Başkanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Başkanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çevre ve başkanlık

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Ocak 2017

Başkanlık ya da daha açık konuşmak gerekirse padişahlığın çevre mücadelesini nasıl etkileyeceğini merak edenlere, bir örnekle neler olabileceğini açıklayalım. Türkiye’deki çevre sorunlarında çoğunluğun aynı düşündüğü, mutabakata vardığı konular azdır. GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) bunlardan biri. Türkiye’de yapılan hemen hemen tüm anketlerde halkın GDO’ya hayır dediği biliniyor. Gezici Araştırma tarafından yapılan bir ankette GDO’nun kötü bir şey olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 79, GDO’lu ürün almam diyenlerin oranı ise yüzde 83 çıkmıştı. Şimdi karamsar bir senaryo çizelim.

Varsayalım, MHP ve AKP milletvekillerinden, “ben bu başkanlığa evet diyerek halkın yüzüne nasıl bakarım” diyen 10 milletvekili çıkmadı ve şu anda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülen Anayasa değişikliği kabul edildi. Ülke başkanlıkla yönetilmeye başlandı. Ve diyelim ki siz başkanlığın çalışmaya başladığı bir dönemde, Türkiye’de GDO’lara karşı duran bir çevreci, çiftçi ya da sağlıklı gıda hakkını savunan bir yurttaşsınız. Yediğiniz ürünün genetiğiyle oynanmasın, çoluğunuz çocuğunuzun antibiyotik direnci zayıflamasın, türlü hastalıklarla yakalanma riskiyle karşı karşıya kalmasın istiyorsunuz. Ya da Türkiye’de boğazına kadar derde batmış çiftçiler, GDO’lu tohumlarla dev şirketlerin elinde oyuncak olmasın diye çabalıyorsunuz.

Başlattığınız ‘GDO’ya Hayır’ kampanyası halktan da büyük destek aldı. Anneler, babalar, çiftçiler ve çevreciler yanınızda. Varınızı yoğunuzu ortaya koydunuz ve mücadeleniz sonucu GDO karşıtı bir yasa Meclis’e geldi. Milletvekillerini Türkiye’de GDO’lu hayvan yemi kullanımını yasaklayacak, ekime izin vermeyecek bir yasa hazırlama konusunda ikna ettiniz. Kanun Meclis’ten de geçti, yıllar süren çabanızın verdiği gururla eve dönmeye hazırlanıyorsunuz ama o da ne? Ülkenin Başkanı (Cumhurbaşkanı) kanundan memnun değil, GDO’nun serbest bırakılmasını istiyor. Son Anayasa değişikliğiyle kendisine verilen yetkiyi kullanıp, bir gerekçeyle GDO’yu yasaklayan kanunun Anayasa’ya aykırı olduğunu öne sürüyor ve Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açıyor.

Bugünkü kurallar geçerli olsa Cumhurbaşkanı kanunu iki kez geri gönderebilir, Meclis ısrar ederse üçüncüde mecburen kabul ederdi. Başkanlıkta öyle olmuyor, iş Anayasa Mahkemesi’ne gidiyor. Anayasa Mahkemesi’ne güveniyorsunuz, onlar da sonuçta bu ülkenin insanları, yüzde 80’i gibi düşünüp GDO’ya hayır diyeceğini sanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Çünkü son değişiklikle üye sayısı 15’e düşürülen Anayasa Mahkemesi’nin üç üyesi, üyelerini ‘Başkan’ın belirlediği YÖK tarafından öneriliyor ve ‘Başkan’ tarafından seçiliyor. Dört üyesini doğrudan ‘Başkan’ seçiyor. Üç üyesi, ‘Başkan’ın iktidar partisi genel başkanı olarak kontrol ettiği Meclis tarafından seçiliyor. Kalan beş üye de Yargıtay ve Danıştay'ın gösterdiği adaylar arasından yine ‘Başkan’ tarafından seçiliyor.

Başkan’ın seçtiği üyeler Başkan’ın iradesine karşı mı gelecek? Haliyle, Türkiye’yi GDO’dan koruyacak kanun Anayasa Mahkemesi'nce iptal ediliyor çünkü tüm üyeler zaten Başkan’ın adamları. Başkan neden böyle bir karar versin? Nedeni çok. Konuyu yanlış biliyor olabilir, yanlış bilgilendirilmiş olabilir. Olmaz ya, yolsuzluğa meyilli olabilir, dev GDO şirketlerinden paraları cebe indirmiş olabilir. Bizim ülkemiz de hiç olmaz ama GDO karşıtları türbanlı bir bacımıza saldırdı, ben de gördüm diyen bir gazeteciye inanmış olabilir. Hadi, bunlar olmadı kandırılmış olabilir. Olasılığı yüksek. Sonuç? Halkın yüzde 80’inin iradesinin yerlerde süründüğü bir ülke. İşte tartışılan Anayasa değişiklikleri ve başkanlık denen ucube sistem bunu yapabilir.  Halk oylamasında yüzde 51’i bulan bir başkan yüzde 80’i hiçe sayabilir. Bu sadece bir örnek; tek adam rejimi bunun gibi birçok adaletsizliğe zemin hazırlıyor.

Çevre mücadelesinden bunun gibi halkın çoğunluğunun hayır dediği onlarca örnek verilebilir. Şimdi soralım; tehlikenin farkında mısınız? Penguen medyasını kapatıp, sosyal medyadan, kalan birkaç kanaldan Meclis’teki görüşmeleri izleyince siz de tehlikenin büyüklüğünü fark edeceksiniz. Tepkinizi esirgemeyin. Demokrasi gökten zembille inen bir mucize değil bir mücadeledir.

Türkiye’de referandum yapılamaz

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Kasım 2016

Referandum ya da daha doğru bir Türkçe ile söylersek; ‘halk oylaması’, bugünün şartlarında Türkiye’de başvurulabilecek bir araç değil. Halk oylamaları, doğrudan demokrasinin kuvvetli bir ayağı gibi görünse de, baskıcı rejimlerde demokrasi karşıtı düzenlemelere meşruiyet kazandırmanın bir aracı da olabilir. Dünyada da bu yüzden tartışılıyor. Tartışmayı örnekler ve nedenleriyle açıklayalım.

İngiltere’nin AB’den çıkışının onaylandığı halk oylaması güncel bir örnek. Yüzde 51,9’unun tercihiyle alınan AB’den çıkış kararı bir o kadar insanın (yüzde 48,1) isteğini göz ardı etti. Beş kişilik bir ailede, üç kişinin istediği bir televizyon programının izlenip, diğer iki kişinin tercihinin izlenmediğini düşünün. O zaman, halk oylamasının sanıldığı kadar demokratik olmadığını da anlayacaksınız. Sonuçların birbirine yakın olması ve bir tarafın az sayıda oyla diğerine üstünlük sağlaması toplumdaki huzursuzluğu azaltmak yerine artırabilir ve çatışmayı körükleyebilir. İnternet tabanlı araştırma şirketi YouGov, 18-24 yaşlarındaki İngiliz vatandaşlarının yüzde 75’inin AB’de kalmak için oy kullandığını açıklamıştı. 70 yaşındaki birine göre, halk oylaması kararından daha uzun süre etkileneceği kesin bu gençler için halk oylaması hiç de demokratik bir araç gibi görünmüyor. Bu ve benzer nedenlerden ötürü İngiltere’de tartışma sürüyor ve halk oylaması hiçbir sorunu çözmüşe benzemiyor.

Halk oylamasının demokrasiye katkıda bulunabilmesi için katılımın yüksek olması şart. Bu sınırın, özellikle Anayasal değişikliklerde yüzde 70-80 gibi oldukça yüksek olması sonuçların büyük bir çoğunluk tarafından benimsenmesi de gerek. Türkiye’de başkanlık sitemi için bir halk oylaması yapıldığını ve katılım oranının yüzde 60 olduğunu düşünün. 1 Kasım seçimlerinde 56 milyona yakın seçmen vardı. Bunların yüzde 60’ı oy kullanırsa başkanlık için oy veren sayısı 33 milyon 600 bin olur. Oy verenlerin yüzde 52’siyle başkan seçildiğini varsayın. Bu da 16 milyon 800 bin kişinin Türkiye’de rejim değişikliği ve tek adamlığa oy vermesi anlamına gelir ki, gerçek bir demokratik temsilin yakınından bile geçemez. 56 milyon kişinin oy kullandığı bir seçimde, oy verenlerin yüzde 28’inin (16 milyon) isteği diğerlerine dayatılamaz.

Halk oylamasında, oylanan konu hakkında bilgilendirme eksiksiz yapılmalı ve her kesime ulaşmalı. Sırf bu nedenden dolayı da Türkiye’de halk oylaması yapılamaz çünkü söz konusu bilgilendirmeyi yapacak en önemli araç, medya, baskı altında. Bugün Türkiye’de 125 gazeteci tutuklu, 160’dan fazla yayın organı kapalı. Dışardakiler de tek bir merkezden yönetiliyor. Bianet ve Sınır Tanımayan Gazeteciler’in birlikte yaptığı, Medya Sahipliği İzleme Projesi, Türkiye’deki 10 büyük kanalın 7’sinin, yine aynı şekilde, tirajı en fazla 10 gazetenin 7’sinin sahibinin hükümetle ilişki içinde olduğunu ortaya koyuyor. İktidara yakın kanallarda kendilerinden yana olan gazetecilerin katılımıyla tartışmalar yapıldığını ve tarafsız olması gereken TRT’nin bugünkü durumunu göz önüne alırsak halk oylaması öncesi her görüşe ve yeterli bilgiye ulaşacağımızı düşünmek hayal olur. Liderlerin karşılıklı tartışma kültürünün AKP döneminde rafa kaldırıldığını da unutmayalım. Başkanlık yarışına katılan adayların karşı karşıya geldiği bir oturum bile göremeyebiliriz. Daha önceki seçimlerde gördüğümüz, devlet imkanlarının iktidar lehine kullanılması da listeye eklersek bu koşullarda halk oylamasının yapılamayacağını görürüz.

Duygusal, teknik ve hukuki konuları halk oylamasına sunmak da sakıncalı. Bu durumlarda daha uzun süreli bilgilendirme gerekebilir. Halkın konunun uzmanlarını seçerek, onların yapacağı tartışmalar sonucunda karar vermesi yani temsili demokrasinin uygulanması referandumdan daha iyi sonuç verir.

Halk oylamasına sunulamayacak konular da var. Yaşamı riske atan bir teknoloji, yatırım oylamaya sunulamaz. Ülkede yaşayanların dini inancı, yaşam tarzıyla ilgili bireysel tercihler de doğrudan ya da dolaylı yoldan halk oylamasına konu edilemez. Türkiye’de başkanlık sistemi özgürlükleri kısıtlayacak bir rejim değişikliğine gitme riski taşıyorsa, ki taşıyor; bu seçimin halk oylamasına sunulması kabul edilemez.
 
Halk oylamalarının yerel sorunları çözmede başarılı olduğu söylenebilir. İsviçre’deki kantonlarda bu savı destekleyecek çok sayıda örnek var. Yaşayanların sorunlar hakkında bilgi sahibi olduğu, farklı görüşleri dinleyip, kavrayabildiği, bunu yapacak zaman ve olanağa sahip olduğu yerler için bu doğru. Bu yüzden de yetkiyi merkezden yerele kaydırmak gerek. Bugün yapılanın tam tersi yani. Sayı arttıkça, konu derinleştikçe referandum çare değil. Anayasal konular, ülkeyi ilgilendiren sorunlar için mevcut demokratik karar alma süreçlerinin en iyisi, tartışmasız konsensüs; önce sokakta, sonra seçilmişlerin arasında. O yüzden de her şeyden önce referanduma karşı çıkmak gerek.