu tip projelerde halkın katılımını ve onayını şart koşuyor. Belgesel, birkaç gazeteci ve akademisyenle yerel halkın bu yasal değişikliğe güvenerek, Yunnan eyaletindeki baraj projelerinin bazılarını nasıl durdurduklarını anlatıyor. İçlerinde en büyük olanı, Kaplan Atlatan Boğaz Barajı da var. Ana akım medyada baraj karşıtı ilk haberlerin çıkmasıyla eski Başbakan Vın Ciabao, Nu Nehri üzerindeki projelerin dikkatle ele alınması gerektiğini söylüyor. Ciabao’nun bu demeci, zenginliğin tartışılamaz ön şartı kabul edilen kalkınmanın sorgulanması anlamına geliyor. Bu açıdan baraj karşıtı bu mücadele Çin için önemli bir mihenk taşı niteliğinde. Ekoloji mücadelesi, halkın birlikte sesini yükseltmesine, hükümetin eleştirilere daha açık olmasına neden oluyor; tüm dünyada olduğu gibi. Türkiye’de süreç Çin’in tersi yönde ilerlese de…

Çin’de yaşarken Yunnan eyaletine gitmiştim. Doğasıyla insanı büyüleyen bir yer. Çin’in tüm hayvan ve bitki türlerinin yarısından fazlası bu bölgede. Yaşam suyla birlikte geldiğinden olsa gerek hidroelektrik potansiyelinin dörtte biri de yine burada. Kültürel zenginlik de çok çarpıcı. 25 etnik grup burada yaşıyor. Müslümanlar, Budistler ve Şamanlar.

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali Türkiye’de ilk kez İstanbul dışında bir kentte gösterilecek. Sinemaseverler, 14 Nisan’a kadar 24 filmi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde ücretsiz izleyebilecek. Arıların neden son yıllarda kaybolduğunu, ABD’de 83 bin öğrencinin nasıl yerel gıda ile beslendiğini, Türkiye’de kentsel dönüşüm yaşanırken dünyanın pasif mimariye dönüşünü filmler çok güzel anlatıyor. Festivalin amacı sürdürülebilir yaşamı hep birlikte inşa etmek. Yunnanlı bir köylünün dediği gibi. “İki yemek çubuğunu kırmak kolay ancak bir deste yemek çubuğunu kıramazsınız”.

Hasankeyf'te ecdadın kemikleri sızlıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Ocak 2012 

Memlekette bir “ecdat” merakıdır gidiyor. Kimi ecdadı gibi ata binmek istiyor kimi yedi cihanı fethetmek. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre ecdat dediğiniz kişiler geçmişteki büyükleriniz, atalarınız. Böyle olunca benim hesabıma göre Neandertallere kadar yolumuz var. Yolumuz uzun ama hafızamız kısa ve seçici. Öyle olunca Kanuni'yi hatırlıyor, akıl hastası padişahları “es” geçiyoruz. Ne de olsa biz ecdadın da “aklı yerinde” olanını severiz. Halbuki, her şeyi olduğu gibi, doğrusu ve eğrisiyle kabul etmeyi bir öğrensek, yani iyileşsek ne güzel olacak şu memleket.

Son ecdat vurgusu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dan geldi. Erdoğan, geçen perşembe günü Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın Ankara'daki bir törenine katıldı. Törende belediyelere temizlik araçları, çöp kamyonları dağıtıldı. Anahtarlar elde fotoğrafçılara poz verildi, Erdoğan çöp kamyonu kullandı. Kimse alınmasın ama bir başbakanın çöp kamyonu anahtarı dağıtmaktan daha önemli işleri olması gerektiğini düşünenlerdenim. Bir ülke hayatında ilk kez çöp kamyonu görüyorsa o zaman başka. Çöp kamyonu dağıtmak zaten hükümetin, yerel yönetimlerin görevleri arasında. İnsan işini törenle yapar mı? O zaman herkes her gün işe giderken evinin kapısının önünde tören düzenlesin, bir de üzerine komşulara nutuk atsın. Tasarruf tedbirleri arasına bu temel atma, kapı açma ve benzeri törenlerin de alınmasını talep ediyorum. Ey Ankara duy sesimi, devir tasarruf devri.

BAŞBAKANA MÜJDE
Erdoğan törendeki konuşmasında, “Güçlü şehirleri sağlam taşlar inşa etmez. Güçlü şehirleri güçlü insanlar inşa eder. Biz işte böyle şehirlerin hayalini kuruyoruz. Selçuklu'da, Osmanlı'da inşa ettiğimiz böyle şehirlerin hayaliyle yaşıyoruz. Ecdadımızın inşa ettiği, ilham aldığı o güçlü şehirleri biz, bugün aynı şekilde imar etmek için mücadele ediyoruz” dedi. Sayın başbakanım müjde! Ben böyle bir kent biliyorum. Adı Hasankeyf. TÜBİTAK kızar korkusuyla ecdadı Neandertallerde arayamayanlar için Hasankeyf müthiş bir başlangıç noktası olabilir.

Ecdadınız Greklerse, Hasankeyf'in de içinde olduğu bu topraklara “iki nehir arası” anlamına gelen Mezopotamya diyen onlardır. Ecdadınız Araplarsa, o topraklara “ada” anlamına gelen El-Cezire diyen ecdadımız Araplardır.

2009-2011 yılları arasında Hasankeyf'teki höyük alanında yapılan kazılarda kentin bilinen tarihin 10 bin yıl öncesine uzandığı görüldü. Kanuni bugün yaşasaydı 518 yaşında olacaktı. Hasankeyf hâlâ hayatta ve 10 bin yaşında. Ecdadın en yaşlısı Hasankeyf'tir. Ecdadın kenti örnek alınacaksa Hasankeyf yaşatılmalı, baraj sularına bırakılmamalıdır.

Ecdadımız Artuklulara dayanıyor diyorsanız Artukluların ilk başkenti Hasankeyf'tir.
Ecdadımız Eyyubilerse, Hasankeyf Eyyubi hanedanına uzun süre ev sahipliği yapmıştır. Eyyubilere ait sayısız eser Hasankeyf'te korunmayı beklememktedir.

Başbakan Erdoğan gibi hayaliniz ecdadın yaptığı gibi köprüler, camiler ve kentler yapmaksa Hasankeyf sizin başkentinizdir. Artukluların zamanında yapılan köprü ortaçağın en güzel mimari örneklerinden biridir. Akkoyunlular ecdadınızsa onların kente armağan etiği Zeynel Bey Türbesi sizin en önemli ibadethanenizdir. Eyyubi Sultanı Süleyman'ın mezarına da ev sahipliği yapan Sultan Süleyman Cami ve külliyesi ecdadın eseri değil midir? İmam Abdullah Türbesi, Koç Cami, Roma dönemine ait eserler, Er-Rızk Cami ve daha onlarcası kimin ecdadının eserleri acaba? Robotik ilminin kurucusu kabul edilen İslam alimi ve mühendisi Cezeri Hasankeyf'te yaşamadı mı? Yoksa, otomatik sulama makinelerini geliştiren Cezeri'yi ecdat kabul etmiyor muyuz?

Başbakan'ın hayal ettiği şehir yaşıyor. Erdoğan henüz görmemiş olsa da, işaret ettiği Selçuklu ve Osmanlı gibi onlarca medeniyetin tarihini paylaşan Hasankeyf hâlâ neden sular altında bırakılmak istendiğini anlamaya çalışıyor?

Hasankeyf'te yaşayan 34 yaşındaki İzzet Yılmaz hayatını boyacılık yaparak kazanıyor. İzzet'e “burası sular altında kalırsa ne yaparsın” diye sordum. TOKİ'nin kentin kuzeyinde yaptığı evlere gitmeyeceğini, mecburen Batman'a göç edeceğini söyledi. TOKİ'nin evlerinin bedelini ödemek parayla. Hasankeyf su altında kalınca iş-güç olacak mı şüpheli. O yüzden herkes İzzet gibi göçe hazırlanıyor. “Batman'da tanıdığın var mı” sorusunun yanıtı ise “yok”. İki çocuğuna nasıl bakacağını da bilmiyor. Tek umudu, suların evinin olduğu yere kadar ulaşmaması.

Mehmet Ali Bulat'a çarşıda rastladım. 36 yaşında, şoför ve dört çocuk babası. “Göç edecek misin” diye sorduğumda, “Göç edip nereye gideceğiz” diye soruyor. İzzet kadar umutlu değil, daha kızgın. Bulat, “Evleri onarmamıza SİT alanı diye izin vermiyorlar. Arsam var, otel yapabilirim ama izin yok. Kazı İşleri binası yeni yapıldı, onlara izin verildi. Çifte standart var. Şu anda Hasankeyfliler olarak yoğun bakımdayız. Komadan çıkar mıyız belli değil. Hiç kimse bizi bilgilendirmiyor, kaymakam dahi ne olacağını bilmiyor” diyor.

Ilısu Barajı'nın dev baraj gövdesinde inşaat hukuka rağmen sürüyor.  Ecdatla konuşma, söyleşi yapma şansım yok ama onun yaşadığı yerleri görme şansım var; şimdilik. Baraj biterse o şansım da kalmayacak. Ecdadın yaşadığı kentlere övgüler dizilen ülkemde, o kentlerde yaşayan insanların gelecek umudu yok.