Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Normali unutmayalım

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Şubat 2023

Foto: Uğur Şahin
Bugün depremzedelere çadır bulmak için koşturuyoruz. 43 bini geçen can kaybının yaktığı yüreklerdeki acıları azaltmaya çalışıyoruz. Çadırların nereye konulacağını, konteynır kentlerin nasıl kurulacağını, molozların nasıl bertaraf edileceğini bulmaya çalışıyoruz.

Yaralıların tedavisi için ayakta kalmış hastane aranıyor. Ailesini kaybetmiş çocukların akıbetini sorgulanıyor. İnsanları enkazdan kurtarma çalışmalarını siyasete alet etmeye çalışan “tekbircilerle”, yeterlilikten nasibini almamış yöneticilerin atandığı, sorumluluklarını yerine getiremeyen kurumlarla uğraşılıyor.

İnsan, kedi, köpek demeden can kurtarmaya çalışan gönüllüler var. Çorbada tuzum olsun diyen herkes battaniyeden, kalacak yere, ne varsa depremzedelerle paylaşıyor. Elektrik altyapısının çöktüğü kentlerde güneş enerjisiyle ışık, yolların kapandığı kentlerde insan yüzüyle umut olanlar var. Emeği geçen, geçecek; yardım eden, edecek herkese binlerce kez teşekkürler. İyi niyetle yapılmış en ufak yardımın hakkı ödenmez ama şu gerçeği de söylemezsek bu acıları tekrar yaşarız. Yaşadıklarımız normal değil, olması gerekeni unutursak bir kez daha enkaz altında kalırız.

***

Anadolu’da depremin olmasından daha doğal bir olay yok. Bilim bunu bilmemizi sağlıyor. Anormal olan depremin olması değil, depremde binaların yıkılması. Anormal olan apartmanların toprağın üzerine yapılması değil, zemine uygun yapılmaması. Anormal olan denetimsizlik, plansızlık, rant için kuralların ve bilimin hiçe sayılması. Anormal olan yerle bir olmuş kentlerin bir yılda yeniden yapılacağının söylenmesi. Aynı hataların, aynı plansızlığın ve denetimsizliğin tekrar edileceğinin net bir işareti olan bu sözlere alkış tutulması, hayatımızdan çıkarmamız gereken kötü bir film sahnesi adeta.

***

Deprem olduktan sonra çadırları iki günde götürmekle övünmeyeceğimiz bir ülkede yaşamak normalimiz olmalı. 23 yıl önceki Gölcük Depremi’nden çıkardığımız derslerle yıkılmayan binalar yapmak normalimiz olmalı. Dünyanın en büyük hastaneleriyle değil, hastası içindeyken çökmeyen hastaneleriyle övünmek normalimiz olmalı. İktidarı eleştirirler korkusuyla sansürlenen, kapatılan değil, depremde bile kesintisiz hizmet sunan medyasıyla, iletişim altyapısıyla övünülen bir ülkemiz olmalı. Normalimiz, büyük depremlerden sonra sadece hasar görmüş binalarına üzülen ama kalacak yer, gıda ve gelecek korkusu olmadan yaşamına devam eden insanların yaşadığı bir ülke olmalı. Kader planıyla, küfürle, sansürle, yasakla bezenen, azla yetinmemiz istenen bu ülke geleceğimiz olmamalı. Yaşadığımız normal değil. Anormale alışmayalım.

***

Sağlıklı ve güvenli kentlerin rantla değil planla ve eşitlikçi bir bakış açısıyla kurulacağını, bunun da zaman alacağını kabul etmeliyiz. Gezi parkını savunan milyonların, deprem anında çadır kuracak yeri olmayan Beyoğlu’ndaki insanlar için nasıl hayati bir iyilik yaptığını kabul etmeliyiz. Gezi Davası’ndan tutuklu arkadaşlarımızın bir an önce serbest kalması gerektiğini sürekli talep etmeliyiz. Kentlerimizin afet toplanma alanlarına AVM değil, nefes alacağımız müşterekler yapılmasını istemeliyiz.

Ve hayal etmeliyiz. Hatay’ın, Maraş’ın, Adıyaman’ın yitirdiklerimizin anısına Türkiye’nin depreme dayanıklı ilk kentleri olacak şekilde yeniden yapıldığını hayal etmeliyiz. Parkları ve sosyal alanlarıyla, tarihlerine ve anılarına saygıyla, örnek bir dayanışma ve ranttan uzak bir bakış açısıyla bu kentleri yeniden inşa etmek, yitirdiklerimizin anısına dikilecek en güzel anıt olacaktır. Bir değil belki beş yılda ama bu acıların bir daha yaşanmayacağının garantisiyle.

Ütopyanız bol olsun

Özgür Gürbüz-BirGün / 30 Aralık 2023

2022’yi biliyoruz, yaşadık. Şimdi asıl sormamız gereken soru, “2023 nasıl geçecek” olmalı. Her şey güzel mi olacak, eskisinden daha iyi mi olacak ya da en iyisi şöyle soralım: “Biz bu fotoğrafın neresinde olacağız?”

Yılın nasıl geçeceğini vereceğimiz yanıt belirleyecek. Bugün İkizköy’de termik santralın yutmak istediği ormanlarını korumaya çalışanlar, Amasya Çambükü’nde meralarını korumak için jandarmayla karşı karşıya kalanlar, Kazdağları’ndan Erzincan’a madenlere, Akdeniz, Ege ve Karadeniz’de kıyı talanına, kentten kırsala orman alanlarının yapılaşmasına karşı duranlar 2023’ün yaşam savunucuları fotoğrafında çoktan yerini aldılar. Biz kentlilere ise bu mücadelelere destek vermenin yanı sıra bir başka rol daha düşüyor. Siyaseti doğayı koruyacak şekilde şekillendirmek. Yerelin taleplerini siyasetin merkezine iletmek.

Önümüzdeki seçimlerden herkesin büyük beklentileri var. Doğa talanına karşı duranlar, gördüğümüz en büyük doğa yıkımını gerçekleştiren AKP-MHP koalisyonunun sona ermesini istiyor. Ekonomik ve hukuki süreçlerde katılımcı ve doğa temelli karar alma süreçlerinin hayata geçirilmesini bekliyor. Mevcut hükümet yurttaşları dinlemiyor, dinlemek istemiyor. Öyle ki, Temmuz ayında ÇED yönetmeliğinde yapılan değişiklikle halkın katılımı toplantısına katılacak halkı belirleme hakkını bile şirketlere vermişlerdi. Olası bir iktidar değişikliğinde yeni hükümetin ne kadar “çevreci” olacağını kestirmek zor ama dertli halkı dinleyeceklerinin işaretlerini alıyoruz. Siyaseti saraydan yeniden meclise getirmenin pratikteki karşılığı bu olmalı. Sırf bu yüzden muhalefete oy verecek onlarca kişi tanıyorum.

Ama bir sorunumuz daha var. Seçim sürecine kadar olan süreçte yaşam savunucuları ne yapacak? 20 yıldan sonra mevcut iktidarın seçim dönemi dağıtacağı mavi boncuklara kanacaklar mı? Sanmıyorum. Yeni iktidarın bir geçiş dönemi iktidarı olacağını kabul etsek bile, seçim sonrası uygulayacağı politikalara nasıl etki edilecek? Seçim sonrasını beklemek yerine şimdiden talepleri, sorunlara çözüm önerilerini hazırlamak ve muhalefete yol göstermek daha akıllı bir yol gibi görünüyor. Doğa savunucuları, dayanışma içerisinde derleyeceği ortak taleplerini muhalefete iletmeli, onları sorunlara çözüm üreten konuşma ve programlara yöneltmeli. Böylece iktidarın işine gelen “ağız dalaşı” tarzındaki tartışmalardan da kurtulmuş oluruz. Muhalefet de bu talepleri sistemli bir şekilde almak için kanallar oluşturmalı. Sokağın taleplerini gören siyasilerin daha cesur adımlar atacağına da inanıyorum. Örneğin, Akkuyu Nükleer Santralı’nın kapatılması gerektiğini, kömürlü termik santrallardan kademeli çıkışı, kıyıların halka açılmasını korkmadan dillendirmeleri arkalarında halk desteği olduğunu gördüklerinde kolaylaşabilir.

Geçmişe baktığımızda hasarın üç ana nedenden kaynaklandığını görebiliyoruz. Üç nedeni kabaca; adalet eksikliği, rant ve eski kafalılık diye gruplayabiliriz. Hukuk sisteminin iyi işlememesi yüzünden Kazdağları’nda kesilen binlerce ağaçtan sonra maden şirketinin iptal edilen iznini düşünün. Rant için İstanbul ve Marmara’yı bitirecek Kanal İstanbul veya İzmir’deki benzeri Çeşme projelerini hatırlayın. Güneş enerjisinin egemenliğini ilan ettiği bir çağda, bir güneş ülkesine nükleer santral yapma çabasını unutmayın.

2023’e girerken sadece 2022’nin değil son 20 yılın verdiği hasarı bir kenera bırakıp adeta bir “sil baştan” yapmamız gerekecek. Ütopyalarımız, bize tanınan alanın dışına taşan taleplerimiz, yeni bir dünya isteğimizle sahaya çıkmalıyız. Biliyoruz ki başta adalet olmak üzere düzelmesini beklediğimiz mekanizmaların onarılması, yaşam savunucularının birçok haklı talebini daha kolay dile getirmesini sağlayacak. Birçok ülkede sıradan kabul edilen demokratik hak ve taleplere tekrar kavuşacağız. İki gün önce istinaf mahkemesince onaylanan kararla hapse mahkûm edilen Gezi’deki dostlarımız adil mahkemelerde tekrar yargılanacak ve serbest kalacak. Basın açıklaması yapmak isteyenler karşılarında polisi değil basını bulacak. Hukuk tanımayan inşaatlar, ihaleler, müşterek alan gaspları geri alınacak.

Sadece sorunları dile getirme hakkının kazanımı bile bugünkü yoksulluk, talan ve adaletsizlik gibi sorunları azaltmaya yetebilir. Yeni yıla düşlerimizle, hayalini kurduğumuz ülke ve dünyanın talepleriyle girmeliyiz. Küçük gördükleri, olmaz dedikleri hayallerimizin aslında yapılabilir olduğunu her gün görüyoruz. Daha az çalışmak, adilce bölüşmek ve doğayla barışık bir hayat kurmak mümkün. AKP’nin sınırlarını belirlediği ve yalan duvarlarıyla örerek bizi hapsettiği dünyadan çıkmak ve kaybettiğimiz 20 yılı kazanacağımız ilerici bir siyaset için yol haritası çizmek zorundayız. Bize reva gördüklerinden fazlasını hak ediyoruz ve yapabiliriz. Yeni yılda ütopyanız bol olsun!

Politkanın etiketleri

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Ekim 2015

‘Onlar Konuşur Ak Parti yapar’ sloganı 7 Haziran seçimlerinde iktidar partisinin toplumu nasıl ötekileştirdiğinin bir göstergesiydi. AKP’ye oy verenler bir yana oy vermeyen ‘onlar’ ise öteki yana. 1 Kasım seçiminde ise AKP dil değiştirdi, Sen, ben yok; biz varız” diyor. İnandırıcı değil. Muhalefet liderlerini meydanlarda Zaza, Alevi diye ayıran ve hatta yuhalatan bir liderin partisinin “sen, ben yok” demesine kim inanır bilmiyorum.

İktidar partisinin kendinden olmayanı sevmeme politikası artık Türkiye’nin gerçeği haline geldi. ‘Onlar konuşur, Ak Parti yapar’ sloganı da işte bu ötekileştirme anlayışı yüzünden ortaya çıktı. Kendinden olmayanı bırakın sevmemeyi, dinlemeye bile tahammülü olmayan bir parti oldu AKP. Başkasını görmüyor. Bu kadar yanlış bir sloganla seçime girmelerinin ardında da bu körlük yatıyordu.

Seçmenini de öyle kodluyor. Ne zaman AKP’ye oy veren biriyle karşılaşsam,  söz politikaya geldiğinde bir süre sonra karşımdakinin konuyu değiştirmeye çalıştığını görüyorum. Ya da sizi dinliyor ama ‘onlar’dan biri diye dinliyor. Doğruları söylediğinizi fark etse bile bu bahaneye sığınarak, yanlış partiye oy vermenin, ülkeyi felakete sürüklemenin vicdan azabından kendini kurtarmaya çalışıyor.

AKP seçmenleri içinde önemli bir grup artık takım tutar gibi parti tutuyor. Yapılan olumlu eleştirileri bile görmezden gelmeye çalışıyor. Takım tutanlar bilir, lig sonuncusu da olsanız, iş slogana gelince hep en büyük sizsinizdir. Doğru, yerinde bir eleştiriyi görmezden gelmenin de en sağlam yolu karşındakini hiç dinlememek ve onu söyleyeni değersizleştirmek. ‘Onlar’ kelimesinin ardındaki sır işte bu.

Muhalefetin reflekslerinde de bir hata olduğu ortada. AKP’nin her icraatına kategorik karşı çıkışlar sizi, AKP’nin iletişimcileri tarafından tasarlanan ‘onlar’ grubuna daha da yaklaştırıyor. Marmaray’ın risklerinin eleştirildiği dönemi bir düşünün. Güvenlikle ilgili eleştiriler öyle bir boyuta ulaştı ki, Marmaray gibi olumlu bir projenin hepsine karşı çıkılıyormuş gibi bir hava yaratıldı.

Uzun yıllardır bu ülkede politika etiketler üzerinden yapılıyor. Kemalist, ulusalcı, çevreci, liberal, dinci vs. gibi etiketler ya da klişeler var. Politik bir tartışmada tarafların ilk yaptığı iş karşısındakinin etiketini bulmaya çalışmak oluyor. Laikse konuyu türbana, liberalse ‘yetmez ama evet’e getirerek o tartışmadan galip çıkılmaya çalışılıyor. Etiketi bulduktan sonra ezberlenen sorular, göndermeler arka arkaya sıralanıyor. Farklı etiketlere sahip politikacıların meydanlarda veya medyada olmamasının bu ezberci polemikleri daha verimli kıldığını da söyleyelim.

Etiket oyunu en net Gezi zamanında bozuldu. Gezi’de sokağı çıkanların mücadeleden galip gelmesinin ardında, sokaklara dökülenlerin belirgin ya da bilenen bir etiketlerinin olmaması büyük rol oynadı. Ezber bozuldu. Bugün o etiketlerden uzak durarak politika yapan siyasetçilerin şansı daha yüksek. Demirtaş ve Yüksekdağ’ın partisinin renkliliği, Kılıçdaroğlu’nun ise çizilen doğru strateji nedeniyle bu etiketlerden uzaklaştığı görülüyor. Bu onları güçlendirirken, Davutoğlu ve Erdoğan’ın, farklılıklara tahammülsüzlükten de gelen bu eski alışkanlık nedeniyle etiketler üzerinden siyaset yapmaya bağlı kaldığı ve zayıfladığı ortada.

Bu etiketler sadece üst düzey politikada geçerli değil. Sokakta da aynı sistem çalışıyor. İstanbul’daki 3. Köprü örneğini ele alalım. Proje yanlış ama Şehircilik Bakanı gibi birçok kişi bu ülkede çalışan beton makinası gördü mü hayra yoruyor, bu yüzden de projeye olumlu bakıyor. Bu durumda işe sorundan değil çözümden başlamalı. Neden ve neye karşı olduğumuzu değil ne istediğimizi anlatmalı. Toplu taşımaya açık yeni bir tüp geçidin veya zaten eskimiş, talebe yanıt vermeyen, sürekli bakım isteyen ilk köprünün yeni bir köprüyle değiştirilmesini istemek bile (iki katlı yapılacak bu köprünün alt katı, raylı ulaşıma dönüştürülmesi gereken metrobüs hattına hizmet edebilir) iletişim şansınızı arttırabilir. Böylece, “bunlar, köprüye, yola karşı” argümanını çürütürsünüz. Bu da sizin öğretilmiş etiketli gruplardan birine ait olmadığınızı gösterir, karşınızdakinin savunması zayıflatır.

Yalnız, burada anahtar kelime çözüm. Çözüm öneriniz yoksa ‘onlar’dan biri olmanız kaçınılmaz.

İstanbul Kent Savunması kuruldu

Kuzey Ormanları Savunması, kent hareketleri, park  forumları ile çok sayıda mahalle derneği, çevre örgütü bir araya gelerek İstanbul Kent Savunması'nı kurdu. İstanbul şehrini yağmaya karşı savunan direniş odakları arasındaki iletişimi, güç birliğini ve dayanışmayı güçlendirecek bir koordinasyon yaratmayı amaçlayan girişim 27 Haziran 2014 tarihinde kuruluşunu bir basın toplantısıyla ilan etti. İstanbul Kent Savunması'nın yeni bir platform değil Gezi sonrası ortak bir koordinasyonu ve direniş zemini olması isteniyor. 

Basın açıklamasında İstanbul Tabip Odası adına konuşan Ümit Şen;  suyuna, toprağına, geçmişine ve geleceğine sahip çıkarak kentin sonuna kadar savunulması gerektiğini vurgularken, Kadıköy Kent Dayanışması’ndan Eymen Demircan ise otobüs duraklarının yerlerinin bile halka sorulacağı zamana dek mücadele edeceklerini söyledi.

İstanbul Kent Savunması’nın  vereceği hukuki  mücadele hakkında, Kent ve Hukuk Komisyonu’ndan Avukat  Zülfiye Yılmaz söz aldı. Yılmaz, belediyelerin 5 yıllık staratejik  planlamalarını ilk 6 ay içinde takip etmenin ve bu sürece dahil olmanın önemini vurguladı ve şu anda sürecin bitmesine 3 ay kaldığının altını çizdi. Basın toplantısında okunan bildirgeden bazı başlıklar şunlar:

-Sermayenin tarım alanlarımızı ve su havzalarımızı mahveden, suyumuzu kirleten talanına karşı savunmaya çağırıyoruz.

-Karadeniz’den Küçükçekmece’ye İstanbul’un tüm ormanlarını yok edecek, su kaynaklarını kurutacak 3.Köprü, 3.Havalimanı, Yeni İstanbul gibi mega-yağma projelerine karşı savunmaya çağırıyoruz.

-Riskli alan, riskli bina,2-B kararlarıyla kurulu düzenleri yerle bir edilen,sürgün edilen, borçlandırılan, evini, mahallesini, kaybetme kabusu yaşayan tüm mahallelileri sağlıklı, güvenli, güvenceli, doğayla ve insanla barışık bir konutta ve kentte yaşama hakkımızı almak için savunmaya çağırıyoruz.

-Haydarpaşa, Haliç gibi üretimden ve hizmetten uzaklaştırılan alanlarımızı, Emek Sineması ve AKM gibi kentsel belleğimizi oluşturan kültürel yapıları, meydanları ve yaşam alanlarımızı yağmalayan; okullarımızı, hastanelerimizi kent dışına süren; ulaşım, eğitim, sağlık, kültür, sanat haklarımızı gasp eden, özelleştiren kentsel politikalara itiraz eden tüm İstanbulluları, ortak toplumsal çıkarlarımızı temel alan yeni bir kent mücadelesi için ortak-kamusal haklarımızı savunmaya çağırıyoruz.

-Birimize yapılmış bir saldırıyı her birimize yapılmış sayıyoruz. Her birimizi ve hepimizi her gün, her an, her sokakta, her meydanda, her parkta örgütlenip, her birimizi ve hepimizi güçlendiren bir mücadeleyi büyütmek için  İstanbul’u Savunmaya Çağırıyoruz!

İstanbul Kent Savunması'nı facebook'tan takip etmek isteyenler için adresi:

Üç beş ağaç ve bir sandık

Özgür Gürbüz-BirGün/ 1 Haziran 2014

Çizer: Faruk Tarınç
Gezi bize çok şey öğretti. Önce bizi bize yakınlaştırdı, demokrasinin düşmanlarını ve dostlarını gösterdi. Maskeler düştü, kandırmacalar son buldu. Gezi’nin içinde yer alanlar, sloganlarla bölünen toplumun taleplerde nasıl birleştiğini gördü. Bu ülkenin gerçeği, çok farklı siyasi gruplardan ve sosyokültürel yapılardan oluşması. Bu yapıların hepsini aynı amaç, aynı siyasi düşünce etrafında birleştirmek zor, neredeyse imkansız ancak asgari müştereklerde birleşmek mümkün. Birleşildiğinde de gücümüz ortada. Polis devleti ve Cumhuriyet tarihinin en otoriter liderini dize getiren bir güçten bahsediyoruz. Halk arasında bu güce “Gezi Ruhu” deniyor. Kesin bilgi, yayabilirsiniz.

Gezi, bize demokrasinin dört yılda bir kapınıza gelen sandıktan ibaret olmadığını da hatırlattı.
Duble yol için verilen oy, o hükümetin dört yıllık tüm icraatlarını onayladığınız anlamına gelmez. Gelirse, Okmeydanı Cemevi’nin bahçesinde vurulan Uğur Kurt’un katili olursunuz. Ali İsmail Korkmaz’ı Eskişehir’in ara sokaklarında öldüren sopaya dönersiniz. Vatandaşlıktan çıkar, Mehmet İstif’i kanser yapan, Elif Çermik ve Metin Lokumcu’nun canını alan biber gazına dönersiniz. Verdiğiniz bir oyla hükümetin tüm icraatlarına onay verirseniz, kendinizi Güvenpark’ta bulursunuz. Bir bakmışsınız elinizde beylik tabancanız, Ahmet Şahbaz olmuşsunuz; Ethem’i vurmuşsunuz. “Kimliği belirsiz” bir kişi olursunuz, Abdullah’ı vuran kurşun kadar ufalırsınız. Vicdanınızı, yüreğinizi yitirir, Mehmet Ayvalıtaş’ı ezer geçersiniz. 22 yaşındaki Ahmet Atakan’ın canını alırsınız. Demokrasiyi bir partiye, bir kişiye dört yıllık kayıtsız şartsız itaat anlaşması sanırsanız, Berkin’in evine götüremediği ekmek her gün, üç öğün boğazınızda düğümlenir. Kula kulluk etmeye başlarsınız ve bir süre sonra bakmışsınız ki artık yoksunuz. Gezi, o parka koşanlara var olduklarını gösterdi, kul değil yurttaş olduklarını hatırlattı.  

Dört yılda bir attığınız oyla hükümetin tüm icraatlarını onayladığınızı kabul ederseniz, Gezi sürecinde öldürülen masum insanların katili olduğunuzu, suç ortaklığı yaptığınızı da kabul etmeniz gerekir. Sonuçta bu cinayetler oy verdiğiniz hükümetin icraatı. Demek ki dört yılda bir oy vermek yetmiyor. Hükümet yanlış yaptığında da, “ dur kardeşim, ben bu konuda aynı fikirde değilim” demek gerekiyor. İmza kampanyaları, yürüyüşler, boykotlar, halk oylamaları ve grevler bunun için var. Gezi Parkı’nı korumak için seçimler beklenseydi o parka çoktan dozerler girmişti. Gezi’den Soma’ya tüm yaşadıklarımız hata, kaza veya kader değil. Hepsi siyasi tercih.

NOYAN ÖZKAN ÖDÜLÜ
Türkiye Barolar Birliği (TBB), bir yıl önce aramazdan ayrılan Avukat Noyan Özkan adına her yıl bir onur ödülü vermeyi kararlaştırdı. Avukat Noyan Özkan Çevre ve Ekoloji Mücadelesi Onur Ödülü, bu yıl 7-8 Haziran 2014 tarihlerinde, Ankara'da yapılacak TBB II.Çevre ve Kent Hukuku Kurultayı etkinlikleri sırasında verilecek. İzmir Barosu eski başkanlarından, Türkiye’deki çevre ve ekoloji mücadelesinin en büyük destekçilerinden Noyan Ağabey’i birkaç satırda anlatmak çok zor. İlkeli, evrensel hukuka bağlı, doğa dostu ve çok çalışkan bir insandı. Çevreyle ilgilenmeye başlar başlamaz ilk adını öğrendiğim isimlerdendi. Türkiye’nin doğa koruması için imzaladığı uluslararası anlaşmalar nedir diye hâlâ baktığım, “Doğa Koruma Rehberi” adlı kitabı, 1995’ten bu yana kitaplığımın en değerli eserleri arasında. Bu hafta yazımı Noyan Ağabey tamamlasın, kitaptan bazı alıntılarla bitirelim. Gezi’yi göremedi ama “Gezi Ruhu” onda hep vardı:
“Kırda, kentte vahşice sürüp giden bir doğa katliamı. Havamız, suyumuz, toprağımız zehirleniyor, yaşama ortamlarımız yitip gidiyor. Yeşil alanlar imar ve bayındırlık adına akıl almaz biçimde katlediliyor. …Öte yandan tüm sorunları devlete havale eden bir adamsendecilik, vurdumduymazlık, tepkisizlik. Ve biraz da umutsuzluk, sıkkınlık, bıkkınlık. Bazen de kadercilik…”

“Sokağımıza, mahallemize, köyümüze, kentimize, ülkemize sahip çıkalım. Havamıza, suyumuza, toprağımıza yönelik doğrudan ve dolaylı her türlü saldırının karşısında dikilelim. Yerel inisiyatif gruplarını, pıtrak hareketlerini kuralım. Gerekirse tüketim alışkanlıklarımızı, yaşam standartlarımızı değiştirelim…”

Cüceler devlere karşı

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Aralık 2014 

İrlandalı yazar Jonathan Swift’in masal kahramanı Gulliver gizemli yolculuklar yapar, gemi kazaları onu önce cücelerin sonra da devlerin ülkesine gönderir. İlk öyküde cücelerin Gulliver’i sımsıkı bağlayıp esir ettikleri yerin hep bir ada olduğunu sanırdım. Meğer orası İspanya’nın Valensiya kentinde bir çocuk parkıymış. Dev adamın üzerinde cücelerin tepindiğini gözlerimle görmesem inanmazdım.

Parktaki, her bir tarafı kaydıraklarla dolu dev Gulliver maketi, çocukları mutlu etmek için birebir. Başına, karnına tırmanıp, her yere akıllıca yerleştirilmiş kaydıraklardan kendilerini aşağıya bırakan çocuklar çok mutlu. Gulliver’in karnından hatta ayakkabısının içinden bile kaymak mümkün. Çocuklar ya da Gulliver’e göre cüceler, devi alt edişlerini doyasıya kutluyorlar o parkta.

İspanya’da cücelerin devlere karşı kazandığı tek zafer bu değil. Yeşil Ekonomi sitesinin haberine göre 2013 yılında ülkedeki elektriğin yüzde 21,1’ini rüzgar santralleri sağlamış. Ülkedeki sekiz nükleer reaktör ise elektriğin yüzde 20’sini üretmiş. Tek tek bakıldığında dev kömür santrallerinin ve nükleer reaktörlerinin yanında cüce gibi kalan pervaneler İspanya’da elektrik üretiminde bir numaralı kaynak oldu. Devlerin küçümsediği güneş enerjisi de elektrik talebinin yüzde 5’ini karşıladı. İspanya Avrupa’daki ikinci büyük rüzgar kurulu gücüne sahip. En güney ucu rüzgar tarlalarıyla kaplı. Cadiz-Tarifa arasında en eski model türbinleri görmeniz mümkün. Bugün hepsi ülkenin doğalgaz, kömür ve nükleere bağımlılığını azaltıyor. Elektrik sektöründeki karbondiksit emisyonları da bir yılda yüzde 23 azaldı. 

İspanya teknolojiye erken yatırım yaptığı için kendi türbinlerini de üretebiliyor. Dünyanın en büyük 10 türbin üreticisinden biri Gamesa. 1994 yılında rüzgar enerjisine girme kararı alan firma şimdi teknoloji ihraç ediyor. 1994’te “nükleer değil rüzgar” dediğimizde bize “fırıldaktan elektrik mi üreteceksiniz” diye gülen ‘devler’, Türkiye’nin yoluna koca bir taş koydular. O devler hâlâ masa başında aynı oyunu oynuyor ama bu defa durum farklı. Küçük fırıldaklar ve güneş ekip elektrik biçen tepsi büyüklüğünde paneller, bir araya geldiklerinde devleri alt edebiliyor. İspanya, Almanya, Danimarka, İtalya, Portekiz… Devamı da geliyor.

Don Kişot’un memleketinde 23 bin megavatlık bir rüzgar kurulu gücü var. Türkiye İspanya’dan daha yüksek bir potansiyele sahip ancak kurulu güç 3 bin megavatın altında. Buna rağmen elektrik üretiminde rüzgarın payı yüzde 2,5’ları buldu. Pervaneler anlayana göz kırpıyor adeta. Türkiye’de kurulmak istenen sekiz nükleer reaktörün üreteceği elektriğin çok daha fazlasını biz üretebiliriz diyor. 

Henüz yerli türbin üreticimiz yok çünkü İspanya’nın yaptığı gibi sektöre net hedeflerle girmedik. İç pazarımızı yaratmakta geciktik. Ucuz denilen nükleere rüzgardan daha fazla alım garantisi ödemeyi taahhüt ederek, yerli türbin üreticilerini değil Rusya ve Japonya’nın nükleer firmalarını desteklemeyi tercih ettik. Tübitak’ın yerli türbin projesi bir sektör efsanesi oldu. Aynı hataları şimdi güneş enerjisi için yapıyoruz. Yarın dalga enerjisinde geride kalacağız, öbür gün hidrojende. Cücelerin kolektif aklı devlerin iktidarını alaşağı etmedikçe bu hikaye böyle gidecek.

Cücelerin bir araya geldiğinde devleri nasıl çaresiz bıraktığını Gezi Parkı direnişinde görmedik mi? Devler güçlü, heybetli ama kötü niyetli olduklarında kaybetmeye mahkumlar. En güzel masallar en umutsuz anlarda yazılır. Bizimkisi de o hesap. Cüceler tarih yazmak için 2014’ü seçmişler, ayak seslerini hepimiz duyuyoruz.

Yüzünü Mısır’a çevir

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Ağustos 2013

Bugünlerde sağa bakma, sola bakma. Uzaklara bak, uzaklara bakmakta fayda var. Yüzünü bu ülkeden öte yana çevir. Mısır’a, Suriye’ye veya Lübnan’a bak. Aman ha, gözlerin Eskişehir’i, Hatay’ı görmesin. Bakışlarını Roboski’den kaçır, Lice’ye hiç uğramasın. Okmeydanı’nda hastane koridorlarında neler oluyor diye meraklanma. Berkin’in annesi Gülsüm Elvan 72 gündür hastane koridorlarında yavrusunun komadan çıkmasını bekliyor; onunla göz göze gelebilirsin. Bakma bu tarafa, bakma! 14 yaşındaki Berkin’in arkadaşları da mahallede beklemede. Oyun oynayacaklar ama Berkin eksik. Yok say o mahalleyi sen. Diğer yüzde 50 belle.

Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’ın dövülerek öldürüldüğü o sokağa bakayım hiç deme. Kanlı elleriyle ekmek satan fırıncıyı görme. Sen iyisi mi Mısır’a bak. Yoksa kazara bir vali görürsün. “Ali’yi kendi arkadaşları dövüp suçu polise atmışlardır” diyen bir vali çıkar karşına. Miden burkulur, kusmak istersin. Sen en iyisi Eskişehir’e bakma. Elleri sopalı, gözleri kanlı erkekleri görme. Sokağa davet ettiğin ‘delikanlıların’ vahşetine tanıklık etme. İnsanlıktan çıkışlarını görmezden gel. Erkekliklerini 19 yaşındaki savunmasız bir çocuğu döverek, öldürerek  ispat etmeye çalışanları yok say. Kan soluyanları duyma. O sokak artık bir cinayetin sokağı; orayı bilme ve görme...

Sen en iyisi Mısır’a bak. Oradaki acılar uzakta. Ağlarsın ama geçer, üzülürsün ama unutursun. Buralar ise senin memleketin. Acıların kaynağı sensin. Bir bakarsın Eskişehir’de o sokaktan geçersin. Bir gün o polise denk düşersin. Sana ekmek verirler, nimettir der yersin ama bilmezsin ki o fırıncı yapmıştır. Ankara’da Ethem Sarısülük’ün vurulduğu yerdesindir ama haberin yoktur. Arkadaşın komik bir şeyler söyler gülersin. Sonra unutamazsın o acıyı, ağlamakla geçiştiremezsin.

Sen en iyisi Mısır’a bak ama yukarıdan bak. Gözlerin Hatay’a takılmasın. 85 gündür Abdullah Cömert’in katillerinin adalet karşısına çıkarılmasını bekleyen ailesiyle karşılaşma. Bu ülke tarifsiz acılarla dolu. Gözlerini o acılardan sakın. Medeni Yıldırım’ın, Mehmet Ayvalıtaş’ın dostlarının bakışlarından kaç. Olur ya, kazara görürsen ülkende olan biteni, sil o kayıtları. Mobese kameralarının kayıtlarını siler gibi. Ama bil ki, o kameralar bile senden daha iyi görüyor memleketinde olan biteni. Bildiğin metal parçaları, senin kanlı canlı gözlerinden daha vicdanlı bakıyor bu topraklara.

Esirgediysen bir baş sağlığını bu gençlerden, sen en iyisi Mısır’a bak. Katilleri koruduysan eğer daha öteye. Sahip çıkıyorsan o canilere kutuplara kadar yolun var. Mısır’a bakarken ağla istersen. Vicdansızlaşan yüreğini uzak acılarla teselli et. Sorumluluklarından kaç, muhasebeyi öteki dünyaya bırak. Sal gözyaşlarını, gören üzülüyor sansın. 

Gezi'den sonra enerji yatırımları

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/20 Ağustos 2013

Gezi Parkı Türkiye’de demokrasi ve çevre konusunda bir milat kabul edilebilir. Artık her şeyi ‘Gezi’den önce’ ve ‘Gezi’den sonra’ diye anlatacağız. Bu değişim süreci enerji sektörünü de çok yakından ilgilendiriyor. Özellikle de enerji yatırımlarının çevre ayağını.

Gezi’den sonra enerji alanında yatırım yapacakların daha dikkatli davranması şart. Bu uyarı sadece termik, hidroelektrik  ve nükleer santral kurmak isteyenleri ilgilendirmiyor. Rüzgar veya güneş santrali kuracaklar da kurallara harfi harfine uymak zorunda. Gezi’den önce ‘formalite icabı’ bir çevre etki değerlendirme raporu alarak gerekli belgeleri tamamladığını düşünen yatırımcıyı kötü günler bekliyor. Gezi Parkı’yla sokağa dökülenlerin dünyadan haberi var. Yurt dışında bir santral yapılmadan önce halka sorulduğunu, karar süreçlerine halkın katılımın nasıl sağlandığını, evrensel çevre sorunlarının ve standartlarının neler olduğunu biliyorlar. Bundan böyle yöre halkına birkaç kuruş veririz, iş vaadiyle kandırırız, muhtarı satın alırız gibi babadan kalma taktikleri unutun. Hükümetteki tanıdıklara güvenmeyin. Projelerinizi en yüksek çevre standartlarında hazırlayın. Yöre halkına danışın, gerekirse onların istekleri doğrultusunda projenizi revize edin. Belki projeden vazgeçmek zorunda bile kalabilirsiniz ama bilin ki bu halka karşı bir şeyler yapmaktan daha kârlı bir iş olabilir. Sinop, Gerze’de yaşananları düşünün. Gezi ruhu aslında orada kendisini göstermişti. Anadolu Grubu bilinen her yolu denedi ama nafile. Halk geçit vermedi. Bunca hazırlık, yatırım boşa gitti. Aynı hataya, hele de millet ‘3-5 ağaç’ için ayaklanmayı alışkanlık haline getirdikten sonra düşmeyin. Bırakın bu iyi alışkanlık sizi de olumlu etkilesin. Daha saygın, kabul görür işlere imza atın.

“Peki, nasıl yol alacağız” diye soruyor olmalısınız. Bildiğim bir örneği anlatayım. Zorlu Enerji’nin İkizdere HES Rehabilitasyonu Projesi için yaptığı çalışmayı okumanızı öneririm. Paydaş Katılımı Stratejisi ve Uygulama Planı başlıklı bu rapor, halkın proje hakkında ne düşündüğünü öğrenmeye çalışıyor. Çevre bilimciler, antropolog ve sosyologlar dört ay boyunca çalışıyor. Daha da ilginci, firma bu sürecin sağlıklı ilerlemesi için ÇED sürecini Ağustos 2011’de dondurma kararı alıyor. Raporun yayımlandığı tarih Mart 2012. Zorlu şu taahhüdü de veriyor: “Zorlu, topluma ve doğaya rağmen tek taraflı kararlar almayacağını bu çalışma ile başlatarak kamuoyuna beyan etmiştir. Yatırımının (çevresel ve sosyal) etki alanını sadece teknik bir mühendislik projesinin etkileri olarak değil, ulusal politikalardan başlayarak yerelde yaşayan insanın kaygılarına kadar geniş bir perspektifte belirleme isteğini bu çalışma ile başlatarak göstermiştir”. Rapor, insan merkezli bakış açısının egemen olduğu bir sektörden duymaya alışık olmadığımız bir şekilde, doğa merkezli bakış açısına da göz kırpıyor. Ekosistemlerin, doğal yaşamı olduğu kadar, toplumun yaşam alışkanlıklarını da şekillendirdiğine vurgu yapılıyor.

Zorlu Doğal Elektrik Üretimi A.Ş. İkizdere HES için 78 MW’lık (megavat) bir lisansa sahip. İşletmedeki kapasite ise 18,6 MW. Hukuki açıdan kapasite arttırımı için önlerinde bir engel yok ama yapılan değerlendirmeler ‘yeşil ışık’ yakmamış olacak ki bekliyorlar.  Sonrasını veya şirketin diğer yatırımlarını ayrıntılarıyla bilemem ama bu örneğe bakarak Türkiye’de olmayan, yapılmayan bir işin yapıldığını söyleyebilirim. Gezi’den sonra bu ve benzeri çalışmalara daha çok ihtiyaç duyulacağı ortada. Türkiye ve dünya değişiyor, ezberleri bozmanın vaktidir.

Yıkım değil park istiyoruz

Taksim Gezi Parkı’nda günlerdir, binlerce insan, ağaçları ve İstanbul’un canlılarını korumaya
çalışıyor. Türkiye’nin hemen her yerinde milyonlarca insan bu coşkunun farkında... Ağaçlarla birlikte yaşamlarımız yok ediliyor. Biz aşağıda imzası bulunan yapılar, İstanbul Gezi Parkı’nda devam eden kıyımın bir an önce durmasını istiyoruz. Tarihsel mirası gelecek kuşaklara taşımak hepimizin görevi ve sorumluluğudur. Yıkım değil Park İstiyoruz.

1. Çevre ve Ekoloji Hareketi Avukatları
2. Yalova Platformu
3. Ekoloji Kolektifi
4. Loç Vadisi Koruma Platformu
5. Solaklı vadisi
6. Artvin Çevre Platformu
7. Yeşil Artvin Derneği
8. Yeşil Gerze Çevre Platformu
9. Karadeniz İsyandadır Platformu
10. İzmir Barosu Kent ve Çevre Komisyonu
11. Yeşilırmak Tozanlı Çevre Platformu
12. EGEÇEP Ege Çevre ve Kültür Platformu
13. Ergene Platformu
14. Alakır Nehri Kardeşliği
15. Ege Sanat Atölyesi
16. Yeşil ve Sol Çalışma Grubu
17. Çevre İçin Hekimler Derneği
18. EKODER Ekolojik Yaşam Derneği
19. DOĞADER Doğayı ve Çevreyi Koruma Derneği
20. YADEM Çevre Derneği
21. Yağcılar ve Demircili Köylerin Çevresini Koruma ve Güzelleştirme Derneği
22. Çağdaş Hukukçular Derneği
23. YAYED Yerel Yönetim Araştırma Yardım ve Eğitim Derneği
24. Allianoi Girişim Grubu
25. Nükleer Karşıtı Platform
26. Atina’nın Deniz’i ve balıkları ile direnen Navarinou parkının kedileri
27. Sulukule Platformu
28. GDO’ya Hayır Platformu
29. Tonya Çevre Platformu
30. Bolkar Dağlarını koruma Platformu
31. Porsuk Köy Meclisi Derneği
32. Maden Köyü Çevre Platformu
33. Hayvanların Yaşam Haklarını Koruma Derneği – HYHKD
34. Seda Meşeli Allard
35. İnci Akalp
36. Türkiye Tabiatını Koruma Derneği Hatay Şubesi
37. EÜD Ekolojik Üreticiler Derneği
38. Ordu Doğa ve Yaşam Alanlarını Koruma Platformu
39. Gökova Sürekli Eylem Kurulu
40. Fethiye Saklıkent Koruma platformunu
41. Muğla Barosu Kent ve Çevre Komisyonu
42. Bayramiç Yeniköy Kaz Dağları Ekolojik Yaşam ve Tohum Derneği
43. Toprak Ana Platformu
44. Bartın Platformu
45. Munzur Platformu
46. Gördes Çevre Kültür ve Tarih Derneği (GÖRÇEV)
47. Foça Çevre Platformu (FOÇEP)
48. Fırtına Ekoloji Gurubu,
49. Fırtına Vadisi Girişimi,
50. Palovit Vadisi Koruma Platformu
51. Papart Deresi Platformu
52. Vardiya Bizde İzmir Platformu
53. Merih Şenözlüler
54. Belgrad Ormanı Koruma Gönüllüleri Derneği
55. Ege Su Platformu
56. Lambdaistanbul LGBT Dayanışma Derneği'
57. Cevahir Özgüler
58. Ersel Bedir Sezer
59. Yeni İnsan Yayınevi
60. Yeryüzü Derneği
61. Fatma Doğu
62. Mete Güneş
63. Sarıyer Kent Konseyi Hayvan Hakları Komisyonu
64. Levent Öztunc
65. Gevne Vadisinde HES'lere hayır platformu
66. Nesrin Algan
67. Slow Food Fikir Sahibi Damaklar
68. Kültürlerarası Araştırmalar Derneği
69. Peri Suyuy Koruma Platformu
70. Su Hakkı Kampanyası,
71. Küresel Eylem Grubu
72. Hasankeyf'i Yaşatma Girişimi
73. ZMO İstanbul Şubesi
74. Şavşat Derelerin Kardeşliği Platformu
75. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Klubü
76. Bergama, Eşme, Sivrihisar Havran/Küçükdere ELELE
77. Küresel Denge Derneği
78. Ece Aysal
79. Bartın Çevre Meclisi
80. Yavuz Aksoy
81. İstanbul Ardahan İli Sosyal Kültür ve Dayanışma Derneği


Çağrı metnine imza atmak isteyenler cehav.sekreterya@gmail.com adresine mail atabilirler ya da 532 456 94 18 no.lu telefondan Çehav'a ulaşabilirler.
Gezi parkına yazdığımız telgrafı mail gruplarınızda ve sosyal medyada paylaşmanızı, twitterdan #geziparkinatelgraf başlığı ile yaymanızı rica ediyoruz.

10 ayda devr-i Asya

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Haziran 2010

Fotoğraflar: Selcen Küçüküstel ve Maria Valencia

Çin’de karşınıza çıkan her şey sizi şaşırtabilir. Bazen hayalinizdeki Çin’le günümüzdeki Çin’in arasındaki farklar, bazen yolda gördüğünüz insanlar, belki de yiyecekler. Beni birkaç hafta önce burada en çok şaşırtan olay ise Selcen Küçüküstel adlı bir öğretmenin ziyareti oldu. Adeta, “Çin Çin, ben geldim” der gibi, Pekin’de beni ziyarete geldi. Haberim vardı ama yine de şaşırdım; gelişine değil ama buraya kadar nasıl geldiğine, yol boyunca hiç tanımadıkları insanların arasına nasıl karışıp, aileden biri olmalarına.

Selcen, 10 ay önce Türkiye’den yola çıkarak sırasıyla Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Hindistan, Nepal, Çin ve Moğalistan’ı gezmiş. 10 ayda 10 koca ülke dolaşmış. Beykent Üniversitesi’nde İngilizce dersleri veren 26 yaşındaki Selcen Küçüküstel, okulundan bir yıllık izin alınca kendini bir anlamda yollara atmış. Kaf Dağı’nın ardındaki Zümrüt-ü Anka Kuşu’nu aramaya çıkmış. Çin’de kapımıza kadar gelen genç gezgin dostumuza, “Nerden çıktı bu iş” diye sormadan edemedik. İşte yanıtlar:

Yola yaklaşık 4 yıl önce İran seyahatinde tanıştığım İspanyol bir arkadaşımla (Xavi) başladım. Daha sonra Maria Valencia ile devam ettim. Yolculuğa beraber karar vermedik aslında, tek başıma da olsa ben bu turu yapacaktım. Xavi ile Türkiye’den yola çıktık. Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’ı birlikte geçtik daha sonra Orta Asya’da Maria bize katıldı. Kazakistan’dan itibaren Maria ile beraber İran’da bir firmanın hediye ettiği ufak bir motosikletle tura devam ettik. Maria ile de bir başka gezide Mısır’da tanışmıştık. Ben karadan Mısır’a gitmiştim, Maria da İspanya üzerinden çıkıp Kuzey Afrika’yı takip ederek Mısır’a gelmişti. Orada karşılaştık. Maria daha sonra Türkiye’ye geldi, beş ay Türkiye’yi dolaştı. Daha sonra Türkiye’den ayrıldı ve yine yollara düştü.

-Bu ilk seyahatin değil o halde?
İlk seyahatim değil. Orta Asya’da, Güney Doğu Asya’da; Asya ağırlıklı birçok seyahatim oldu. Ama onlar genelde iki ya da üç ay sürüyordu. Bu gezme tutkusu, yolculuk bir hastalık olduğu için bu defa sadece yaz tatilleriyle sınırlı bir seyahat olsun istemedim. Uzun bir tur yapmak istedim.

-Maria ve Xavi çalışıyor mu?
Xavi bankacı, Maria ise doktor. Maria iki yıldır dolaşıyor, benim de aralıksız 10 ay oldu.

-Fikir nasıl ortaya çıktı, niye Asya?
Çok yakın bir arkadaşım vardı, yazar. Onunla oturup konuşurken çıktı bu fikir. Amaç sadece gezmek, yeni bir yer görmek değil, başka bir dert bu. Öyle olsa tura katılırsınız. Simurg masalında kuşlar hayatın anlamını öğrenmek için Kaf Dağı’nın ardına uçarlar. Bir sürü zorlukları aşarlar, kimi geri döner, kimi yolda ölür. En son 30 kuş Kaf Dağı’na varır. Simurg’u sorarlar ama bulamazlar. Ve anlarlar ki, asıl bilgi kendi içindeki bilgidir ve asıl yolculuk kendi içinizde yaptığınız yolculuktur. Bu masal projenin başlangıcı oldu. Olay, varılacak bir hedef değil, yolculuğun kendisidir. Yolda kendini bulmaktır. Projenin adını da o yüzden ‘Kaf Dağı’na yolculuk’ koyduk. Kaf Dağı var mı onu bilmiyoruz, ama bu bahaneyle çıktığımız yolda kendi hayalimizin peşinde koşarken gittiğimiz yerlerdeki insanların hayallerini öğrenmeye çalıştık. Kırgızistan’ın dağlarındaki göçebe ailesinde bir çocuğun hayali nedir? Özbekistan’daki kervansarayda yaşayan yaşlı adam ne istiyor? Projenin üç hattı var. Biz kendi hayallerimizi gerçekleştiriyoruz, oradaki insanların hayallerini öğrenmeye çalışıyoruz ve son olarak gittiğimiz her ülkeden mümkünse masal kahramanının da arayış içinde olduğu bir masal buluyoruz.

-Cebinize para koyup gezmek kolaydır, en iyi yerlerde kalıp. Siz öyle yapmıyorsunuz...
İnsanlar zaten soruyor, çok mu zenginsiniz diye. 10 aylık geziye, iki yıl öncesinden biriktirmeye başladığım toplam 5 bin dolar gibi bir parayla çıktım. Zaten bu para yeter mi diye hesaplayarak da yola çıkmadım.

-Yol boyunca evlerde ağırlanmışsınız, bunun çok da kolay olduğunu düşünmüyorum. Sanırım bu konuda bir yeteneğiniz var.
İnsanların genelde tehlikeli olduğunu değil tam tersine iyi niyetli olduğunu düşünüyorum. Sizin yaklaşımınız çok önemli. Yolculukta mafya babalarıyla tanıştığımız, evlerinde kaldığımız da oldu. Ama bu bile o insanların size bir kötülük yapacakları anlamına gelmiyor. Bir tek Kazakistan-Çin sınırında askerlerin yakınında kaldığımızda sıkıntılı anlar yaşadık. Sonuçta üzerimizde fotoğraf makinesi dışında soyulacak bir şey de yok. İki tişört, iki pantalon...

-Tanrı misafiri olma konusunda herkese garanti verebilir miyiz?
Özellikle Orta Asya’da çok da kolay değil aslında. Kazakistan’ı küçük bir motosikletle gezmek istememiz de biraz bu yüzdendi. Altlarında pahalı bir motosikletle dolaşan iki zengin batılı kadın gibi gezmek istemedik. İnsanlarla aynı seviyede olduğunuz zaman misafirlik başlıyor. Bizim de onlar gibi yardıma ihtiyaç duyduğumuzu gördüklerinde işler değişiyor. Otele gidin dediklerinde, paramızın olmadığını söylüyoruz, paramızın olmadığını anladıklarında işler değişiyor.

-En çok neresi etkiledi seni?
Gürcistan’ı çok sevdim. Doğası bizim Karadeniz gibi ve insanları inanılmaz misafirperver. Kazakistan’ın bâkirliği, ıssızlığı ve hiçbir turistin olmaması çok güzel. En çok Hindistan’da kaldık, üç ay kadar. Bu kadar farklı kültür ve coğrafyayı içeriyor olması şaşırtıcı. Çöl de var, dağ da var ancak karmaşası insanı yoruyor. Hindistan’ı hemen hemen hep bisiklet üstünde gezdik. Bisikletle hiçbir şeyi kaçırmıyorsun. Bundan sonra bir geziyi tamamen bisikletle yapmak istiyorum, görmediğiniz nokta kalmıyor. 10 ay içerisinde Kazakistan’dan Hindistan’a ve Nepal’den Çin’e olmak üzere iki kez uçağa bindim. Moğalistan’dan Türkiye’ye dönerken de bir kez daha uçağa bineceğim. Tibet’te mesleğimi özlediğimi fark ettim, orada öğretmenlik yapmak istedim. Gerçekten öğrenmeye aç birilerini görünce farklı duygulara kapılıyorsunuz.

-Türkiye’de seyahat denilince akla, pahalı turlara katılmak ve özellikle de Avrupa’ya gitmek geliyor...
Avrupa benim çok ilgimi çekmiyor. Para da bahane değil, istendiğinde çok ucuza gezmek de mümkün. Hindistan’da bisikletle gezmeye başladıktan sonra ayda 200 dolar gibi bir para harcayarak dolaşabildik. Çadırda kalmaktan gocunmam, yemeğimi kamp ocağında pişiririm, otostop yaparım, diyorsanız çok ucuza gezmek mümkün. Asya hem ucuz hem de çok daha ilginç. Gürcistan, İran ve Suriye gibi ülkelerden de başlanabilir, vize sorunu yok, yakın ve çok ilginç ülkeler.

-Sağlık sorunları yaşadın mı?
Birkaç kez ishal olmanın dışında hiçbir ciddi hastalık geçirmedik. Bu ülkelerin çoğunda o bildiğiniz uluslararası hijyen standartları yok, sokaktan yemek alıp yiyoruz. Hiçbir şey olmadı. Türkiye’de çoğu aile sadece bu nedenden dolayı herhalde karşı çıkardı böyle bir tura. Benim annem ve babam da gezmeyi çok seviyor. Babam birçok kez Afrika’ya gitti, annem Hindistan’a beni ziyarete geldi. Zengin bir aile de değiliz, ikisi de öğretmen. Annem geldiğinde biraz daha iyi yerlerde kaldık ama yine de çok lüks değildi.

-Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyorum ve ‘yolculuk hastalığının’ hiç bitmemesini diliyorum.
Ben de size teşekkür ederim...

Geceyarısı uyanan kent: Lizbon

Portekiz, Avrupa'nın en zengin ülkesi değil. Parası olmayanın vereceği de çoktur misali... Gönlü zengin, sıcakkanlı insanlar diyarı Portekiz’in başkenti Lizbon, Avrupa’nın içinde Avrupa’dan biraz daha farklı bir yer ayarlayanlar için dört dörtlük bir tercih.

Yazı ve Fotoğraflar: Özgür Gürbüz
Gazete Habertürk Cumartesi /16 Mayıs
2009

Avrupa’nın bir ucu diyebileceğimiz Lizbon, bir anlamda kıtanın Güney Amerika’ya açılan kapısı gibi. Tropik meyveleri, Afro-Amerikan azınlıklarıyla, Avrupa içinde bir başka dünya sanki. Portekiz’in en zengin kenti olsa da, kent merkezinde dahi sokakta geceleyenlere rastlayabiliyorsunuz. Bu görüntüler, Lizbon’un mozaiklerle örülmüş kaldırımlarında ve kentin etrafını çevreleyen tepelerinde yürümeye başladığınızda hafızalarınızdan siliniyor. İstanbul gibi, Lizbon da, “7 tepeli şehir” olarak adlandırılıyor. Kadın şoförlerin sayısı oldukça fazla. Irksal zenginlik de Brezilya’yı andırıyor ama yine de o derece kaynaşmış değiller. İşsiz gençlerin taşkınlıkları olsa da, kendi halinde insanlar kenti gibi Lizbon. Geceleri hüzünlü fadolar, gündüzleri ise tatlı esintilerin olduğu tepelerden, okyanus rüzgarlarıyla akan kentin manzarası sizi bekliyor. Koloni döneminden kalan maddi zenginliğin yerini kültürel farklılıkların getirdiği bir başka zenginlik almış. Futbol tutkusundan bahsetmeye gerek yok, Sporting Lisbon ve Benfica taraftarları kenti ikiye bölmüş. Yarım milyonu biraz aşan nüfusuna rağmen Lizbon, onlarca müze ve tiyatroya ev sahipliği yapıyor. Geçmişte yaşadığı iki askeri darbe, ardından Afrika’daki kolonilerden başlayan göçe rağmen, Avrupa Birliği’ne girişle toparlanan kentin gece hayatı ise ‘anlatılmaz yaşanır’ cinsinden...

Tropik meyveler ve kahve
Yokuşlar sizi yorduğunda, tramvaylar ya da kentin bir çok yerinde karşınıza çıkan asansör ve finiküler sistemler imdadınıza yetişiyor. 28 numaralı tramvay turistlerin gözdesi. Mola vermek istediğiniz anda yanıbaşınızda bir kafe beliriveriyor. Brezilya ile olan dil ve ticari bağları nedeniyle kahvelerin lezzetinden ayrıca bahsetmeye gerek yok. Çikolata severler için de Güney Amerika’dan gelen çeşitler hem yemelik hem de hediyelik. Şili’nin biberli çikolatası molaların olmazsa olmazı. Havalar ısındığında kahve yerine tropik meyvelerle dolu bir meyve salatasıyla da yorgunluğunuzu atmak mümkün.

Kenti gece tepelerden izleyin
İsterseniz, kentin tepelerinde özenle seçilmiş “Miradouro” adı verilen noktalardan enfes manzaranın tadını çıkarabilirsiniz. Miradouro’ları bulmak için kent içindeki tabelaları takip etmek yeter. Gece güneşin batışını izlemek için ideal olan bu noktalar, ilerleyen saatlerde gençlerin buluşup, şarkılar söyleyerek içki içtikleri yerler oluyor. Tepelerden kentin yeşil örtüsü, kaleleri, dar sokakları ve özgün mimarisi daha net görünüyor. Bairro Alto tarafındaki tepeleri tercih ederseniz, St. George Kalesi’ni ve “Praça do Commercio”yu karşınıza alırsınız.

Barlar geceyarısı doluyor
Gece hayatının başlaması içi Lizbon’da geceyarısını beklemek lazım. Başta Bairro Alto olmak üzere tüm barlar, gençlerle doluyor. Punk’dan Reggae’ye, türlü çeşit müzikler Lizbon’un dar sokaklarında çınlıyor. Portekiz’in melankolik şarkıları Fado’lar da bu saatlerde kente hakim oluyor. Nereden çıktıklarını anlamadığınız bu insanlar sabahlara kadar eğleniyor. İnsanların sıcakkanlı olması sizin evinizde gibi hissetmenize neden oluyor. Yolda sık sık karşınıza çıkan uyuşturucu satıcılarına da kafanıza takmazsanız gecenin tadını daha iyi çıkarırsınız. Avrupa uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığını İzleme Merkezi’nin burada olduğunu da belirtelim. Eve dönerken, kentin ışıklar altındaki gece manzarasını kaçırmayın.

***
Fado
Lizbon’da daha çok melankolik temalı “Fado”lar söyleniyor. Fado, gitar eşliğinde söylenen, biraz arabeske benzeyen acılı türküler olarak da tanımlanabilir. Köprüler Kentin içine sızan okyanusun üzerinden geçen devasa köprüler, geceleri sizlerin güzel bir manzara ziyafeti çekmenize de yarıyor.

Vasco De Gama Köprüsü
Viyadükleriyle beraber 17,2 km uzunluğunda ve Avrupa’nın en uzun köprüsü. Belem Kulesi, Santa Justa Luca Galuzzi asansörü ve Lizbon Kalesini de mutlaka görün.

Caipirinha ve Mojito
Aslen Brezilya asıllı olsa da şekerkamışından yapılmış bir çeşit rom olan Caipirinha, alkolle arası iyi olanlara tavsiye olunur. Mojito ise nane yapraklarıyla servis ediliyor, beyaz rom ya da şeker kamışından yapılıyor. Hazırlanışını izlemek keyifli.

***
Nasıl Gidilir?
Türk Hava Yolları’nın Lizbon’a haftada dört gün direkt uçuşu var. THY dışında bir diğer direkt uçuşu olan havayolu da Portekiz Hava Yolları (TAP). Aktarmalı olarak Lizbon’a gitmeyi göze alırsanız hemen hemen tüm büyük firmaların uçuşları var. Ancak yol biraz uzuyor. Lizbon’da görecek çok şey var, kısıtlı zamanınız varsa yolda harcamayın.

Konaklama...
Kent, büyüklüğüne oranla iyi bir metro ağına sahip olduğu için, istasyonlara yakın uzaktaki otelleri de tercih edebilirsiniz. “Hotel Barcelona”, iyi İngilizce konuşan çalışanlarıyla bu tarife uyan seçeneklerden biri. Campo Pequeno Metro İstasyonu 6 dakika yürüme mesafesinde. İlla merkezde (Baixa) olacağım diyorsanız, “Metropole” ve “Internacional” gibi turistlerin tercih ettiği otellerde de konaklayabilirsiniz. Merkezde ama daha ucuz olsun diyenlere “Residencial Duas Naçoes” oteli tavsiye ediliyor.

Ne yenir?
Lizbon’dan deyim yerindeyse denizden ne çıkarsa yeniyor. Kılıç balığını bir daha bulamam diyorsanız deneyebilirsiniz ama birçok kişi size, ucuz falan demeden sardalye ile ziyafet çekmenizi öneriyor. Mangalda pişirilmiş sardalye (Sardinhas assadas) ve bizim denemeye fırsat bulamadığımız balık kekleri damak zevkinize hitap edebilir. Güzel şaraplarını kesinlikle ihmal etmeyin. Kentin merkezinde onlarca irili ufaklı lokanta var, seçim yapmak zor. Biraz Portekizceniz ya da kendinize güveniniz varsa, ara sokaklar ilginç, turistlerden uzak mekanlarla dolu. Buralarda yemeklerin yanında Portekiz kültürü bedava servis ediliyor. Eski sömürgelerden gelenlerin işlettiği Brezilya ve Afrika mutfakları da kentte sizi bekliyor.

Alışveriş
Alışveriş tutkunlarını “Baixa”da birçok hediyelik eşya dükkanı ve küçük mağazalar bekliyor. “El Corte Ingles”, alışveriş merkezi isteyenler için ideal. Tanınmış İspanyol ve Portekiz markalarıyla dolu bu büyük alışveriş merkezi, VII. Eduarda Parkı’nın hemen yanında. Parkta mola verip alışverişe devam etmek mümkün. Vasco da Gama alışveriş merkezi de “bildik” tatlar denemek isteyenler için bir başka seçenek. “Bairro Alto” bölgesinde barların arasına sıkışmış ilginç dizaynlara sahip ürünlrin olduğu mağazalar var. Yine Bairro Alto’da, “Carlo Amaro” adlı dükkan, küçük ama mücevherat meraklıları için biçilmiş kaftan. Amaro’nun el yapımı orjinal dizaynları burada bulunabilir.


***
Görmek için 5 beden

1. Haziran ve Temmuz aylarında festivaller yazın keyfini partiler
ve havai fişeklerle çıkarmak isteyenler için ideal.
2. Klasik Batı Avrupa kentlerine benzemiyor. Kendinizi Latin Amerika’ya yakın hissediyorsunuz. Farklı tadlar ve kültürler sizi bekliyor.
3. Bütçenize uygun seçenekler var. Özellikle dışarıda yemek yemek, Batı Avrupa’ya göre daha ucuz. Deniz mahsulleri sevenler içinse bir cennet.
4. Gece hayatı gerçekten çok farklı. Modern yapılar içerisinde değil sokaklarda eğleniyorsunuz. Kent sanki gündüz uyuyor, gece uyanıyor.
5. Şarapları, “Fado”su, tarihi kalesi, köprüleri ve hepsinden öte kent içindeki “Miradouro”lardan sunduğu nefis manzarası oldukça etkileyici.

Kızıl Ada'nın feneri, gezgin midelerin yeni gözdesi oldu


Fethiye Körfezi’ne yelken açan denizcilere 100 yıldan fazla bir süredir yol gösteren Kızıl Ada’nın beyaz feneri, artık rüzgarın yorduğu denizcilere hem barınak hem de mükemmel bir ziyafet sunacak.

Özgür Gürbüz - Sabah / 30 Eylül 2007
Fotoğraflar: Bülent Tavlı

Marsilya’dan getirilen tuğlalar üst üste konulduğunda 1800’lü yılların sonuydu. Fransızların inşa ettiği fener o gün bugündür Fethiye kıyılarında yolculuk yapan denizcilere yol gösteriyor. Kırmızıya çalan zemininden adını alan Kızıl Ada’yı bulmak için bugün fenerin ışığı dışında başka bir alternatifiniz daha var. Ada’da yeni açılan restoranın mutfağından körfeze dağılan enfes kokular tüm denizcilere akşam yemeği için nereye demir atacaklarını işaret ediyor.

Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü’nün eski fenerleri kiralamaya başladığını duyar duymaz hayallerini gerçekleştirmek için işe koyulan dört işadamı Akdeniz’in ortasında farklı bir projeye imza attı. Kızıl Ada ve fenerini yıllığı 140 bin YTL’den 15 yıllığına kiralayan yatırımcılar, bir restoran ve 9 odadan oluşan butik oteliyle ilginç bir projeye imza atıyor. Restoran şimdiden denizcilerin ve tüm Türkiye’den gelen özel konukların gözdesi olmuş durumda. Müşteriler arasında Koç, Sabancı, Zorlu ve Hakko ailelerinin üyeleri var. Yemeklerin tadına bakmak için yatınızın olması gerekmiyor, rezervasyon yaptıran müşteriler karadan özel teknelerle alınıp adaya getiriliyor ve yemekten sonra ayışığını takip ederek tekrar karaya geri götürülüyor. Gelecek yıl resterasyon ve yapım işlemleri tamamlanacak olan butik otel açıldığında adada gecelemek de mümkün olacak. Yatıyla gelecekler içinse, misafirlerin karşılandığı ve ufak bir asansörle yukarı taşındığı koy, şiddetli dalagalara karşı portatif bir bariyerle güçlendirilerek doğal bir liman haline getirilecek. Adaya ayak bastığınız iskelenin tam arkasında yer alan minyatür koy ise adanın sürprizi olacak. Küçük bir bar ve denize girilebilecek size özel bir koy burada sizi bekleyecek. Sürprizler bununla da bitmiyor. Fethiye’nin en sıcak günlerinde bile ağaçlar altında, esen rüzgarın serinlettiği koltuklarınızda oturabiliyor, güneşin batışını önünüzden geçen yelkenlilerin üstünden izleyebiliyorsunuz.

Dört işadamının ortak rüyası
Kızıl Ada’nın beyaz fenerini turizm merkezine çevirme fikrinin arkasında uzun zamandır Fethiye’de turizm ve ticaretle uğraşan işadamları var. Ortaklardan Mehmet Günel, bugün butik otel olan Beyaz Yunus adlı deniz ürünleri lokantasının işletmecisi. Diğer ortakların ortak özelliği de Mehmet Bey’in müşterisi olması. Hikmet Selçuk, bölgenin en eski kaptanlarından. Yat imalatı ve yat turizminde ilk akla gelen isimlerden biri. Besir Pehlivan yine bölgenin bilinen balıkçılarından ama onun adaya bağlılığı diğerlerine göre çok daha özel. Besir Bey’in ailesi yıllarca adadaki fenerin bekçiliğini yapmış, kendisi okula gitmek için adadan kürek çekerek Fethiye’ye gidip gelmiş. 1980’li yılların başlarında güneş enerjisiyle çalışan otomotik sisteme geçilmesiyle beraber evleri olan adadan geçici bir ayrılık yaşamış olsa da bu projeyle yeniden geri dönmüş. Son ortak Salih Vural ise yıllar önce Fethiye’ye yerleşmiş, kuyumculuk ve hediyelik eşya ticaretiyle uğraşıyor. Salih Vural Kızıl Ada Restoran’ını anlatırken, karlı bir yatırım yapmaktan çok herkesin hayalini kurduğu, düşlediği projeyi gerçekleştirmeye çalıştıklarını söylüyor. Vural, “İşin doğrusu bu. Yazın çalışırken yarım saat buraya kaçsanız buranın keyfini anlarsınız.Yatırımı profesyonel tuttuk. Doğayı bozmamaya çalıştık. Ticari kaygı olsaydı böyle olmazdı. Çok büyük bir getiri beklemiyorduk” diyor. Düşler için de harcanmış olsa, şu ana kadar harcanan yatırımın değeri 2 milyon doları buluyor. Salih Vural bir o kadar daha harcanağını da tahmin ediyor.

Yüksek maliyete rağmen fiyatları karadaki rakipleriyle aynı tutmaya çalışacaklarını belirten Vural, Mehmet Günel’in Beyaz Yunus’taki tecrübesini ve kadrosunu adaya taşıdığını söylüyor. Ağırlıklı olarak balık ve kabuklu deniz ürünleri üzerinde uzmanlaşan restoranda yerli şaraplar tercih edilmiş. Akdeniz mutfağı havasında, biraz Güney Fransa biraz İtalyan. Yörenin balıkları öncelikli tercihler arasında, lahoz, akya, deniz kereviti gibi. Pişirme teknikleri de her restoran benzemiyor, vantuzlarıyla birlikte pişirilen ahtapot gibi. Deniz mahsulü mezeleri özellikle ilgi çekiyor. Yüz kişilik kapasitesi bazen denizden gelen yatçılar bazen ise özel partiler için İstanbul’dan ya da yurt dışından gelen davetliler taraından kullanılıyor. Kapasiteyi arttırmayı düşünseler de iki yüzün üzerine çıkmamaya kararlılar. Konaklama konusundaki prensipleri yemek konusunda da geçerli. Ada küçük bir ada değil ama sadece 9 odalı bir butik otel planlanıyor ve bunların 3’ü zaten fenerin içindeki odaların restorasyonu ile sağlanacak. Fenerin içindeki eski eşyalardan oluşan ufak bir müze fikri de projelerden bir tanesi. Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü’de başka fenerlerden getirilen eşyalarla müzeyi zenginleştirecek. Bakalım, Kızıl Ada’nın şimdiden kulaktan kulağa fısıldanan restoranı Akdeniz’in turizm kültürünü bu müze fikri gibi daha da zenginleştirecek mi?

Adanın enerjisi güneş ve rüzgardan
Adaki tesisler ufak bir alana kurularak doğa korunmaya çalışılmış. 250 yeni fidan dikilmiş ve adanın büyük bir bölümüne dokunulmamış. Yaban tavşanları bile bulmak mümkün. Doğa koruma çabası enerji kullanımında da kendisini gösteriyor. Adada kurulu olan güneş panelleri (fotovoltaik) ve rüzgar türbini adanın tüm enerjisini karşılıyor. Akülerle desteklenen bu hibrid sistemin maliyeti 275 bin Avro. Taşıma ve kurulum ücretleriyle 300 bin Avro’yu buluyor. Gelecek yıl açılacak konaklama tesisleri için gerekli olan elektrik enerjisi de yine güneş panellerinden sağlanacak. Bunun için 100 bin Avro’luk ek bir kurulu güç daha sipariş edilmiş. İşletmeciler, ilk yatırım maliyeti büyük olsa da, adada motor çalışmasını istemediği için jenaratör seçeneğine sıcak bakmamış. Uzun vadede hem rüzgardan hem de güneşten nasibini alan adada temiz enerji sistemlerinin karlı bir seçenek olacağı kesin. Hem doğa hem de yatırımcılar kazanacak kısacası.

Salih Vural (Yatırımcı – Kızıl Ada Restoranı )
“Öncelikli müşterilerimiz yabancı yatçılar”
Göcek yat turizminde önemli bir nokta haline geldi. Fethiye’de de tüm marinalar dolu. Yabancılar buraya gelip tekne kiralıyorlar artık. Bütün gün denizde rüzgarla boğuşan bir kişi akşam yemek yapmakla uğraşmak istemiyor. Bizim hedef kitlemizin içinde yabancı yatçılar ön planda. Bu yüzden yatların rahat konaklayabilmesi için denizi uygun hale getireceğiz. Portatif bariyerler getirip, kışın deniz şiddetlendiğinde başka yere götüreceğiz. Kalıcı bir şey güzel olmaz. Zaten Çevre Koruma Kurulu da izin vermez. Sonuçta burası bir ada ve orman var. Burayı tahrip edemezsiniz. Yaptığımız yapılarda çok az taş ama genelde ahşap kullanmak istiyoruz. Beton kullanmaktan kaçınıyoruz. Birkaç odalı butik otel yapacağız çünkü bugün 500 - 1000 odalı otel yapanlar sonra nasıl pazarlayacağım diye düşünüp fiyatları indiriyor ve biraz da boşa çalışıyorlar. Herşeyden önce farklı birşey olsun istedik.