Kapitalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kapitalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

V.Ö ve V.S

2019’un son günü tanıştığımız koronavirüs (Covid-19), yeni yılın ilk günü Çin’in, daha sonra da tüm dünyanın gördüğü en büyük felaketlerden biri olarak karşımıza çıktı. Artık dünyanın yeni bir miladı var. Bundan sonra her şeyi virüsten önce (V.Ö) ve virüsten sonra (V.S) diye anlatacağız. Bu yazı erken bir yazı ama 14 gün sonrasını göremediğimiz günlerde belki de erken diye bir şey yok.

Özgür Gürbüz-BirGün/ 5 Nisan 2020

V.Ö hayat şöyleydi hepimiz için…

İnsanın doymak bilmez tüketim hırsı ve hızlandırdığı yaşam, küresel ticareti de beraberinde getirmişti. Tüketim o kadar hızlıydı ki ihtiyaç kabul edilen ürünleri kimse eskisi gibi kendi bahçesi veya köyünde yetiştirmiyordu. Kimse kendisine; ‘gerçekten ne istiyorum’ diye sormuyordu. İnsan balta girmemiş orman bırakmamıştı. Tadına bakmadığı hayvan, bitki; kazmadığı dağ, kirletmediği nehir ve hava kalmamıştı. Hayvanların mı insanların evine yoksa insanların mı hayvanların evine girdiği sorgulanmıyordu.

Virüsten önce para, mal ve insan dünyanın bir ucundan diğerine, hiç durmadan taşınıyordu. Virüs sadece bu konvoya katıldı. Kimse virüsün, insanın hırsından bile daha hızlı yayılacağını tahmin etmiyordu. Kendi yiyeceğini, giyeceğini üretemeyen insan virüsün yayılmasını engellemek için bildik hayatı durdurmak zorundaydı. Sadece Çin’den gelen insanlar değil çocuk oyuncakları bile şüpheli damgası yedi. Kağıttan uçak yapmayı unutanlar, oyuncak uçaklar Çin’den gelmeyince ne yapacağını şaşırdı. Bu bölüme tarihçiler V.Ö adını verecek.

Virüsün ortaya çıkmasıyla herkes Vuhan’daki pazara, yarasaya ve Çinlilere kızdı. Kristof Kolomb Hispanyola adasına geldiğinde en az 60 bin (bazı kaynaklar 8 milyon olduğunu söylüyor) Taino yerlisi vardı. Kolomb ve arkadaşlarının Avrupa’dan getirdiği çiçek ve grip hastalığı nedeniyle yaklaşık 50 yıl sonra sayıları 500’e indi. Kolonileşme sırasında dünyanın her yanına virüs yayanların Çinlilerden şikayet etmesi elbette ders çıkarılacak bir konu. Bu karambolde, bir gün önce Washington Post’ta çıkan, yarasa kaynaklı virüsün laboratuvarda bilimsel bir araştırma sırasında yayılma ihtimalini de kimse konuşmayacak. İnsanın yaban hayatına neden bu kadar burnunu soktuğu soru bile değil.

Yaşadığımız küresel salgın ve sonrasındaki süreç ise sorularla dolu olacak? Herkes eve kapanırsa kim üretece? Salgından sonra sokakta çalışmak zorunda olanlarla evden çalışma lüksü olanlar arasındaki gelir adaletsizliği nasıl düzeltilecek? Belki de iş hayatına “risk primi” diye bir kavram girecek. Madende, sokakta çalışanlar işin riskine göre daha fazla ücret alacak. Sağlık sisteminin özelleştirilmesinin nasıl bir bela olduğu anlaşılacak mı? Evden çalışma yaygınlaşır mı? Onlarca sorunun yanıtını V.S bulacağız.

Bu ara dönemde kendimize soracağımız sorular da var elbette. İnsan aslında uzun zamandır kendi evine kapanmıştı ama farkında değildi. Cep telefonundan konuşuyor, bilgisayardan yazışıyordu. Alışverişte karşılaştığımız kişilerin kaçıyla gerçekten konuşuyorduk? Kaç arkadaşımız kalmıştı yüzünü her hafta gördüğümüz? Dostlarımızın çoğu güzel bir söz söylediğimizde bize sarılmak yerine, “beğen” tuşuna basmıyor muydu zaten? Ölümler ise en yakınımızda olmadıkça, bir sosyal medya mesajı ya da internet haberi değil miydi? Karantina günlerinde akraba ve dostlarımızla her zamankinden daha fazla konuşmadık mı? Onları hatırlamadık mı? Kim fark etti acaba bu dostlukların sosyal medyadan daha sıcak olduğunu?

V.S yavaşlamak ve sosyalleşmek gerektiğini fark edebilirsek bu büyük felaketin yaşattığı acılar bir nebze olsun hafifleyebilir. Daha az üretmek, sınırlı sayıda insan ve enerjiyle gerçek ihtiyaçlara öncelik verebilirsek. Salgın başladığında oto galerisine, son model televizyon almaya değil makarna almaya koştuğumuzu unutmazsak. Gerekli dediğimiz onlarca ürünün bir anda hayatımızdan çıktığını, maske, sabun ve ekmeğin hepsinden değerli olduğunu unutmazsak, toprağa verdiklerimizin gözleri açık kalmayacak. İnanın.

V.S kısmını tarihçiler değil biz yazmalıyız. Gerçek ihtiyaçlar için çalışan atölyeler, tüketimi ve hızı terk ettiği için azalan işi paylaşan işçiler yazmalı. Bu krizden, işini paylaşan ama buna rağmen daha az tükettiği için geliriyle yetinen yeni bir insanlık filizlenmeli. Büyük sokaklarındaki dev marketinde dünyanın bir ucundan gelecek makarna ve pirinci bekleyen ve aç kalma paniğiyle stok yapan insanların yerine, küçük kasaba ve köylerde kendine yetecek gıdayı üreten başka bir insanlık kurulmalı. Çekilen bunca acıdan artık ders çıkarmalıyız. Kapitalizm bizi bir an önce unutmaya başladığımız hayata geri döndürmek isteyecek ama direnmeliyiz. V.S akıl dolu bir siyasete ve dirayetli insanlara ihtiyacımız olacak.

İklimin tek derdi kapitalizm değil

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Aralık 2015

Paris’te gerçekleşen iklim konferansından çıkan anlaşma birçok kişiye kapitalizmi eleştirmek için bir fırsat daha verdi. Kapitalizmi hedef alan eleştirilere hiç itirazım yok ama sorunu tanımlamada kolaycı ve eksikler. Kapitalizmi eleştirmek için Paris’i beklemeye de gerek yok.

Dünyanın ortalama sıcaklığı sanayi devriminden bu yana 1 derece artmış durumda çünkü yaklaşık 150 yıldır atmosfere haddinden fazla seragazı pompalıyoruz. Bunu petrol, kömür ve doğalgaz dediğimiz fosil yakıtları kullanarak, ormanları yok ederek, tarımda endüstrileşerek ve hayatın her aşamasında durmadan atık üreterek yapıyoruz. Kapitalizm tüketimi körüklediği için sorumlu ama şu ana kadar gördüğümüz örneklerine bakarsak, “sosyalizm” ve “karma ekonomi” gibi diğer ekonomiler de sanayileşmeyi destekledikleri, kentleşmeyi yücelttikleri ve teknolojik değişimi sorgulamadıkları için masum sayılmazlar. İşin özünde bugünkü iktisadi anlayışın olumlu bir hareket kabul ettiği büyüme var. Büyümeyi, refahı, endüstrileşmenin amacını yeniden tanımlamazsak iklim krizini durduramayız.

İkinci eksik nokta da, yine sadece kapitalist ekonomiye özgü olmayan sınır bilmezlik. Sola yakın iktisadi teoriler paylaşımı daha çok önemsese de, aslında ortada bir kaynak sorunu olduğu gerçeğini çok dile getirmiyorlar. “Her ABD vatandaşın bir arabası var, her Afrikalının da olmalı” söylemi kulağa hoş gelse de gerçekçi değil. Asıl söylenmesi gereken, “her ABD vatandaşının arabası olmamalı çünkü dünya herkese otomobil üretecek demire, plastiğe, cama veya petrole sahip değil” olmalı. Ya da, “bunların kullanımı sonucunda doğada ortaya çıkacak hasarı telafi edecek güce sahip değil” demeliyiz. Paris’teki iklim konferansından ve daha önceki 20 taneden elle tutulur bir sonuç çıkmamasının nedeni de bu. Varsıllar, bugünkü konforlarından ödün vermek istemiyor. Yoksullar da aynı kalmayı değil, zenginler gibi olmayı istiyor. Varsıl Kuzey ülkelerini bugünkü refaha razı etsek bile, yoksul Güney Kuzey’dekiler gibi yaşamayı istedikçe gezegende ekolojik hayatın çöküşünü önleyemeyeceğiz.

Şu anda bile, insanların mavi gezegenimizden talep ettiği doğal kaynakları (varlıkları) karşılamak için 1,6 Dünya’ya ihtiyaç duyuyoruz. Böyle giderse 2050’de talep ettiğimiz doğal kaynakları karşılamak için 2 gezegene ihtiyacımız olacak. Paris’ten çıkmayan ve eleştirilerde eksik kalan kısım asıl bu.

Paris’ten ne çıktı diye sorarsanız, tüm ülkelerin içinde olduğu bir anlaşma derim. Kyoto’nun birinci evresinde bile bu yoktu. Anlaşmanın ortalama sıcaklık artışını 2, mümkünse 1,5 derecede sınırlamak istemesi de kayda alınmalı ama biraz da gülünmeli. Bilim yıllardır bu uyarıyı yaptığı için iklim sorunu gündemde. İklim değişikliği tehlikesinden bahseden her hükümet yetkilisi bu gerçeği zaten kabul etmiş sayılır. Şimdi bunu kâğıda döktüler diye zilleri takıp oynamanın anlamı yok. Özellikle de, 188 ülkenin seragazlarıyla ilgili taahhütlerinin bırakın sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutmayı, 3 derecenin altında tutması bile garanti değilken. Paris’i hayra yoranlar, anlaşmanın yürürlüğe geçeceği 2020’ye kadar, ülkelerin verdikleri taahhütleri düzelterek bu hedefe ulaşabilmeyi umuyor. Kyoto’da bağlayıcılığı olan maddeler olmasına rağmen, ABD, Japonya, Rusya ve Kanada gibi ülkelerin masayı nasıl terk ettiğini unutmadık. Bu defa isyanın başını Türkiye çekerse şaşırmamalı. Konferansın son günü, İklim Değişikliği Başmüzakerecisi Mehmet Emin Birpınar’ın, ‘bize finansal yardım sözü vermiştiniz ama ortada yok. Bu durumda anlaşmanın Meclis’ten geçmesi zor’ mesajı veren tehdidi gözden kaçtı. Verdiği taahhütle, indiriyor gibi yapıp aslında seragazı emisyonlarını arttıran ve Rusya ile birlikte ‘kaçak güreş’te başı çeken Türkiye, yeni isyanın başrolünü kapmaya hevesli görünüyor.

Hoşunuza gider ya da gitmez, bu iş de bize kaldı. İklimi siyaset sahnesinde listenin en başlarına koyup, oy alınıp verilen bir konu yapamazsak; üretim süreçlerini ele alıp, iklim dostu edemezsek; tembellikten, ‘ben değil başkası yapsın’dan vazgeçmezsek; tüketimdeki gücümüzü iklim düşmanlarını cezalandırmak için hayata geçirmezsek ve konfora sahip olanlar o konforu bozmazsa, yükselen deniz seviyesi bizim boyumuzu da aşacak.

19 Aralık’ta Edirne Çevre Gönüllüleri Derneği’nin düzenlediği ‘Temiz Enerji’ başlıklı paneldeyim. Yer: Makine Mühendisleri Odası, saat: 14.30.

Çevre sorunlarını nasıl çözeceğiz

Özgür Gürbüz-BirGün/4 Eylül 2015

Adana-Akyatan-Foto: O. Gurbuz
Çevre-ekoloji konularının, fidan dikmek ve dikilen fidanları korumanın ötesinde bir politik duruş, sistem talebi olduğunu kabul edenler şunu çok iyi bilir. Diktatörlükten ve savaşlardan doğa da nasibini alır. Afrika’daki diktatörlerin ve dostlarının, kıtanın tüm doğal varlıklarını yabancı şirketlere satarak servetlerine servet katması bunun en güzel örneklerinden biridir. Bugün Afrika’da 160 binden fazla dolar milyoneri var. Günde 1,25 dolardan daha az gelire sahip Afrikalıların sayısıysa 415 milyon.

Doğa paylaşımcıdır, kimi zaman zalim görünse de her türe yaşama şansı tanır. Ormanlar kralı aslanın biraz ilerisinde zıplayan antiloba baktığı, saldırmadığı zamanlar vardır. Aslan karnı toksa zevk için avlanmaz. Krallığını ormana ilan etmek için başka bir türün tümden yok olmasını istemez. Çevre sorunlarını çözmenin esası da doğanın bu bilgeliğinde yatar. Kendine yetme ve fazlasını istememe. Sorunları çözümde kullanacağımız ilk kural bu.

Türkiye’deki elektrik sorununu ele alalım. Birçoğumuz bugün HES’lerden nükleerden, termikten ve hatta rüzgar enerjisinden şikayetçi. Bu şikayetlerin çoğu haklı nedenlere dayanıyor ancak çözümü nasıl bulacağımız konusunda fazla kelam eden yok. Halbuki basit bir prensiple çözüme ulaşabiliriz. Önce gerçek talebimizi bulalım daha sonra bu talebi hangi kaynaklardan ve hangi koşullarda üretime izin vererek yapacağımızı belirleyelim. Petrolü bir treni yürütmek için mi üretiyoruz yoksa bir tank için mi? HES’ler bir okulun ışıklandırılması için mi çalışıyor yoksa bir alışveriş merkezi için mi? Uçağa bir hastanızı görmek için mi biniyorsunuz yoksa hafta sonu 1,5 günlük tatil yapıp gelmek için mi? Üç örnekte de gerçek talep cümlelerin ilk bölümünde yazılı.

Gerçek talebi belirledikten sonra ne yapacağız? Ufak bir zihin jimnastiği yapalım. Varsayalım ki bu dünyadaki tek kişi sizsiniz ve kendinize bir ev inşa ederek işe başlayacaksınız. Evinizi hangi malzemeyle yapacaksınız onu düşünün. Kerpiçten mi, taştan mı, ahşaptan mı yoksa betondan mı? Beton derseniz size çimento fabrikası lazım. Çimento fabrikası için de enerji. Gerekli enerjiyi hangi kaynaktan sağlayacaksınız? Kömürden mi, sudan mı yoksa rüzgar veya güneşten mi? Daha sonra ikinci soruyu sorabilirsiniz. Evinizde elektrik olacak mı? Bulaşık makinası istiyor musunuz ya da televizyon? Her birinin tükettiği elektrik belli. İstekleriniz sonucu oluşan toplam elektrik talebini hesaplayınca bir önceki soruyu tekrar sorabilirsiniz; gerekli enerjiyi hangi kaynaktan sağlayacaksınız?

Doğada elektriksiz, enerjisiz ya da fabrikadan çıkmış ürünler olmadan yaşamak da mümkün. Bu da bir seçenek ama unutmayın dünyada yalnız değiliz. 7 milyar insanı da sizin gibi yaşamaya ikna etmeniz gerekiyor. İmkansız olduğunu düşünmüyorum ama zor. İlk adımda çalışma saatlerinin düşürülmesini istemek mantıklı olabilir. İnsanı daha az çalıştırmak adına üretilen tüm makineler bugün insanı daha çok çalıştırıyor ve kar maksimizasyonunu öne çıkarıyor. Elinizdeki cep telefonunuzla plajda bile iş epostalarına bakıyor, telefonlara yanıt veriyorsunuz. Yeme, içme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için haftada 5 gün çalışmamıza gerek yok. Ne kadar az çalışırsak o kadar az tüketiriz. Ne kadar az tüketirsek de o kadar az çevre sorununa neden oluruz.

Televizyon ve ütüyü hemen bırakırım ama bulaşık ve çamaşır makinama dokunmayın diyenlerdenseniz, muhtemelen eldeki en temiz elektrik üretim kaynaklarından bir ya da ikisine evet demek zorundasınız; her şeye karşı çıkamazsınız. O zaman da rüzgarın, güneşin nerelerde kurulacağını, nasıl denetleneceğini belirlemek için uğraşın. Kaynakları ve nasıl kullanılacağını belirlemek, çözümün ikinci kuralı da kabul edilebilir.

Üçüncü ve son kural mülkiyetin değişmesiyle ilgili. Dev şirketlerin, bireylerin doğal varlıklara tek başına sahip olmalarını önlersek, talep ve fiyat manipülasyonlarının da önüne geçeriz. Güneş santrallerinden, tarım üretim kooperatiflerine kadar her alanda üretimi sahiplenmeliyiz. Bu hem koyduğumuz çevreci kıstasları kontrol etmemizi sağlayacak hem de bizi kartellerden, devletlerden bağımsızlaştıracak, sermayenin tek elde toplanmasının da önüne geçecek. Üç kural işlerse bugün konuştuğumuz çevre sorunlarını ciddi ölçüde hafifletebiliriz.