Greenpeace etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Greenpeace etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İklim krizi ve Türkiye paneli

Seller, şiddetli yağışlar ve sıcak hava dalgalarıyla boğuşan Türkiye iklim krizinin neresinde? İklim krizini tetikleyen termik santraller hava kirliliği konusunda da kentlerimizi zorluyor. İklim değişikliğini durdurabilir miyiz? Ne yapmalıyız?

24 Ağustos Perşembe günü saat 10.00'da Cezayir Toplantı Salonu'nda bu soruların yanıt bulacağı, iklim değişikliği ile nedenleri ve çözüm
arayışlarının da masaya yatırılacağı bir panel düzenleniyor. Konuşmacılardan biri de benim. Panel herkese açık ve ücretsiz, beklerim.

Yarım ekmek antibiyotik

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Mayıs 2015

Öğle yemeğinde aldığınız yarım ekmek tavuk döneri yediniz mi? Yediyseniz, afiyet olsun ama pek garantisi yok. Yediğiniz muhtemelen tavuktan çok antibiyotiklerle beslenmiş ‘civcivimsi’ bir şeydi. “Şey” diyorum çünkü ekmek arasına sıkıştırılan beyaz nesneyi nasıl tarif edeceğim konusunda artık kafam karışık. Şimdilik ‘sahte tavuk’ diyelim.

Neden sahte tavuk? Anlatalım. Greenpeace’in Dünyayı Tüketmek adlı yeni raporunun tanıtımında söz alan Dr. Yavuz Dizdar, gerçek bir tavuğun 42 günlükken 2,5 kiloya ulaşamayacağını ve 20 dakikada pişirilemeyeceğini söylüyor. Dizdar, “42 günlük bir tavuğun ağırlığının 435 gram, pişirme süresinin de 2 saatten az olmaması beklenir” diyor. Yediğimiz ‘sahte tavukların’, bu kadar kısa sürede erişkin bir piliç ağırlığına gelmesinin sırrı verilen antibiyotiklerde yatıyor. Greenpeace raporu da buna dikkat çekiyor. Dünya genelinde tüketilen antibiyotiklerin yaklaşık yarısı hayvancılık sektöründe kullanılıyor. Hayvanlar mı hasta, biz mi hastayız orası belli değil! Reçeteyi yazan da doktor değil zaten, tavukçular. Dizdar, “Tavuk endüstrisinde antibiyotikler civcivlerin hızlı büyütülmesinde anahtar rol oynuyor. Antibiyotiklerin koruma amacı kisvesi altında kullanılıyor olması hayvanın dokusundaki kalıntı riskini ortadan kaldırmıyor” diyor. 2006 yılında AB ile Türkiye’de, yem ve sularda antibiyotik kullanımının yasaklandığını belirten bilginin de yanıltıcı olduğunu belirten Dizdar, bu yasağın dört antibiyotik için geçerli olduğunu, halihazırda 50’ye yakın antibiyotik çeşidinin serbestçe kullanıldığını belirtiyor.

Farkında olmadan aldığınız bu antibiyotikler bakterilerin direncini artırıp, enfeksiyonların tedavisini güçleştiriyor. Doktorlar size hastayken bile gerekmedikçe antibiyotik vermemeye, böylece bakterilerin antibiyotiklere direncini artırmamaya çalışırken siz yediğiniz tavuklarla ilaçların etkisini habire azaltıyorsunuz. Atıklarda bırakılan antibiyotik kalıntıları da yine insanlar ve doğadaki diğer canlılar için risk meydana getiriyor. Civcivimsi yemenin tek derdi farkında olmadan antibiyotik almakla sınırlı da değil. Dizdar, yumurta sarısının renginin bile katkı maddeleriyle değiştirilebildiğini, bunun da insanlarda kıllanmadan tümöre kadar pek çok etkisi olduğuna dikkat çekiyor. Tavuk üreticilerinin yumurta sarısının rengini belirtecek renk paletleri bile var. Parke rengi seçer gibi seçebiliyorsunuz.

Tavuk eti yemiyorsanız sorun yok ama yiyor ve yemek istiyorsanız çözüm geleneksel yöntemle yetiştirilen köy tavuğu veya organik tavukta. Beş liraya tavuğu unutursanız. Birçoğumuzun tavuk etini ucuz olduğu için seçtiğini düşünürsek bu da sosyal bir soruna işaret ediyor. Organik tavuk hâlâ pahalı, köy tavuğunu bulmak için de önce köyü, sonra tavuğu bulmak zorundasınız. Son ‘Büyükşehir Yasası’ ile her yeri kentleştiren hükümet, hayvancılığın son kalıntılarını da yok etti. Çiftçi-SEN Genel Başkanı Abdullah Aysu, Türkiye’de üretilen tavukların yüzde 99’unun endüstriyel üretim olduğunu kalan yüzde 1’in büyük bir bölümünün de ihraç edildiğini söylüyor. En kolayı sebzeye hücum; benden söylemesi.

Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık ise tavukçuluk sektörünün 24 yeni GDO’lu yem için ithalat izni istediğine, bu isteğin bakanlıkta değerlendirildiğine dikkat çekiyor. Atalık, “Türkiye 2014 yılında hayvan yemi yapmak için yaklaşık 1,5 milyar dolarlık GDO’lu soya ürünü ithal etti. Öte yandan Türkiye son 15 yılda 26 milyon dönüm tarım arazisi kaybetti. Bu alan Belçika’nın yüzölçümüne yakın. Bu kaybedilen alanın sadece 6 milyon dönümü mısır ve soya üretimine ayrılsa, hayvan yemi için GDO’lu soya ve mısır ithalatına gerek olmayacak” diyor. İşin içinde bir de GDO tehlikesi var.

‘Yutmayız’ sloganıyla endüstriyel kanatlı et sektörünün yarattığı sağlık ve çevre sorunlarına dikkat çeken Greenpeace, tavuk şirketlerinden 2020 yılına kadar tüm üretim zincirini sağlığa ve çevreye zarar vermeyecek şekilde yeniden düzenlemesini talep ediyor. Sektörün şu ana kadar yaptığı ise tüm mali ve lobi gücünü kullanarak bu iddiaları sözle, kendine yakın uzmanlarla yalanlamak. Yutup yutmayacağınıza siz karar verin. Kampanya bilgileri burada: yutmayiz.org

Rusya’da panik havası

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Ağustos 2013

13 Ağustos’ta Rusya’nın Sesi’nde yayımlanan ilginç bir haberde, Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralle ilgili çekinceler dile getirildi ve Türkiye’ye bir anlamda gözdağı verildi. Haberde görüşlerine başvurulan Stanislav Tarasov adlı dış politika uzmanı, Akkuyu’da nükleer karşıtlarının düzenlediği protestoların, Batı basınında santralin Türkiye için tehlike arz ettiği yönündeki haberlerden esinlendiğini iddia etti. Böylece, Başbakanın diline doladığı şu ‘dış mihrak’ hikayesi de eğlenceli bir hâl aldı. Bir ‘dış mihrak’ bir başka ‘dış mihrak’tan şikayetçi oldu; bunu da gördük. İşin garibi, nükleer karşıtları da bu ‘dış mihrakların’ hepsine karşı mücadele ediyor. Mersin’de nükleer santral kurmak isteyen Ruslar, Sinop’ta ise Japonlar ile Fransızlar.

Tarasov’un tezi özetle şu: Türkiye’de bazı çevreler Rusya’yı, Akkuyu’da nükleer santral kurmaktan vazgeçirmek istiyor. Bir devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki kolu Akuyu NGS’nin Mersin’deki santral için verdiği ÇED raporunun Çevre Bakanlığı’nca reddedilmesini bir işaret olarak görüyor. ÇED raporunun Temmuz sonunda şirkete geri iade edilmesi santralin yapımını geciktirecek diyen Tasarov, “…Türkiye hükümeti Akkuyu projesi ile ilgili imzalanan anlaşmanın şartlarını, yeniden gözden geçirme niyetinde olduğunu açıkça ifade etmeli. Rusya ise ortaya çıkacak yeni koşullarda Türkiye ile nükleer enerji alanında işbirliği yapmanın karlı olup olmadığı konusunu yeniden düşünmeli” diyerek uyarıyor. Tasarov’un işaret ettiği nokta, Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında imzalanan anlaşmanın tazminata kadar uzanacak maddeleri. Anlaşmazlık durumunda Madde 17 devreye girebilir ve tahkim yolu açılabilir. Madde 18 ise daha yumuşak. Taraflar, bir yıl önceden haber vermek kaydıyla anlaşmayı fesh edebilir ama iki tarafın da rızası olmalı. 2012’de Belene Nükleer Santrali’nin yapımından vazgeçen Bulgaristan Rosatom’la anlaşmayı iptal etmiş, Rusya’da karşılığında 1 milyar 300 milyon dolar tazminat istemişti. Kısaca, ya aba altından sopa gösteriliyor ya da “vazgeçtiyseniz uğraştırmayın bizi” deniyor.

NÜKLEER DÜNYADA GÖZDEN DÜŞTÜ
Türkiye’ye nükleer santral satma konusunda çok kararlı görünen Rusya ve yapma konusunda ısrarlı Türkiye nasıl oldu da bu duruma geldi, asıl bunu anlamak lazım. İki ülkenin Suriye ve genelde Orta Doğu’nun geleceği konusunda anlaşamadıkları ortada. Bu, işin siyasi boyutu. İşin enerji boyutunda ise bizim yıllardır söylediğimiz gerçekler var. Nükleer enerji pahalı, riskli ve kirli. Son aylardaki gelişmeler de haklı olduğumuzu gösteriyor.

·         Fukuşima’da 2,5 yıl önce kaza yapan santralden 400 ton civarında radyoaktif su her gün okyanusa karışıyor. Dünyanın en ileri teknolojilerine ve maddi olanaklarına sahip Japonya bile bir nükleer kazanın sonuçlarıyla baş edemiyor. 
·         Hisselerinin büyük çoğunluğuna Fransız devletinin sahip olduğu nükleer enerji devi EDF, Amerika’daki nükleer enerji pazarından çıkacağını açıkladı. Hükümetin Sinop’a nükleer santral kurması için anlaştığı şirket, Amerika’da kaya gazı nedeniyle ucuzlayan doğalgazla rekabet edemiyor; ilk neden bu. Fransızları ABD’den gönderen ikinci neden ise daha ilginç. ABD, Calvert Cliffs Nükleer Santrali’ne yapılacak üçüncü reaktör için EDF’nin başvurusunu reddetti. Nedeni de şöyle açıklandı: Amerika topraklarında yabancı bir şirketin kontrolünde nükleer santral kurulamaz! Bizde ise durum tam tersi, yabancı şirketlerce kurulmak istenen iki santral var.
·         Elektrik ihtiyacının yüzde 75’ini nükleerden üreten ve bize örnek gösterilen Fransa’dan gelen haberler de nükleer enerji taraftarlarını üzüyor. Fransa’da elektrik fiyatlarına Ağustos itibariyle yüzde 5 zam geldi. Bir yıl sonra bir o kadar daha zam gelecek. Çünkü Fukuşima sonrası nükleer santrallerin güvenlik önlemleri ve işletme maliyetleri arttı. Devlet destekli nükleer enerji Fransa’da bile diğer kaynaklarla fiyat rekabetinde zorlanıyor. 
·         Yenilenebilir enerji kaynakları hızla gelişiyor. 2012’de dünyada yenilenebilir enerjiye 268 milyar dolar yatırılırken nükleere ayrılan pay 25 milyar dolar civarındaydı. Yenilenebilir enerjiye yatırım yapan ülkelerin başında Çin geliyor, onu ABD, Almanya, AB ülkeleri ve Japonya izliyor. Yani gelişmiş ülkeler ucuz ve güvenli denen nükleere değil yenilenebilir enerjiye yatırım yapıyor.
·         Türkiye’de nükleer enerjiyi halk desteklemiyor. Mayıs 2013’te yapılan Konda araştırması nükleere hayır diyenlerin oranı yüzde 63,4 diyor. Greenpeace’in Nisan 2011’de A&G şirketine yaptırdığı araştırma da yüzde 64’ün karşı olduğunu söylüyordu. Bunca propagandaya rağmen halk ikna olmadı.

JÖLE YAKITLI NÜKLEER GELİYOR
Mersin’deki nükleer projenin üzerinde kara bulutlar dolaşmasının nedenleri özetle bunlar. Benzer nedenlerden dolayı, bu projenin Türkiye için stratejik ve ekonomik bir gerekçesi kalmadı. Geriye bir tek ‘nükleer yapma inadı’ ve o inadın ateşli sahiplerinden nükleer sever Başbakan Başdanışmanı Yiğit Bulut kaldı. İddialara göre sahildeki çarpık yapılaşmayı denetleme konusunda kurulacak komisyonda yer alacak Yiğit Bulut’un bu konulara girmesi an meselesi. Bulut’un sahilleri dolaşmaktan vakti olur mu bilmem ama jöle yakıtlı ilk yerli nükleer santralin halka rağmen devreye girmesi kimseyi şaşırtmasın. Görünen o ki çevre konularında da bol dış mihraklı, komplo teorili günler bizi bekliyor. Zaten sahildeki otellere ruhsatları da telekinezi ustası Marslılar vermedi mi? Biz sadece ara elemanız, hiçbir günahımız yok.

Erdoğan neden kaybediyor

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Haziran 2013

Bizim insanlarımızın çoğu oldum olası güçlüyü sever. Güçlünün yanında durur, onu destekler. Ne zaman güçlü kaybetmeye başlar, etrafındakiler de pılı pırtıyı toplayıp başka kapıya gider. Politikada da böyle, futbolda da. Demirel, Menderes ve Özal’ı hatırlayın. İyi günde yanlarında olanlar kötü günde yok oldular. İstanbul’u hiç görmemiş bir kişinin İstanbul takımlarını desteklemesi de buna benzer. Şampiyonluk şansınız yoksa taraftarınız da yoktur. Hep yenenden, en büyükten yana oluruz. Ofsayttan gol atsak da galip geldiğimize seviniriz.

Başbakan Erdoğan iktidara geldiğinden beri bu “güçlülük stratejisi” faaliyette. Erdoğan’a verilen destek artık icraatlarından çok, “güçlü” duruşuyla ilgili. Orduya diz çöktüren, İsrail’e laf söyleyen Erdoğan portresi iktidarın temel dayanağı. Parti içinde bile bu hava hakim, eleştiri ondan yok. Kimsenin onu karşısında duramayacağı izlenimi gün geçtikçe pekiştirildi. Öyle ki, çok iyi hatip olduğu iddia edilen Erdoğan, televizyonlarda siyasi rakiplerinin karşısına bile çıkmaz oldu. Bun rağmen kimse onun korkup kaçtığını söyleyemedi, güçlü olduğuna muhalefet bile inanmıştı. Hep ve tek o konuştu. Medya gücü perçinlemenin parçasıydı, ele geçirildi. Bu sayede tek onu dinler, tek onun gündemini konuşur hale geldik. Bu da Erdoğan’ı daha güçlü gösterdi. Ta ki baş belası sosyal medyanın keşfine kadar. 3 Haziran 2012 tarihinde Birgün’de yazdığım, “Başbakanın gündeminden bize ne” başlıklı yazıda bu tehlikeye dikkat çekmeye çalışıp, başbakan bizi dinlemiyorsa biz de onu dinlememeliyiz demiştim. Gezi’den sonra işte bu oldu. Erdoğan dinlenmemeye başlandı ve toplumun büyük bir kesimi üzerindeki etkisini yitirdi.  

KENDİNE GÜVENİN YERİNİ KORKU ALDI
Erdoğan’ın gücüne güç katan medya değersizleşti. Gündemi belirleme gücü halkın eline geçti. Başbakan 10 yıl boyunca kullandığı polemik yaratan tüm sözcükleri bir konuşma metni içerisinde kullanmaya başladı. Kürtaj, alkol yasağı, Taksim’e cami, Atatürk Kültür Merkezi’ni yıkma hikâyeleri… Güçsüzleştikçe kendine güvenin yerini korku aldı. Bu yüzden de yandaşlarını sokağa davet etme gibi Türkiye için hiç hayırlı olmayacak çağrılar yaptı. Kendisinin de inanmadığına emin olduğum, “camide içki içtiler” türünden üçüncü sınıf yalanları bizzat dillendirdi. Yine de sonuç hüsran, tüm bunlar artık işlemiyor. Kürtaj diyorlar sokaktan “biber gazı oley” sesleri geliyor. Sokaktaki halkın derdi başka ve ısrarla aynı soruları soruyor. Parkımıza, kentimize ne olacak? Daha fazla özgürlük mü vaat ediyorsun yoksa yasak mı? Yanıt alamadıkça da muktediri dinlemeyi bırakıyorlar. Onlar dinlenmedikçe de muktedirin gücü azalıyor. Yapacağımız en önemli şey dinlememek.

Her şey dört dörtlük değil haliyle. Dizilerle beyin yıkayan kanalların yerine bir şey koymak zor. Yıllardır yeni bir fikir üretmeden sadece politik söz dalaşları yazan yazarların kendilerini değiştirmeleri kolay değil. Değişen politika yapma biçimini, sokağa çıkan insanları anlamak çaba istiyor. Kürt sorunun çözümünün ağaçların özgürlüğünden geçtiğini henüz anlatamadık. Yeşil politikanın esaslarını oluşturan bireysel özgürlüklerin ve tüm canlıların yaşam hakkı savunusu meydanlara inmişken onu yönlendirecek bir parti ortada yok. Tüm bunlara rağmen değişimi izlemek gibi bir şansımız var. Sokaktaki gençler bize yol gösterecek.

ÇEVRECİLER SINAVI GEÇTİ
Gezi Parkı eylemlerinin ilk gününden beri doğru bir söylem geliştiren ve direnişe destek veren çevre örgütlerine bir teşekkür borcum var. ÇEKÜL, Doğa Derneği, Greenpeace, WWF ve TEMA Vakfı gibi bilinenlerin yanı sıra kuş gözlemcilerden Ataköy Platformu’na kadar onlarca örgüt parklarına, doğal ve kültürel değerlerine sahip çıkmak için gece gündüz çalıştı. Bazen eleştiri oklarını yöneltsem de bu kuruluşlar geçen ay içinde başarılı bir sınav verdi. 27 tanesi bir araya gelip Perşembe günü bir bildiri yayımladı. İlk cümlesi durumu özetliyor: “Türkiye'de doğaya ve insana karşı uygulanan şiddetin, ivedilikle son bulmasını arzu ediyoruz”.

DURAN BABAM
Gezi Parkı direnişinin en önemli katkılarından biri, sivil itaatsizliğin özellikle de duran adam eylemleriyle yaygın bir biçimde kullanılması oldu. Sözlü ve fiziksel şiddetin hayatın her alanında görüldüğü Türkiye için şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemlerinin önemli bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Bir kısım medya, “bakışlarıyla 100 dükkânın camını kırdı” gibi yaratıcı haberlerle bu eylemlere de çamur atmak isteyebilir ama boşuna. Halk bu tarzı sevdi umarım bunu siyasi yelpazenin en ucundakiler de görüyordur. Sivil itaatsizlik bizim evde pratiğe geçti bile. Babam bana mesaj atmış, kendisini evde bırakıp konsere giden anneme karşı bir gün boyunca “evde duran adam” eylemi yapacakmış. Babama ve duran adamlara destek olmak için ben de Hindistan’ı İngilizlerden sivil itaatsizlik eylemleriyle kurtaran Gandhi’nin sözlerini hatırlatmak istiyorum. Gezi Parkı yorumuyla.

Seni önce yok sayarlar (penguen) / Sonra alay ederler (çapulcu) / Sonra seninle savaşırlar (gaz) / Sonra kazanırsın.

Atomik bilim insanları Türkiye’yi uyarıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Mayıs 2013

Nükleer enerji ve nükleer silah konusunda uzman bilim insanlarının çıkardığı Atomik Bilim İnsanları Bülteni’nde (The Bulletin of Atomic Scientists), geçenlerde Türkiye’nin nükleer enerji programını değerlendiren bir makale yayımlandı. Atomik Bilim İnsanları Bülteni, ilk atom bombasını yapan bilim insanları, mühendis ve diğer uzmanlar tarafından halkı nükleer silahların tehlikesi konusunda uyarmak için 1945’te çıkarılmaya başlandı. Herkes onları “Kıyamet Saati”yle tanıdı. Bu saat, nükleer savaş, biyoçeşitliliğin azalması ve iklim değişikliği gibi tehlikeler nedeniyle dünyanın sonuna ne kadar yaklaştığımızı gösteriyor. 1947’de Kıyamet Saati ilk kez tanıtıldığında gece yarısına (kıyamete) 7 dakika vardı, şimdi 5 dakika var. Saatin kıyamete en uzak olduğu zaman (17 dakika) soğuk savaşın bittiği 1991 yılıydı. Kıyamete en yakın olduğumuz zaman (2 dakika) ise ABD ve Sovyetler Birliği’nin hidrojen bombasını bulup denedikleri 1953’tü.

Bülten’deki makalenin yazarları Aaron Stein ve Chen Kane, Türkiye’nin nükleer enerji programının silah üretme amaçlı olmadığına inanıyor ve bu alanda bir tehlike görmüyor. Ancak aynı yazarlar, Ankara’nın sınırlı finansal kaynaklarla bu işe girmesini ve santrallerin yapımını çok kısa bir sürede gerçekleştirmek istemesini riskli buluyor. Türkiye’nin Sinop ve Mersin için izlediği model “yap-sahip ol-işlet”. Bu modelin nükleer santrallerin yapımında hiç kullanılmadığını söyleyen yazarlar, Türkiye’nin tüm kontrolü yabancı şirketlere devrettiğine dikkat çekiyor. Makalede aynen şu ifade var: “Türkiyeli yetkililer santral tedarikçilerinin maliyetleri aşağıda tutmak için kestirme yollara sapıp sapmadığını denetlemenin bir yolunu bulmak zorundalar”. Şimdi soru şu, bu denetimi kim yapacak? Hayatı boyunca bürokratik işlerle uğraşan, nükleer santrallerde hiç çalışmamış Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) çalışanları mı yoksa Rusya’ya gönderilen mühendis adayı öğrenciler mi? TAEK’in nükleer enerji konusundaki becerilerini Gaziemir’deki nükleer atık meselesinde daha yeni sınamadık mı?

Atomik Bilim İnsanları, Erdoğan’ın 2023’ten önce en az bir reaktörü çalıştırma arzusunu da tehlikeli buluyor ve Uluslararası Atom Enerji Ajansı’nın (UAEA), nükleer enerjiye yeni geçecek ülkelere 10-15 yıllık bir hazırlık süresi tavsiye ettiğini anımsatıyor. Bu da ikinci uyarı. Üçüncü uyarının hedefinde ise Enerji Bakanlığı ve TAEK var. UAEA, nükleer enerji konusunda kontrolü ve denetlemeyi sağlayan düzenleyici kurumların, TAEK gibi nükleer enerjinin promosyonunu yapan kurumlardan ayrı ve bağımsız olmasını istiyor. Türkiye’de TAEK’in hem lisans veren, hem denetleyen hem de nükleer enerjiyi özendiren kurum olmasını bu yüzden tehlikeli buluyorlar. TAEK’in finansal ve idari açıdan Başbakanlık tarafından kontrol altında tutulması da ayrı bir dert. Özetle; şeffaflık, denetim eksikliği ve güvenliğin ikinci plana atılıp, işin aceleye getirildiği yönünde kaygıları var. Nobel ödüllü 18 bilim insanının desteklediği bu örgüte Başbakan acilen bir telefon açmalı. İnşa ettiğimizin nükleer santral değil “tüpgaz” olduğunu anlatmalı ve kaygılarını azaltmalı.

Murat Boz ve Greenpeace
Greenpeace kampanyalarında ünlü yüzler kullanmaya devam ediyor. Sonuncusu da Murat Boz oldu. BirGün yazarlarından Bedia Ceylan Güzelce eleştiri işini bana havale edince boynumuzun borcu deyip bir kelam etmek zorunda kaldım. Boz, Kuzey Kutbu’nu kurtarmak için Greenpeace’in yeni yüzü olmuş. Hatırlarsınız, bir önceki yüzü Ayşe Arman’dı. Greenpeace Arman’ı “dört çeker cipiyle” Kuzey Kutbu’na götürmüştü. Arman durumun umutsuz olduğunu görmüş olmalı ki dönünce bir inşaat firmasının reklamlarında oynamaya başladı. Boz’da herhalde yakında otomobil reklamlarına çıkar. Merak edenler için söyleyelim. Kutbu kurtarmak için yapmanız gereken sosyal medyada Greenpeace’i takip etmek, imza vermek. Siz imza veriyorsunuz onlar da size bir sanal ayı veriyorlar. Mesajı yaydıkça da ayı büyüyor sizin de sertifika, bileklik ve tişörtünüz oluyor. Vapurlarda kalem aldığınızda yanında tarak verirlerdi ya, o hesap. Sonra Kuzey Kutbu kurtuluyor, yerinizden kalkmanıza bile gerek yok.

Kimse yanlış anlamasın, Greenpeace’i severim. İki yıl çalışanıydım, gönüllülük yaptım ama son 5-6 yıldır örgüt çok kötü yönetiliyor. Tek dertleri daha fazla bağış almak, sanal alemde takipçi sayısını arttırmak. Facebook’ta binlerce takipçi olunca sanki dünya kurtulacak. Oyuncak ve promosyonla takipçi edinmek kolay ancak eylemci bulmak, bu iş için hayatını veren insanları harekete katmak zor. Kampanya başarıları azaldı, mesajlar yanlış. Enerji Bakanı Taner Yıldız’a “Nükleere hazır mısınız” yazılı tişört verdiklerinde bakanın kendilerine, “hazırız” dediği anı hiç unutmuyorum. Kampanya o an yerle bir olmuştu. En güçlü olduğu yanı kampanya yapmaktı artık en zayıf yönü. Sanal alemde destekçiler çoğaldı ama sokakta yalnızlar. Güncel bir örnek daha: 11 Mayıs’ta iklim değişikliğine dikkat çekmek için yazdıkları yazıda, “Türkiye sera gazı salımlarını 1990'dan beri %95 artırdı” yazmışlar. Halbuki artış yüzde 124. İki yıl önce bile yüzde 98’di. Aynı yazıda, “Türkiye'de 57 kömürlü termik santral planı var” diyor, bir satır aşağıda ise bu rakam 50 oluyor. Böyle yaparsanız size kim inanır? Greenpeace şirketlerden bağış almıyor iyi ama bireylerin verdikleri paralar da boşa gidiyor.

Yaşam ve Çevre Politikaları
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, 1-2 Haziran’da Levent Kültür Merkezi’nde “Yaşam ve Çevre Politikaları” başlıklı bir çalıştay düzenliyor. Çalıştayda çok değerli konuşmacılar var. Sanayi ve enerji politikalarından halk sağlığına kadar birçok ilginç konu başlığı var. Ayrıntılar Oda’nın internet sayfasında. www.cmo.org.tr

Greenpeace ve Ayşe Arman

Yeşilbarış örgütünü neredeyse 20 yıldır izliyorum, bir süre kampanya yürüttüm. Kampanya başarısından bu kadar uzaklaşıp görünürlüğe bu kadar önem verildiğini daha önce hiç görmemiştim.

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Ekim 2012

Yıl 1970. Bob Hunter ve arkadaşları “Dalga Çıkartmayın” adlı bir komite kurdular. O gün için tek dertleri vardı, ABD'nin Alaska yakınlarındaki Amçitka Adası'nda yapacakları nükleer denemeyi durdurmak. Komitenin üyelerinden ekolojist Bill Darnell, barış (peace) odaklı bu gruba yeşil (green) kelimesini hatırlattı. Böylece, dünyanın en büyük çevre örgütlerinden biri olacak Greenpeace'in (Yeşilbarış) adı ve mücadele alanları ortaya çıkmış oldu. Nükleer silahlara karşı duran en kuvvetli kelime barış, ekolojiyi en iyi anlatan renk ise yeşildi. İki ayrı kelime, grubun para bulmak amacıyla kullandığı ilk yöntem olan rozetlere sığmayınca birleştirildi ve Greenpeace (Yeşilbarış) adı ortaya çıktı.
Nükleer silahlara ve savaşa karşı zafer işareti yaparak 'barış' istemek, çiçek çocuklarından geliyor. Vietnam Savaşı sırasında ortaya çıkmıştı. Çiçek çocuklarının şarkılarıyla ruhlarını tazeleyen grup, 1971 yılında nükleer denemelerin yapılacağı adaya bir tekneyle gidip, denemeyi durdurmaya karar verdi. Tekne nükleer denemenin olacağı bölgede olursa, Amerikalılar büyük bir olasılıkla nükleer bombayı patalatamayacaktı. Veya onları da öldürmek zorunda kalacaklardı. Yaptıkları rozetleri satarak tekne parasını çıkaramayacaklarını anlayınca bir rock konseri düzenlediler. Topladıkları 23 bin dolarla tekne satın alındı. Daha adaya varmadan ABD Donanması tarafından yolları kesilse de kamuoyu ölümü göze alan bu yolculuğu duymuştu. Nükleer deneme yapıldı ancak daha sonraki denemelerden vazgeçildi. Amçitka Adası ise kuşlar için koruma alanı ilan edildi. Greenpeace o gün bugündür şirketlerden bağış, yardım almaz. Gelirler bireylerin verdiği maddi katkılardan oluşur.
40 YIL SONRA BAŞKA BİR GREENPEACE
Yıl 2012. Bu defa Greenpeace'in gemisiyle yola çıkan gözü pek eylemciler değil Hürriyet gazetesinin en çok okunan yazarlarından Ayşe Arman. Amaç Greenpeace'in 'Kuzey Kutbu'nu kurtar' kampanyasını duyurmak. Ayşe Arman yazacak, Türkiye duyacak. Duyacak ama sonra ne yapacak? Yeşilbarış'a destek verecek ve böylece örgüt daha çok parayla daha fazla eylem yapacak. Tahmin edebileceğiniz gibi çevre camiası bu konuyu tartışıyor. Kimileri, binlerce kişiye ulaşıldığını söyleyip yapılan işi destekliyor kimileri ise Arman'ın doğru kişi olmadığını söylüyor. Kocasının BP'de üzt düzey yönetici olması da sıkça dillendiriliyor. Bu eleştirilerin doğru ama yetersiz olduğunu çünkü çoğu yorumun işin özünü görmekten uzak olduğunu düşünüyorum. 
İlk sorun Türkiye'deki birçok sivil toplum örgütünün düştüğü hataya Yeşilbarış'ın da düşmesi. Kampanya, Yeşilbarış'ı Yeşilbarış yapan Hunter gibi eylemciler tarafından değil, mücadeleden giderek uzaklaştıklarını düşündüğüm 'profesyonel' iletişim sorumluları tarafından yapılmış gibi duruyor. Arman'ın hatırı sayılır okuyucu kitlesine ulaşmak ve onlardan maddi destek sağlamak hedeflenmiş olabilir. Bugün herhangi bir şirket, medyada adını duyurmak istese benzer bir yola başvurur. Gazeteciler bir geziye davet edilir, kendilerine bilgiler verilir ve onlardan daha sonra kendileri hakkında güzel yazılar yazması beklenir. Ayşe Arman'da bunu yapmış. Üç tane güzel gezi yazısı, Greenpeace ve gemisi hakkında renkli ve eğlenceli bilgiler vermiş. Arada sırada kömürden, toplam iki kez de petrolden bahsetmiş. Ellerine sağlık ama unutulan bir şey var. Greenpeace bir şirket değil. 
ARMAN DOĞRU KİŞİ DEĞİLDİ
Arman kutuplara gitti ve geri geldi. Bu süre boyunca planlı bir kampanya yürütüldü. Kampanya Greenpeace ve Hürriyet gazetesi tarafından hazırlanan videolarla süslendi. İlk videoda dört çeker cipine atlayan Arman kutuplara gitmenin mutluluğu içindeydi. Aracınızın motoru ne kadar büyükse küresel ısınmaya yol açan petrolü o kadar çok yakıyorsunuz. Kuzey Kutbu'nu kurtarmak için cipe binmek, yangına körükle gitmeye benziyor. Arman Kuzey Kutbu'na kadar gitmişken Hürriyet için küçük bir reklam filmi bile çekti. Elinde iki cep telefonu, gazetenin internet sitesine kutuplardan bile erişilebileceğini gösteren reklam filmini ne yazık ki izledim. Demek bizim telefoncular, oraya bile baz istasyonlarını dikmeyi başarmışlar. Yeter ki Ayşe Arman internetsiz kalmasın. Bu işin şakası ama o reklamın bana düşündürttüğü ilk şey buydu.
Greenpeace'in Ayşe Arman kampanyası umarım onlara daha çok destekçi kazandırmış, kasalarına daha çok para girmesine neden olmuştur. Son 5-6 yıldır örgütün öncelikli derdi zaten bu oldu.  Kampanya başarısından çok popülerleşme, ana akıma yaklaşma ve sanal alemde var olma ön plana çıktı. Kullandıkları dil belki daha 'neşeli' oldu ama anlamsızlaştı. Ekolojinin özüne aykırı, “seninki kaç santim” gibi cinsiyetçi bir dil, kampanya sloganı bile yapıldı. Mücadeleden bihaber birileri, “nükleerle yaşamaya hazır mısınız” gibi bir sloganı, kampanyacıların başına nasıl dert açacağını düşünmeden piyasaya sürdü. Sonra bir enerji bakanı geldi ve “hazırız” deyip Yeşilbarış'ı mat etti. Yeşilbarış örgütünü neredeyse 20 yıldır izliyorum, bir süre kampanya yürüttüm. Kampanya başarısından bu kadar uzaklaşıp görünürlüğe bu kadar önem verildiğini daha önce hiç görmemiştim. Greenpeace'e destek vermek yakında 'Vakko' marka çanta taşımaya benzeyecek. Vakko marka çantaların bu dünyayı kurtaracağını sanıyorsanız, aldanıyorsunuz. 
ÇEVRECİLER SEMPATİK OLMAK ZORUNDA DEĞİL
Greenpeace'in bu kampanyayla yaşadığı asıl sorun ise örgütün giderek onu var eden unsurlardan uzaklaşması. Arman yazısında, “biz enerjiyi verimli kullanmıyoruz” diye okuyucularına mesaj veriyor ancak ilk videoda evindeki gereksiz ışıklandırmalar göze çarpıyor. Ulaşımda verimlilik toplu taşımadan geçer ama size “verimli olun” diyen kişi, özel ve çok petrol yakan bir araca biniyor. Elinde iki cep telefonu var vs. Ayşe Arman'ın evinin bir odası, Bob Hunter, David Mc Taggart gibi daha sonra Greenpeace'in başkanlığını da yapmış müthiş insanların nükleer denemeleri durdurmak için okyanusa açıldıkları o tekneden sanırım daha büyük. Bilemeyiz, belki de bu kutup gezisinden sonra Arman iki odalı bir apartman dairesine taşınır, cipini az yakıt yakan bir şehir aracıyla değiştirir ve hatta bisiklete binmeye başlar. Lüks lokantalardan, pahalı elbiselerden vazgeçer. Çünkü Greenpeace'i Greenpeace yapan sadece söyledikleri değil aynı zamanda yaptıklarıdır. O gemideki eylemcilerin yaşam biçimidir. Yoksa Yeşilbarış, politikaların değişmesi kadar, tüketim toplumunun terk edilmesi, yaşam tarzımızın değişmesi gerektiğine artık inanmıyor mu? Kutuplara kadar götürdüğünüz Arman'ı ikna edemediyseniz kimi ikna edeceksiniz? Kampanyanın asıl başarısızlığı aslında bu yanlış kişi seçiminde yatıyor. 
Uzun lafın kısası, Greenpeace'in kamuoyuna mesajlarını iletmesi için seçtiği kişi ya bu mesajları hiç duymamış ya da hiç iplemiyor. Ayşe Arman'a haksızlık etmek istemiyorum, iyi niyetinden de şüphe etmiyorum. Sorun, dünyayı kurtarmak için yanlış bir yöntemin seçilmesi. Greenpeace'i moda yapmak, onu sosyal medyada takip etmeyi cazip kılmak insanları sorumluluklarından uzaklaştırıyor. Yeşilbarış'ı 'beğen'mekle iş bitmiyor, kendi yaşam tarzınızı, mevcut politikaları 'beğenmemekle' iş başlıyor. Yeşilbarış hoşunuza giden değil, hoşunuza gitse de gitmese de doğruları söyleyerek sizi rahatsız eden bir kurum olmak zorunda. Onu sempatik kılmak, ana akıma yaklaşmayı da beraberinde getirecekse örgütün etkisini de azaltabilir. Başbakan Erdoğan'ı bir düşünün, o zaman demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. 
Küresel ısınmayı yavaşlatmak için vaktimiz o kadar az ki, sadece güzel yazı yazmak veya bir örgüte maddi destek vermek yetmiyor. Yaşam tarzımızı değiştirmemiz, sokağa çıkıp bağırmamız da gerekiyor.