Güneş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güneş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Güneş panelinde damping vergisi kime yarayacak?

Özgür Gürbüz-BirGün / 27 Mart 2024

Türkiye 2017’den bu yana Çin’de üretim yapan güneş paneli üreticilerine uyguladığı anti-damping vergisini, Vietnam, Malezya, Tayland, Hırvatistan ve Ürdünlü firmaları da kapsayacak şekilde genişletti. Metrekare başına 25 doları bulan ek bir vergi getirildi. Böylece güneş paneli almak isteyenlere yerli üretici dışında bir seçenek kalmadı. Bu da güneş enerjisi sektöründe pahalı panellerin güneş enerjisindeki büyümeyi yavaşlatıp yavaşlatmayacağı tartışmasını başlattı. Anti-damping vergisinin sektörde pek dile getirilmeyen kısmı ise düzenlemenin kime yarayacağı konusu. Yerli panel üretiminde en büyük kapasitelerden biri kamuoyunun iktidara yakınlığıyla tanıdığı Kalyon PV’ye ait.

 2023 yılında Türkiye elektrik üretiminin yaklaşık yüzde 6’sı güneş panelleriyle üretildi. Bir yıl önce bu oran yüzde 4,6’ydı. Güneş kurulu gücü de 12 bin megavata yaklaşıyor. Sorunlar var ama güneş enerjisinde büyüme sürüyor. Elektrik üretimindeki payı her yıl artan güneş enerjisinin kalbinde fotovoltaik paneller var. Son anti-damping vergisiyle başta Çin olmak üzere ucuz panel üreten ülkelerden ithalat yapmanın önü kesildi. Güneş enerjisine yatırım yapmak isteyenler yerli üreticiye yönlendirildi. Anti-damping kararını değerlendirmeleri için enerji sektöründeki isimlere ulaştım. Bu hafta söz onlarda.

Güneşin yavaşlaması termiklere yarayacak
Solar 3 GW Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Bahadır Turhan, yerli panellerin ithal panellere göre hâlâ pahalı olduğunu, pahalı panellerin de ilk yatırım maliyetini yüzde 30 oranında artırarak güneş enerjisini yatırımlarını azalttığını söylüyor. Turhan, anti-damping uygulaması yerine, yerli üretim panellere verilecek teşviğin artırılmasının yatırımın karlılığını artıracağını ve güneş enerjisinin hız kazanacağını öne sürüyor. Bahadır Turhan, “Yapılan her bir kilovat güneş santralı, aslında kapanan her bir kilovat doğalgaz, kömür ya da devreye alınamayacak bir nükleer santral demek. Dolayısıyla güneş enerjisi santrallarının yatırımların yavaşlaması mevcut termik santralların devamını sağlayacak” diyor.

Yerli panel Çin’e göre yüzde 50 pahalı
Bahadır Turhan, Türkiye’de üretilen panellerin maliyetinin vat (watt) başına yaklaşık 20 dolar sent olduğunu, Çin’den alındığında çıplak fiyatının 13 sent ancak gözetim ve anti-damping vergileriyle 40 sente çıktığını belirtiyor. Sektörün önemli temsilcilerinden Uluslararası Güneş Enerjisi Topluluğu Türkiye Bölümü (GÜNDER) ise güneş enerjisi endüstrisinin oluşmasında yatırım teşviklerinin yanı sıra damping ve gözetim vergilerinin de fayda sağladığını düşünüyor. Sorularıma verdikleri yanıtta, “
Türkiye pazarında yerli fotovoltaik panel üreticilerin korunmasını ve adil rekabetin sürdürülmesini amaçlamaktadır” diyerek, uygulanan vergi ve düzenlemeleri içeren anti-damping önlemlerini desteklediklerini belirttiler.

GÜNDER verileri, Türkiye’de 80’in üzerinde güneş paneli üreticisi olduğunu söylüyor ancak her firma aynı üretim kapasitesine sahip değil. Yılda iki bin megavatlık üretim kapasitesiyle Kalyon PV listenin ilk sıralarında yer alıyor. Konya Karapınar’daki Türkiye’nin ve Avrupa’nın en büyük güneş santralına da Kalyon Enerji sahip ve bu sahada da kullanılan panellerin üretildiği fabrika için devletten 2 milyar 100 milyon lirayı bulan teşvik almıştı. Bu teşvikle kurulan fabrika Türkiye’nin en büyük panel üretim tesislerinden biri oldu ve Kalyon PV’yi lider şirketlerden biri yaptı. Devletten güneş paneli üretimi için teşvik alan (proje bazlı devlet yardımı) bir başka şirket de Smart Güneş Enerjisi Teknolojileri ARGE Üretim San. ve Tic. A.Ş. oldu. Alfa Solar, CW Enerji de Borsa İstanbul’da işlem gören ve büyük üretim kapasitesine sahip diğer güneş paneli üreticileri.

Fabrikalara pazar yaratılıyor
Enerji Uzmanı İsmet Turan ise alınan kararı farklı bir açıdan bakarak değerlendiriyor. Turan, “33 bin megavatın üzerinde depolamalı ön lisans dağıtıldı. Bir taraftan fabrika kurduruluyor, yerlilik şartıyla perçinliyor ve son adımda da anti-damping ile Çin'in önü kapatılıyor. Böylece o fabrikalara pazar yaratılmaya devam ediliyor” yorumunu yapıyor. Dünyada Çin’e karşı benzer anti-damping uygulamalarının olduğunu belirten Turan, “Başka bir parti de iktidara gelse anti-damping vergisi uygulanacaktı” diyor ve asıl sorunun kapasite planlamasında olduğunu şu cümlelerle açıklıyor: “Türkiye'nin kurulu gücü 107 bin megavat, tüketim yaz dışında 54-55 bin arasında gidiyor. Tüketim son beş yıldır hiç artmıyor ama depolamalı yenilenebilir enerjiye yeni lisanslar veriliyor. Bu kadar ihtiyaç yok, zamana yayılabilir, öncelik çatılara verilebilirdi”.

Enerji dönüşümünden enerji faturalarına giden yol

Sosyal medya “faturamı ödeyemiyorum” paylaşımlarından geçilmiyor. Enerjide devrim niteliğinde bir değişiklik şart. Peki, nasıl yapacağız?

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/20 Şubat 2022

Kime dokunsak enerji faturalarından yakınıyor. Kazancımız faturaları ödemeye yetmiyor. Aldığımız hizmetin kalitesi düşük. Enerji sektörü birkaç şirketin kontrolünde. Enerji dönüşümünün, başka bir deyişle, enerjide devrim niteliğinde bir değişikliğin şart olduğu ortada. İyi ama nasıl yapacağız? Üretim ve dağıtımı kamulaştırsak tüm sorunlar çözülür mü? Uygun her yere güneş paneli koyarsak iklim krizi başta olmak üzere çevre sorunları biter mi? Başka bir dünya hepimizin istediği ama o dünyanın resmini nasıl yapacağımızı yeterince konuşmuyoruz.

Resmin özelliklerini ise biliyoruz; doğaya en az zararı verecek, iklim krizine yol açmayacak, daha fazla enerji tüketmeyi değil enerjiyi verimli kullanmayı öne çıkaracak, istendiğinde erişilebilir olacak ve temel ihtiyaç olduğuna göre kimse yokluğunu çekmeyecek.

İklim krizine neden olan kaynaklar belli; petrol, kömür ve doğalgaz kullanılmayacak. Nükleer santralların kaza, sızıntı ve atık sorunu çözülemedi, seragazı emisyonları konusunda da masum değil; rüzgara göre 6 kat daha fazla emisyona yol açıyor. Amacımız doğayı korumak ve gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakmak. Bu durumda geriye yenilenebilir enerji kalıyor. Barajların doğaya verdiği zararı da yaşayarak öğrendiğimize göre onları da listeden çıkartabiliriz. Kötü uygulamaları örnek almadan, güneş, rüzgar, biyokütle, jeotermal, dalga ve hidrojenle yola devam edebiliriz. Endüstriyel bir toplumda yaşayacaksak eldeki kaynaklar bunlar. 

Yenilenebilir yeter mi?

Yenilenebilir enerjinin talebi karşılama sorunu da yok. 2019 yılında küresel enerji tüketimi 65 petavatsaatti (PWh). Bugünün teknolojisiyle sadece güneşten 5800 PWh elde edebiliyoruz ve halihazırda bu potansiyelin yüzde 60’ı ekonomik. Türkiye’de de petrol ve gaz yok ama rüzgar ve güneş bol. Burada sorun potansiyel değil, onu değerlendirmek için kullanılacak kaynakların eldesinde doğaya verilecek zarar. Bu yüzden de enerji tüketimini azaltmayı ve enerjiyi verimli kullanmayı her şeyin önüne koymalıyız. Yoksa bir çıkmaz sokağa gireceğiz.

Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA), 2050 yılında sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutacak bir senaryoda, enerji tüketimini yüzde 10 oranında azaltmak, talebin neredeyse yüzde 90’ını yenilenebilir enerjiden karşılamak mümkün diyor.

Güneş, rüzgar pahalı mı?

Şimdi maliyetlere bakalım. Enerji sektöründe kabulü yüksek olan Lazard şirketinin 2021 sonuna dayanan hesaplamalarına göre büyük ölçekli güneş ve rüzgar santrallarından elektrik üretmenin kilovatsaat başı maliyeti 2,6 ila 3 sent aralığına gerilemiş görünüyor. Türkiye’deki son ihalelerde de bu fiyatlar ortaya çıktı zaten. En ucuz seçenekler güneş ve rüzgar, onu bazı doğalgaz santralları ve jeotermal enerji izliyor. Ardından kooperatiflerce kurulan güneş santralları geliyor. Kömür, güneş termal santrallar, nükleer ve bireylerin çatılarına kurdukları güneş panelleri bu sırayı izliyor. Fiyatı belirleyen onlarca etken var elbette; örneğin sosyal maliyetler burada yok. Buna rağmen güneş ve rüzgarın başını çektiği yenilenebilir enerji kaynakları açık ara önde. Ucuz enerji istiyorsak adres belli.

Güneş batınca ne olacak?

Rüzgar ve güneş gibi bazı kaynaklar sürekli elektrik üretmedikleri için yokluklarında sistemi biyokütle, jeotermal, hidrojen ve batarya sistemleriyle desteklemek gerekecek. Güneş enerjisinin depolama destekli uygulamalarında maliyetler artsa da 5-10 yıl içinde depolama maliyetlerinin de hızla düşmesi bekleniyor. Bu teknolojilerin en büyük avantajlarından biri de sizi şebekeden bağımsız hale getirip, dağıtım şirketlerinden kurtarması olabilir. Bir sitede veya köyde, küçük bir güneş ve rüzgar gücünü, biyogaz santralı ya da elektrik depolama sistemiyle desteklediğinizde tüm faturalarla vedalaşabilir, yatırımın maliyetini çıkardıktan sonra çok daha ucuza elektrik üretebilirsiniz. Çatınıza koyacağınız güneş panelleri ve bir depolama sistemiyle bağımsızlığınızı ilan edip, petrol fiyatı arttı, doğalgaz zıpladı haberleriyle ilgilenmezsiniz. Güneşin yakıt maliyeti yok.

Enerji nerede kullanılacak?

Enerji üretimi ve dağıtımını tamamen kamulaştırsak bile bir maliyeti olacak. İletim ve dağıtım hatlarının bakımı, santralların işletmesi gibi hizmetlerin de karşılanması şart. Kamunun kâr beklemeden bu hizmetlerini sunduğunu düşünürsek faturaların biraz hafifleyeceği ortada. Ancak burada bizi bekleyen bir tehlike var. Çok ucuz enerji tüketimi artırabilir, enerjinin verimli kullanılmasının önüne geçebiliriz. Doğu Bloku’ndaki sorunlardan biri de buydu, o ülkelerde enerji yoğunluğu çok yüksekti. Enerji üretirken ödediğimiz bedeli fiyata yansıtmanın bir yolu, kullanılan alana göre fiyatlandırmak olabilir. Ekmek üreten bir fabrikaya verilen elektriğin fiyatıyla, lüks bir ürün üreten fabrikaya verilen elektriğin fiyatı farklı olmalı. ÖTV ve vergi kalemleri daha çok tüketiciyi ilgilendirdiği için üretim aşamasındaki karar verme süreci üzerinde etkisiz kalabiliyor. Ucuz enerjiden çok enerjinin verimli kullanılmasına ve kimsenin temel ihtiyaç haline gelen enerjiden mahrum kalmamasına odaklanmalıyız.

Başka bir “kamulaştırma” mümkün

Mümkün olan herkesi, evinin çatısında, köyünde, sitesinde ve apartmanında elektrik üretmeye teşvik edebiliriz. Enerji kooperatifleri, belediyelerin kuracağı enerji şirketlerine ortaklık ve daha pek çok farklı yolla üretimi başka türlü “kamulaştırabiliriz”. Enerjide kendine yeten her köy, kasaba iletim ve dağıtım kaynaklı maliyetlerin düşmesine, kayıpların azalmasına yarar. Resmi rakamlara göre iletim ve dağıtım kaybı yüzde 10 civarında. Yarıya indirmek iki büyük kömür santralının üretimine eş elektrik demek.

Türkiye ısrarla yenilenebilir enerjiyi şirketler aracılığıyla geliştirmeye çalışsa da bireyler veya kooperatiflerle yola çıkmak da mümkün. 2019 yılında Almanya’daki 120 bin megavatlık yenilenebilir enerji kurulu gücünün yüzde 40’ına çiftçiler ve bireylerin sahip olduğunu düşünürsek, devletin doğru yönlendirmeleri, enerjide 4-5 şirkete bağlı kaderimizi kökten değiştirebilir. 2019’da Almanya’nın yenilenebilir enerji kurulu gücü 120 bin megavatı geçiyordu. 50 bin megavatına yakınının bireylerin elinde olması demek neredeyse bugün Türkiye’deki tüm barajların, rüzgar ve güneş santrallarının yurttaşların elinde olması anlamına geliyor. Tarlalarda çiftçilere ait rüzgar türbinleri, köylerde biyogaz tesisleri ve kentlerde de evlerin çatılarında fotovoltaik paneller var. Enerji kooperatifleri de oldukça yaygın. Kamulaştırmayı tartışırken halkın enerji üreticisi ve tüketicisi olduğu başka bir modelin mümkün olduğunu unutmamalıyız.

Havuç olmadan sopa olmaz 

Enerjiyi daha az kullandıracak ve bunu teşvik edecek bir sisteme ihtiyacımız var. Kademeli fatura gibi, “havuç ve sopa” içeren uygulamalarla az kullanımı teşvik etmekte bir sakınca yok. Ancak, insanların tasarruf yapabilmesi için gerekli düzenlemeleri yapmadan çok tüketeni cezalandırmaya kalkarsanız kademeli tarifede havuç kalmaz, sadece herkesi sopalarsınız. AKP’nin yaptığı da buydu ve sopayla karşılaşan insanlar isyan etti. Daha iyi yalıtımlı binalar, enerjiyi tasarruflu kullanan ev aletleri veya ulaşım araçları, elektrik üreten güneş panelleri için vergi indirimi veya uygun kredi gibi hiçbir aracı halkın kullanımına sunmayan iktidar partisinin yurttaşlara “artık az enerji harcayın, harcamazsanız daha çok ödeyin” demesi haklı olarak herkesi isyan ettirdi. Acı çekiyoruz ama iyi tarafından bakalım. Yeniden kuracağımız Türkiye’nin enerji politikası nasıl olmalı, onu tartışmaya başladık.

Güneş Cumhuriyeti

Özgür Gürbüz/24 Mart 2021*

İklim krizinden çıkışın formülü biliniyor. Fosil yakıtlar dediğimiz kömür, petrol ve doğalgazı
bırakacağız, güneş ve güneş temelli yenilenebilir enerji kaynaklarına sarılacağız. Enerjiyi hem daha akıllı hem de tasarruflu kullanacağız. Basit gibi görünen bu değişim gerekli çünkü küresel seragazı emisyonlarının yüzde 70’ten fazlası enerji kullanımı nedeniyle atmosfere bırakılıyor. Ulaşımdan ısınmaya, elektrik üretiminden sanayiye hayatın her alanında karşımıza çıkan enerjinin üretim ve kullanımını değiştirmek zorundayız.

Bugüne kadar kullandığımız her tür enerji kaynağında büyük işletmelere, santrallara muhtaçtık. Elektrik üretiminde dev kömür santralları, petrol üretiminde rafineriler gibi… İklim krizini durdurmak için fosil yakıtlardan sürdürülebilir enerji kaynaklarına geçiş ise bize farklı bir seçenek sunuyor. Elektrik üreten santrallar küçülüyor, enerji ihtiyacın olduğu yerde ve yerel kaynaklarla üretilebliyor.

Evinizin çatısına kurduğunuz güneş panelleriyle elektrik ihtiyacınızı karşılayıp, ısı pompaları ve yine güneşin yardımıyla ısınabiliyoruz. Otomobil iyi bir şey değil ama varsa elektrikli aracınızın bataryasını da güneş panelleriyle doldurmak mümkün. Eski sistemde bu işleri yapabilmek için sizden çok uzakta bir rafineriye veya dev bir elektrik santralına ihtiyacınız vardı. Ya da doğalgazı dünyanın bir ucundan diğer ucuna taşıyan boru ya da tankerlere mahkumdunuz. Tüm dünyada bu enerji dönüşümünü gerçekleştirmek zaman alacak ama enerjiyi yerelleştirmek ve doğaya en az zararı verecek şekilde yaşamak ekonomik ve teknik açıdan artık sorun değil.

Hayvancılıkla geçinen bir köy, biyogaz tesisiyle hayvan atıklarını elektrik ve ısıya çevirip, köydeki evleri ısıtıp, ampulleri yakıp ihtiyaç fazlası elektriği de şebekeye verebiliyor. Verebiliyor diyorum çünkü Avrupa’da böyle köyler gördüm. Danimarka’dan Amerika’ya birçok ülkede büyük rüzgar ve güneş santralları enerji kooperatifleri gibi yöntemlerle birçok kişinin işbirliğiyle kuruluyor. Düşünsenize, evinizde tükettiğiniz elektrik aslında sahibi olduğunuz bir rüzgar çiftliğinde üretiliyor. Hayal mi diyorsunuz?

2019 itibarıyla Almanya’da kurulu yenilenebilir enerji kaynaklarının yüzde 30,2’si bireylerin mülkiyetinde. Ülkedeki biyogaz tesislerinin dörtte birine sahip çiftçilerin payı ise yüzde 10. Almanya’da gördüğünüz tüm yenilenebilir enerji gücünün yüzde 40’ının mülkiyetinin bireylerin elinde olduğunu söyleyebiliriz. Kömür, doğalgaz veya nükleer santrallar için bunu hayal bile edemezdik. Üretimdeki payları da kayda değer. Küçümsenen yenilenebilir enerji kaynakları bugün dünyanın dördüncü büyük ekonomisinin elektrik ihtiyacının yüzde 46’sını karşılıyor.

Yaşanan değişim sadece enerji üretiminde farklı ve temiz bir yöntemi seçmekle açıkanamaz. Birkaç şirkete ve sınırlı kaynaklara bağlı, seçme şansınızın olmadığı impartorluğu andıran bir sistemden, bireylerin özgürce ve doğayı koruyarak kend ihtiyacını karşılayacak üretimi seçtiği bir cumhuriyete geçişten bahsediyoruz. Bir cümleyle özetlersek, iklim krizini durdurmak için verdiğimiz çabalar bize fosil yakıt imparatorluğundan güneş cumhuriyetine geçme şansını da veriyor.

* Bu yazı WWF-Türkiye'nin 2021 yılındaki Dünya Saati kampanyası için yazılmıştır.

Fark yaratan ülkeler

Özgür Gürbüz-BirGün/ 14 Mayıs 2020

Krizler yıkımları da beraberinde getirir. Salgınla birlikte çok ciddi bir sosyoekonomik krizle karşı karşıya kaldığımız ortada. Bazı ülkeler bu gibi durumlarda dibe çöker bazıları ise krizlerden çözüm üreterek çıkar. İlham vermesi dileğiyle krizlerden yaratıcı çözümlerle çıkmayı başaran ve sürüyü takip etmek yerine aksi yönde gitmekten korkmayan birkaç ülkeyi hatırlatmak istiyorum. Zor zamanlar, ülkelerin ne kadar iyi yönetildiğinin göstergesidir.

 

Adını çok duymadığımız bir ülke Bhutan. Himalayalarda, Hindistan ve Çin’in arasında yer alıyor. Ekonomik büyümeyi uzun yıllardır sosyal, kültürel ve çevresel değerlerin korunması koşuluyla yapılandıran bir anlayışa sahip. 1970’lerde ülkenin 4. kralının ortaya attığı “gayri safi milli mutluluk” kavramı, o gün bugündür Bhutanlılar için gayri safi hasılanın yerini almış. Dünyaya meydan okurcasına, daha çok tükettiğinizde bunu büyüme kabul eden ekonomik anlayışı esas almak yerine insanların refah ve mutluluğunu büyüme göstergesi kabul etmişler. Üç milyar dolara yaklaşan “küçük” ekonomisi tarım ve ormancılığa dayanıyor. Kişi başına düşen gelir Türkiye’den çok daha az ama eğitim ve sağlık tamamen ücretsiz. İlaçlar buna dahil. Çalışkan öğrenciler için üniversite eğitimini de devlet karşılıyor.

Ekonomisi Türkiye’deki birçok şirketten küçük olan Bhutan hızlıca zenginleşmek ya da birilerini zengin etmek için bütün ormanlarını kesme ya da madenlerini yabancı şirketlere satıp zenginleşmeye çalışmıyor. Ülkenin yüzde 72’si ormanlarla kaplı ve anayasaları bunun en az yüzde 60 olmasını zorunlu kılıyor. Köylülere odun yakmamaları için bedava elektrik veriyor, enerji tasarrufu yapan LED lambalar ve elektrikli araçlar için destek sunuyorlar. Yaban hayvanları birbirine bağlı koridorlarla ülkedeki her bölgeye ulaşabiliyor.

Bhutan belki de dünyada iklim krizine katkıda bulunmayan nadir ülkelerden biri. Ürettiği emisyonun çok daha fazlasını ormanları sayesinde telafi ediyor. Gelir adaletsizliğinde Bhutan’ın Türkiye’den daha iyi durumda olduğunu da (Gini katsayısına bakarak) söyleyebiliriz. Özetlersek, sürüden ayrılma cesareti Bhutan’ı bambaşka bir ülke yapıyor.

Krizden çözüm üretenlere de bir örnek verelim… 1970’li yıllarda petrol krizi dünyadaki her ülke gibi Danimarka’yı da vurdu. Enerjisinin yüzde 90’ınını petrolden karşılayan ülkede zorunlu enerji tasarrufu dönemi başladı. Gece elektrik kesintileri, yollarında otomobilsiz günler gören Danimarka, enerji dönüşümünü başlattı. Petrol krizi bitse de onlar enerji ihtiyacını güneş, rüzgar ve biyokütle gibi kaynaklardan sağlamaya karar verdi. Nükleer enerjiyi de Çernobil’den bir yıl önce mecliste aldıkları kararla bir kenara iten kuzeyliler, rüzgar başta olmak üzere dünyanın bu alanlardaki teknoloji devlerinden biri oldu. Bugün nihai enerji tüketiminin yüzde 35’ini, elektrik ihtiyacının ise yüzde 62’sini yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlayan Danimarka’nın 2050 hedefi yüzde 100 yenilenebilir enerjiyle çalışan bir ülke.

Küçük ülkeler deyip küçümsemeyin. Danimarka ölçeğinde bir ilde benzer bir uygulama yapsak Türkiye’nin diğer illerine de yayılır. Bhutan’ın ekonomik modelini bir ilde başarıyla uygulasak kalan 80 ile yayılır ve birleşince Türkiye olur. Kaldı ki, nükleer santrallarının hepsini Fukuşima sonrası kapatma kararı alan Almanya gibi dev ekonomiler de var. Sorun örneğin büyük ya da küçük olması değil, ülkenin bir çizgisinin olması.

Almanya Federal Meclisi’nin olduğu binayı ele alalım. Çatısındaki güneş panelleriyle elektriğini üreten, ısıtma için toprak kaynaklı ısı pompaları kullanan bambaşka bir enerji mantığıyla inşa edilmiş örnek bir bina Bundestag. Son eklentiler 21 yıl önce yapıldı, yeni de değil. Türkiye’nin son 20 yılda yaptığı dev binalara, adliyelere, saraylara baktığınızda yeni ne görüyorsunuz? Yıl 2020, Cumhurbaşkanlığı için yapılan Beştepe’deki binanın çatısında elektrik üreten bir güneş paneli bile yok.

Dünyada fark yaratanların öne çıktığı bir çağdayız ve biz asırlar öncesini taklitle meşgulüz. Acı ama gerçek.

Yerli ve milli nükleer

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Mart 2020

Rusya ile yaşanan ve bitmiş gibi görünen kriz günlerdir gündemde. Krizle birlikte çok şey konuşuluyor ama Mersin’de yapımı süren nükleer santral konuşulmuyor. Hani şu yerli ve milli olan. Rusya’nın yapımını üstlendiği ve bitirdikten sonra en az 60 yıl işletip bize elektrik satacağı ‘milli’ nükleer enerji santralından bahsediyorum. Yapanı Rus, yakıtı Rus, işleteni Rus olup adı ‘yerli’ olan santral.

Bu santral o kadar yerli ki, elektriği bize dolar üzerinden satacak. İlk 15 yıl boyunca santralın ürettiği elektriğin yarısını satacağı fiyat da belli. Kilovatsaati 12,35 dolar sentten elektriği almak zorundayız. 2019 yılında gün öncesi piyasada gerçekleşen yıllık ortalama piyasa takas fiyatı ise 4,1 dolar sentten. Yani, bu nükleer santral yarın çalışmaya başlarsa bize piyasa fiyatının üç katı pahalıya elektrik satacak ve biz almak zorunda kalacağız. Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki şirketi Akkuyu NGS A.Ş.’nin sahibi olduğu bu santral yerine Türkiye’deki herhangi bir santrala gidip şansınızı deneseniz, yarı fiyatına aynı elektriği alabilirsiniz. Santral yerli ve milli olmadığı gibi ucuz da değil. Her atom santralı gibi bu da bir yalan santralı.

Biraz daha geriye gidelim. Rusya’nın uçağını düşürdüğümüz günleri hatırlıyor musunuz? O olaydan sonra Akkuyu’da inşaat aylarca durmuştu. Rusya ilişkiler normale dönene kadar tüm faaliyetleri askıya aldı. Nasıl bir yerlilik ve millilikse bu santralın geleceği Rusların dudaklarının ucunda. Şimdi bu güne gelin. İdlib’de yaşananları hatırlayın. Onlarca eve şehit haberleri gitti, Türkiye’den bir yetkili çıkıp, askerlerin ölümleriyle doğrudan ya da dolaylı sorumluluğu olan Rusya’nın Akkuyu’daki varlığını hatırlamadı.

Bir gazetede Rusya’nın yine inşaatı terkettiği haberi çıktı ama doğrulayan, yorum yapan bir yetkili çıkmadı. Rusya için inşaatı bırakıp gitmek bu kadar kolay mı? Ülkeye yerli diye yutturmaya çalıştıkları santral konusunda Türkiye’nin en ufak bir karar alma, kontrol yetkisi yok mu? Rusya’nın uçak krizinde yaptığını biz neden yapamadık? Nedeni çok açık, o santralın sahibi biz değiliz. Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki şirketi Akkuyu NGS A.Ş. tek söz sahibi, biz de seyirciyiz.
Rusya yıllarca o santralı işletme ve elektrik satma hakkına sahip. Yapılan anlaşmaya göre hisselerin en fazla yüzde 49’unu devredebiliyorlar. Çoğunluk hisse hep Rusya’da kalıyor. Bu sayede milyarlarca dolar para kazanacaklar, biz ise hem pahalıya elektrik alacağız hem de doğalgaz ve petrolle birlikte elektrikte de Rusya’ya bağımlı hale geleceğiz. Tehlikesi, radyasyonu da cabası. Yüce Manitu bu dış ve enerji politikalarının mimarlarını başımızdan eksik etmesin!

Gerçek şu ki iki ülke arasındaki gerilim ne ilk ne de son olacak. Suriye’de Esad’ın yanında yer alan Rusya ile Esad’ı kendisine düşman kabul etmiş bir hükümetin krizsiz bir gelecek vaat etmesi mümkün mü? NATO’nun belki de bir numaralı hasmıyla askeri anlaşmalar yapan bir NATO ülkesinin sorunsuz bir beraberlik yaşaması akla ve mantığa uygun mu? Türkiye ile Rusya arasındaki ilişki hep bir soru işaretiyle hatırlanacak. İşler kötü gittiğinde nükleer santralın yakıtını bize vermeyebilirler. Binlerce yıl radyoaktif kalacak atıkları Mersin’e hatıra diye bırakıp aynı uçak krizinde olduğu gibi ortadan yok olabilirler.

Nükleerden iki-üç kat ucuza güneş ve rüzgârdan elektrik üretip Türkiye’yi enerjide gerçekten dışa bağımlılıktan kurtarmak varken bu nükleer sevda neden? Var mı cesareti olan ve yanıt verecek bir yetkili?