Bağımlılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bağımlılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Türkiye arabulucu olmaya mecbur

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Eylül 2022

Foto: Margarita Marushevska - unsplash.com 
Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle başlayan savaşta Türkiye iki ülke arasında arabulucu olmaya çalışıyor. Dünyanın Rusya’ya ambargo uygulayanlar ve uygulamayanlar diye adeta iki kutba ayrıldığı dönemde arabuluculuk yapabilecek ülke sayısı fazla değil. Türkiye’nin barışı hedefleyen arabuluculuk çabaları değerli olur ama bu bir istekten çok mecburiyet.

Türkiye’nin Ukrayna ve Rusya ile ilişkileri çelişkilerle dolu. Ukrayna’ya satılan silahlı insansız hava araçları (SİHA) sık sık gündeme geliyor. 27 Haziran’da SİHA’ların üreticisi Baykar firması üç savaş aracını Ukrayna’ya hibe etmiş, yaptıkları açıklamalarda da Ukrayna yanlısı bir duruş sergilemişti. Baykar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar’ın da yönetiminde olduğu Bayraktar ailesinin bir şirketi. Türkiye’nin siyasi sistemindeki çarpıklık ve tek adam yönetimi nedeniyle ister istemez bu şirketle Ukrayna arasındaki silah ticareti, Türkiye’nin yönetimiyle ilişkilendiriliyor. Türkiye Ukrayna’nın yanında gibi okunuyor. Rusya rahatsız. Akkuyu’daki manevraların bir ucu SİHA’lara uzanıyor olabilir.

UKRAYNA İLE TİCARET BÜYÜYOR
Ukrayna ile Türkiye arasındaki ticaret de gün geçtikçe değerleniyor. 2021’de Ukrayna’ya ihracatımız 2,9 milyar dolara ulaşmıştı. İthalat ise daha fazla, 4,5 milyar dolar. Rusya’yla ticaret hacmimiz daha büyük, dolayısıyla verdiğimiz dış ticaret açığı da. 2021 yılında Rusya’ya 5,7 milyar dolarlık ürün ihraç ederken 29 milyar dolara yakın ithalat yapmışız. İki ülkeyle yaptığımız ticarette alınan ve satılan ürünler birbirine yakın. Rusya’dan hububat ile petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtlar ithal ederken, yaş meyve, makina, otomotiv ürünleri satıyoruz. Ukrayna’dan ise demir çelik başta olmak üzere hububat, metal cevheri alıyor, makina, demir ve çelik satıyoruz. Silah satışı ise savaşla birlikte 30 kat artış gösterdi, 2022’nin ilk üç ayında 60 milyon dolar seviyesine çıktı. Kalan üç çeyrekte aynı rakamlar gerçekleşirse 2021 ihracatının yaklaşık 12’de biri kadar silah ihracatı yapılmış olacak.

RUSYA’YA 11 MİLYAR DOLAR ÖDEDİK
Türkiye’nin Rusya ile ticaretinin temelini oluşturan enerji ithalatı işgalden bu yana artmaya devam ediyor; ihracatı ise azalıyor. Enerji ve Temiz Hava Araştırma Merkezi’ne (CREA) göre Türkiye, AB ve Çin’in ardından 10,7 milyar avroluk fosil yakıt ithalatıyla Rusya ekonomisine destek olan ülkeler sıralamasında en başlarda yer alıyor. Rusya’ya enerjide bağımlılığımız savaş öncesinde vardı ancak Temmuz-Ağustos 2022 ile Şubat-Mart 2022 dönemleri karşılaştırıldığında (mevsimsel farklılıklar göz önüne alınarak) Türkiye’nin ithalatını artıran beş ülkeden biri olduğu görülüyor. Özellikle de petrolde. Hindistan, Çin, BAE, Mısır ve Türkiye’den oluşan beş ülkenin Rusya’dan aldığı petrol miktarını arttırdığı görülüyor. Rusya’nın kömür ithalatı AB’nin yasağıyla yeni bir darbe alıp daha da gerilese de, petrol ve Çin’e yönelen kömür ve LNG satışları, yükselen fiyatların da etkisiyle Rusya’ya hâlâ fosil yakıt kaynaklı gelir getirmeye devam ediyor. Türkiye’nin de bu gelirin oluşmasında payı büyük. Buradan bakınca da Türkiye Rusya’nın yanında gibi okunuyor.

Vazgeçilmesi zor iki ülke arasında kalan Türkiye’nin ilişkileri sürdürme çabası “mecburi arabuluculuk” şeklinde de yorumlanabilir. Türkiye, ne enerjide bağımlı olduğu Rusya’ya sırtını çevirebilecek durumda ne de NATO, AB ve ABD’nin desteklediği, ticari ilişkilerini artırdığı Ukrayna’yla ipleri koparacak güce ve isteğe sahip. Vicdanen ya da etik değerlere göre karar verme yetimiz de dış politikadaki gelgitler ve ülkenin Suriye’den Akdeniz’e içinde bulunduğu karmaşık ilişkiler nedeniyle elimizden alınalı uzun bir zaman oldu.

ENERJİ DEVRİMİ ÇÖZÜMÜN ANAHTARI
20 yıldır sürdürülen yanlış enerji politikaları elimizi kolumuzu bağladı. Petrol, kömür ve doğalgaz gibi hem dışa bağımlı hem de iklim krizini büyüten fosil yakıtlara bağımlı enerji politikası Türkiye’yi bu üç kaynakta da Rusya’ya bağımlı kıldı. Rusya’ya nükleer santral yapma izni vererek bu bağımlılığa elektrik de eklendi. Fosil yakıtlara ve Rusya’ya bağımlılığı azaltmanın tek ilacı enerji tüketimini azaltmak, enerjiyi verimli kullanmak ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek. Türkiye bunu yapmıyor çünkü enerji devrimi, hükümete yakın enerji şirketleri başta olmak üzere, çıkar ilişkileriyle süslenmiş kara ve hava yollarına esir olmuş taşımacılığı, vergi politikalarını, köprü ve otoyol gelirlerini hatta dönüşüme ayak uydurma kapasitesi tartışılır bürokrasi ve akademiyi bile tehdit ediyor. Rüzgar enerjisine gülen bürokratlar, hidrojen enerjisiyle dalga geçen, elektrik depolanamaz diyen akademisyenler gördü bu gözler. Türkiye’nin enerjide darboğaza sokan sorun artık tamamen politik, önümüzde teknik bir engel yok. Güneş var, rüzgar var, enerji fazlası, tasarruf potansiyeli var. Sorunu çözmek için zaten hepsinden çok “cesarete” ve “doğayı korumayı önceliklendiren bir anlayışa” ihtiyacımız var. Dış politikadan ekonomiye, bağımsızlıktan istihdama tüm sorunların çözümünde enerji devriminin rolü çok önemli.

Enerjide cebimiz delik

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Ocak 2017

Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 75’lere çıktı. Dışa bağımlılık bir sorun, özellikle de ateş pahasına dışardan aldığınız enerjiyi üretimden çok tüketime harcadığınızda. Sorunun adı dışa bağımlılık ama sorunun kaynağı dışarıda değil, içeride. Tek sorumlu ülkenin enerji politikasını belirleyen iktidar. Tüketici davranışını da, sanayinin tercihini de hükümet belirliyor. İktidara geldikleri 2002 yılında Türkiye enerjide yüzde 67 oranında dışa bağımlıydı şimdi bu oran yüzde 75’i buldu.

Merak ediyorsunuzdur, her söylemlerinde dışa bağımlılığı azaltacağız diyenler nasıl oldu da dışa bağımlılığı artırdı diye. Halbuki, Türkiye’nin neredeyse her deresine, belki de onları ‘kurutma/tahrip etme’ pahasına baraj yapıldı. Yerli kaynak sayılan hidroelektrik potansiyeli çok daha fazla kullanılmaya başlandı.  Bugün Türkiye’de üretilen elektriğin yüzde 6’sından fazlası akarsular* üzerine kurulan hidroelektrik santrallerden geliyor. Bir o kadar da rüzgar ve jeotermal toplamından elektrik üretiliyor. Tüm bunlara rağmen dışa bağımlılık azalmadı. Çünkü sorun, işin üretim değil tüketim tarafındaydı ama enerji politikasını yönetenler bunu görmemekte ısrar etti. Hidroelektrikle bu iş olmadı şansımızı bir de kömürde deneyelim dediler.

Enerji Bakanlığı 2012 yılını ‘kömür yılı’ ilan etti. Bahanesi de enerjide dışa bağımlılığı azaltmak ve istihdamı artırmak diye açıklandı. Hükümet ne derse tersi oluyor demeyecekseniz ne olduğunu söyleyeyim. Tersi oldu. 2012 yılında 28 milyon ton civarında olan kömür ithalatımız 2015 sonunda 35 milyon tona dayandı. 2002 yılında ise kömür ithalatı sadece 11 milyon tondu. Elektrik üretiminde yerli kömürün önünü açacağız diye boş verilen çevre kuralları ve halk sağlığı, defalarca uyardığımız gibi, ithal kömürün de önünü açtı. ‘Kömür yılından hemen sonra, 2013’te ithal kömürle çalışan santraller Türkiye’deki elektrik üretiminin yüzde 12’sini karşılıyordu. Yerli kömürü ve istihdamı artırmak için alınan tedbirler sonucu bu oran 3 yılda yüzde 17’yi geçti. Türkiye’deki elektrik üretiminde ithal kömürün payı barajlı hidroelektrikleri yakaladı. Dışa bağımlılık arttı, ülke kül ve ise boğuldu.

Dışa bağımlılığı azaltmak için yapılan tüm bu hamleler doğalgaz ithalat miktarının artışını durdursa da yerini ithal kömürle doldurmaya çalıştığımız için sonuç değişmedi. Daha kirli bir kaynağı seçtiğimiz için hem sağlığımızı hem de doğamızı daha fazla riske attık.

Ne yapılmalıydı ya da yapılmalı, onu da dilimiz döndüğünce anlatalım. Enerjide dışa bağımlılığı azaltmak istiyorsak işe ilk başta tasarruf ve verimlilikle başlamalıyız. DPT raporlarında Türkiye’nin enerji verimliliği ve tasarruf potansiyelinin yüzde 20-25 oranında olduğu yazıyor. Bu şu demek; bizim cebimiz delik. 100 lira atıyoruz, 25 lirası delikten boşa gidiyor. O yüzden de 100 lirayı cepte tutmak için 130 lirayla evden çıkıyoruz. Enerji dilinden söylersek, elektrik talebi 100 ise biz 100 üretmek yerine 130 üretmeye çalışıyoruz çünkü biliyoruz ki 30’unu boşa harcayacağız.

Yapmamız gereken cepteki deliği dikmek elbette. Binalara yalıtım şartı getirmeli, yalıtım yapmak isteyene uygun teşvikler sağlamalıyız. Toplu taşımayı yaygınlaştırmalı, sanayide enerji yoğun üretim yöntemlerinden, çimento gibi ürünlerin ithalatı için enerji harcamaktan vazgeçmeli, ekonomiyi bilişim gibi alanlarda büyütmeliyiz. Verimli motorlarla üretip, akıllı elektrikli aletlerle tüketmeliyiz. Sınırları çizilmiş tüketimi, tüketilen yerde üretim yapan, küçük ve yenilenebilir enerji santrallerine kaydırarak dışa bağımlılığı da azaltabiliriz. Güneş paneli ve rüzgar türbinlerinin üretimi ve parçası için fabrikalar açıp istihdam sorununa enerji yatırımlarıyla çözüm bulmak da mümkün. 300 kişinin çalıştığı bir ithal kömür santrali yerine 30 bin kişinin ürettiği yenilenebilir enerji sektörü kurmak hayal değil.

Mesele, cepteki deliği dikip halkı rahatlatmak yerine cebi doldurmayı amaçlayan şirketlere göz kırpan politikaları hayata geçirmekse lütfen o bildiğiniz yolda, durmadan devam edin. Bıçak kemiğe dayandı diyorsanız da bu gidişata “hayır” deyin. Bu ülkenin insanları da temiz hava solumayı, güzel günler görmeyi herkes kadar hak ediyor.

*Barajsız hidroelektrik santraller

İktidar güneşe uzak HES ve doğal gaza yakın

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Şubat 2015

Adalet ve Kalkınma Partisi zamanında yerli enerji kaynaklarına destek, enerji tasarrufu gibi söylemler ya sözde kaldı ya da doğa talanını meşrulaştırmak için kullanıldı. TMMOB Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Başkanı Oğuz Türkyılmaz’ın koordinatörlüğünde hazırlanan, Türkiye Enerji Görünümü (TEG) adlı raporu okursanız bu iddiamın verilerle desteklendiğini göreceksiniz. Birkaç gün önce yayımlanan raporun son güncellemesi adeta “kral çıplak” diyor.

Enerjide dışa bağımlılık oranı 2000 yılında yüzde 67’lerdeydi. Şimdi yüzde 73,5. Sorgusuz sualsiz yapılan yerli kömür ve HES yatırımları dışa bağımlılık oranını düşürmüyor çünkü ulaşım politikaları petrol, kentleşme politikaları da doğal gaz kullanımını teşvik ediyor. Sanayide ve konutlarda doğalgaz kullanımını azaltacak en önemli hamle verimlilik ve tasarruf. Bunlar hükümetin ‘tüketerek büyüme’ programına uymuyor. Türkiye düşen petrol fiyatlarına rağmen 2014’te 55 milyar doları enerji hammadde ithalatına ödemiş. 2012’de ülkenin toplam ithalatın dörtte biri petrol ve gaza aitti.

Elektrik talebinin eskisi gibi artmadığını söyleyip duruyoruz. TEG raporu da bu noktaya dikkat çekiyor. Elektrik tüketimi geçen yıl yüzde 3,7 oranında artmış. Son üç yılın ortalaması yüzde 4’ü geçmiyor. Hükümetin yaptığı tahminler bu oranların neredeyse iki katıydı. Bu yüzden de onlarca enerji santraline lisans verildi. Elektrik talebi olmazsa bu santraller ne yapacak? İşin garibi, lisans almış yeni santrallerin üçte biri doğal gazla çalışacak. Dışa bağımlılıkta sorumlu ilan ettiğimiz ve büyük bir kısmını Rusya’dan aldığımız doğal gaz. Bir o kadar da HES yolda. HES konusunda bir uzlaşı sağlamadan, halkın tepkilerini dikkate almadan bu kadar çok lisans vermenin şirketlerle halkı karşı karşıya getirmekten başka bir sonucu olmayacak.

Rapor sadece verilerden oluşmuyor, bazı öneriler de içeriyor. En çarpıcı önerilerden bir tanesi, kangrene dönüşen Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) çalışmalarında toplumsal etkilerin de dikkate alınmasıydı. Yırca’da kesilen zeytin ağaçlarının sadece çevreye değil, köylülere ve ülkeye de ekonomik, sosyal zararlar verdiğini hep birlikte gördük. ÇED çalışmalarının kesilen ağaç başına bir bedel ödemekten öteye geçmesinin zamanı geldi ve geçiyor.  

Enerji sektörü tüm dünyada hiç olmadığı kadar hızlı değişiyor. Buna rağmen hükümet, 20-30 yıl öncesinin ezberleriyle hareket etmeye devam ediyor. İthal kömüre bile sınır koymayan ama güneş enerjisine sınır ve bürokratik engeller koyan iktidarın Türkiye’nin enerji sorununu çözeceği konusunda inancım giderek zayıflıyor. İktidarın eleştirilere pek açık olmadığını bilmeme rağmen, ilk yıllarındaki politikaların bundan çok daha mantıklı söylemler içerdiğini söylemeden edemeyeceğim.

Yeni açıklanan ‘Stratejik Plan’da, önümüzdeki 4 yıl içerisinde yerli kömür üretiminin neredeyse iki kat arttırılması, 23 bin megavatlık HES kapasitesinin de 32 bine çıkarılması gibi hedefler var. Bu hedefler yeni sorunlar getirmenin ve vakit kaybının ötesine gitmeyecek. Enerji tüketimini sınırlamadıkça, sınırlanan talebi yenilenebilir kaynaklardan sağlamaya yönelmedikçe enerji politikaları başarısızlığa mahkum. Türkiye çevreyle uyumlu, enerjiyi akıllı kullanan ve üretimi şirketlere değil, halka devreden bir enerji politikasını hayata geçirmek zorunda.

TEG raporu ve önerilerine her noktada katıldığımı söyleyemem ama her güncellendiğinde alır, okur ve çok faydalanırım. TMMOB yapısı gereği eleştirilere açık bir kurum. Keşke Enerji ve Çevre bakanlıkları da benzer raporlar açıklasa, eleştirileri dikkate alsa. İşlevsiz hale getirmek için üzerlerine yürüdükleri TMMOB’u kendilerine örnek alsalar birçok sorunu halledebilirdik. 

#TMMOByeDOKUNMA

Kömür ve dışa bağımlılık

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Kasım 2014

Yırca'da yeni zeytin fidanları dikildi. Foto: Greenpeace
Yırca’da altı bin zeytin ağacının termik santral için kesilmesinin ardından konu yine enerji ihtiyacı ve dışa bağımlılığa geldi. Türkiye’nin elektrik talebinin hükümetin umduğu ve istediği gibi artmadığını, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği potansiyelinin ihtiyaca yeteceğini defalarca yazdık. Kömürü savunanlar da durumun farkında. Şimdi ellerindeki tek kozu, dışa bağımlılığı bahane ederek yerli kömürü savunmaya çalışıyorlar. 60 milyar dolarları bulan enerji ithalatını işaret ederek, deyim yerindeyse aba altından sopa gösteriyorlar.

AKP iktidara geldiği ilk günden beri enerjide dışa bağımlılığı azaltmaktan bahsediyor. Bu amaca ulaşmak için de Türkiye’deki tüm hidroelektrik ve yerli kömür potansiyelini kullanmak gibi ‘çılgın’ bir hedef belirledi. Her dereye HES kuruldu,  her kömür madenine işçiler indi.  Peki ya, sonuç? AKP iktidara gelmeden önce, 2001 yılında Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 65’di. Şimdi yüzde 73’ü geçti.

Başarısız oldular çünkü enerjide izledikleri politikalar neredeyse benim kadar eski. Asıl sorunun talebi yönetmek olduğunu göremediler. Enerji ithalatı faturasının bel kemiğini oluşturan petrolü konuşmadılar bile. İnşaat ve otomobil endüstrisiyle sürdürdükleri yakın ilişki nedeniyle petrol kullanımını teşvik ettiler. Toplu taşıma yerine otomobilleri, demiryolları yerine otoyolları desteklediler. Her yer köprü oldu, her yere köprülü kavşak kuruldu.

Şu 60 milyar dolarlık enerji ithalatı meselesine de açıklık getirelim. 2012’deki 60 milyar dolarlık ithalat faturasının yarısından fazlası (31,5 milyar dolar) ham petrol ve petrol ürünlerine ait. Petrolden artık elektrik üretilmiyor veya ısınmada kullanılmıyor. İstediğiniz kadar kömür çıkarın petrolü kömürle ikame edemezsiniz İkinci büyük kalem ise doğalgaz. 23 milyar dolarlık bu faturanın neredeyse yarısı sanayi ve konutlara ait. Buradaki ithalatı azaltmak için kentlerde doğalgaz yerine kömür yakılmalı. İnsanları hava kirliliğinden ölmeye ve binlerce lira harcayarak kurdukları doğalgaz sistemlerini söküp, kömür sobası kurmaya ikna ederseniz tabi. Geriye 23 milyar doların diğer yarısı kalıyor; doğalgaz santralleri. Bunları kapatıp elektriği yerli kömürden üretebiliriz. Asit yağmurlarını, külü ve iklim değişikliğini sevmek kaydıyla. Bir de bu santral sahiplerini kapatma konusunda ikna edeceksiniz. Ellerinde, çoğu bu hükümet tarafından verilmiş üretim lisansları olan dev şirketlerden bahsediyoruz.

Yerli kömürü teşvik politikaları da işe yaramadı. 2001-2011 arasında taşkömürü üretimi aynı kaldı. Linyit üretimi sadece 10 milyon ton arttı ama aynı dönemde kömür ithalatı 7 milyon tondan 24 milyon tona çıktı. Çünkü Türkiye’yi kömür cennetine çevirdiler. Termik santrallerin üzerindeki çevre baskısını kaldırdılar. Filtreymiş, tozmuş umursamadılar. İklim değişikliği rafa kalktı, dünyanın bütün kömürcülerine davetiye çıktı. Bu ülkede doğalgazın, LPG’nin, motorinin ÖTV’si var, ithal Sibirya kömürünün yok. Kömürün önünü açmak için attıkları her politik adım ithal kömüre de davetiye çıkardı. Sonuç ortada. Türkiye’nin en güzel kıyılarında, orada kömür olmamasına rağmen santral kuruluyor. AKP’nin kömüre verdiği açık çek, bu ülkenin zeytinini, denizini ve ormanını bitirecek.

Doğalgazdan şikayet edip aslında doğalgaz kullanımını teşvik ettiler. Merkezi ısıtma sistemlerinden kombilere geçtik. TOKİ 12 yılda 700 bine yakın konut yaptı. TOKİ’nin yaptığı bu konutların kaç tanesi iyi yalıtımlı bir evden bile neredeyse 10 kat daha az enerji harcayan ‘pasif ev’ acaba? Pasifi bıraktım, kaç tanesi doğru dürüst bir yalıtıma, çatısında güneşten elektrik üreten panellere, su ısıtıcılarına sahip. TOKİ’nin yüreği çimentodan değilse açıklasın. Sadece TOKİ mi? Standartları düşük tutarak özel sektöre benzer enerji canavarı evleri kurma özgürlüğünü bu hükümet vermiyor mu? İşte bu yüzden enerjide dışa bağımlılık son 12 yılda azalmadı, arttı.

Kömür dışa bağımlılığı neden azaltmıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Mayıs 2014

Soma’daki iş cinayetinin ardından enerjide dışa bağımlılık ve kömür tartışmaları başladı. Kömürden vazgeçemeyiz diyenler enerjide dışa bağımlılığı azaltmak için linyit rezervlerinin mutlaka kullanılması gerektiğini söylüyorlar. Rakamlar bu iddianın sahiplerini şaşırtacak. Enerji politikalarını tüketime odaklayan Türkiye’nin, artan kömür üretimine rağmen dışa bağımlılığı artıyor. 2012’de bu oran rekor kırdı ve yüzde 75,3’e yükseldi[1].
 
Türkiye’nin 2012 sonu itibariyle birincil enerji arzı 120 milyon ton eşdeğer petrol (TEP). Bu arzın 31,9 milyon TEP’i yerli kaynaklardan, bunun yarısı da kömürden sağlandı; ağırlık 15,3 TEP ile linyitte[2]. Linyit üretimi 1998 yılında yılda 65 milyon tonken, doğalgazın gelişiyle geriledi. 2004’te üretim en düşük seviyeye 43,7 milyon tona indi[3]. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kömür sahalarını özel sektöre açması ve çevre meselesini umursamamasıyla 2011’de linyit üretimi 70 milyon tona çıktı. Üretimin yüzde 7 kadarı özel sektör tarafından sağlandı. Bu oran, son özelleştirmelerle (termik santral ve beraberindeki kömür sahalarının özelleştirilmesi) daha da artacak. Taşkömüründe ise üretimin yüzde 40’ı özel sektörde.

Taşkömürünün yüzde 30’u ısınmada, bir o kadarı elektrik üretiminde ve geri kalanı da sanayide kullanılıyor. Linyitte ise aslan payı termik santrallerde. Çıkarılan linyit kömürünün yüzde 80’i elektrik üretimi için santrallerde yakılıyor. Kömür kullanımını azaltmak için termik santrallerin yerine güneş ve rüzgar gibi üretim araçları koymak, enerjiyi verimli kullanmak linyit ve taşkömürü ihtiyacını azaltabilir. Madenlerin hepsi kapanmasa bile çalışma hızı yavaşlar, işçilerin üzerindeki baskılar azalır. Enerji Bakanlığı’nın hedefi ise 2023’e kadar ülkenin tüm linyit ve taşkömürü potansiyelini elektrik üretimi amaçlı kullanmak. Onlarca termik santral yapılması planlanıyor. Bu da çoğu açık işletme olmakla birlikte onlarca yeni maden demek. Kahramanmaraş Çöllolar kömür sahasında yaşadığımız kaza açık sahaların da çok masum olmadığını gösteriyor. 2011’de Maraş’ta11 kişi göçük altında kalmıştı. Dokuz çalışanın cesetlerine hâlâ ulaşılamadı.

KÖMÜR CENNETİ YARATILDI
Hükümetin kömürü teşvik eden politikaları (santral yatırımlarına verilen teşvikler, çevre cezalarının kaldırılması, iklim hedefinin olmayışı gibi) enerji piyasasında kömür için bir cennet yarattı. Bu cennet sadece yerli üretimi arttırmadı, ithal kömüre de davetiye çıkardı. Türkiye’nin ithal kömüre ödediği para 2012’de 4,6 milyar doları buldu. 2002 yılında Türkiye’nin taşkömürü ithalatı 11,6 milyon tondu. 2011 sonunda ithalatımız 23,6 milyon tona çıktı. Kömürü yakmanın bu kadar kolay olduğu bir ülkede, kalorifik değeri düşük yerli linyit yerine ithal taş kömürü tercih eden şirketler termik santral kurmak için kolları sıvadı. Böyle olunca da bir anlamda havanda su dövüldü. Artan yerli üretim kadar kömür ithal edildi. Dışa bağımlılık azalmadı. 

ENERJİYİ AKILLI KULLANMIYORUZ
Türkiye 2001’de enerjide dışa yüzde 65 oranında bağımlıyken, 2012 sonunda bu oran yüzde 75,3’e yükseldi. Temel nedenlerden biri enerji verimliliğinin adeta hiçe sayılması ve enerjide talebi kontrol etme gibi bir gayretin olmaması. Enerji yoğunluğu verileri bunu açıkça gösteriyor. Türkiye 2001 yılında Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’ya 1000 avro katkı yapmak için 239 kilogram eşdeğeri petrol harcıyordu (kgep); 2011 sonunda 233 kgep harcıyor. 10 yılda enerjiyi daha verimli, akıllı kullanma yolunda bir arpa boyu yol alınmadı. Benzer bir ekonomiyle, İspanya’yla karşılaştıralım. 2001’de İspanya’da bu rakam 158’di şimdi 136. İrlanda’da 83’e kadar iniyor. İrlanda aynı ekonomik büyümeyi bizden üç kat az enerji harcayarak gerçekleştiriyor.

Bu durumu değiştirmek için izlenecek üç ana yol var. Kimi ülkeler, ağır sanayi dediğimiz enerji yoğun sanayide kalıyor ama teknoloji, planlama gibi tedbirlerle aynı işi daha az enerjiyle yapıyor. Örneğin Almanya. Ekonomi büyüyor ama daha az enerji harcıyorlar. İrlanda gibi kimi ülkeler ise enerji yoğun (demir-çelik,çimento gibi) sektörlerden bilişim gibi sektörlere geçerek enerji talebini azaltıyor. Üçüncü yol ise üretici kadar tüketiciyi de ilgilendiriyor. Toplu ulaşım, bina yalıtımı gibi hamlelerle üretim dışındaki alanlarda da tasarrufa gidiliyor. Türkiye ise bir başka yüzyılda yaşıyor.


Dışa bağımlılığı azaltacağız diye kömürü savunmak ezbercilik. Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığında iki ana kalem var; petrol ve doğalgaz. Ulaşımda petrolün payını azaltmanın yolu demiryollarından, toplu ulaşım ve alternatif araçlardan geçiyor. Isınmada kömürün doğalgaza alternatif olabilmesi içinse hava kirliliği diye bir sorunumuzun olmaması gerekir. Bunun için de küçük, yeşil alanı bol, toplu ulaşımı yaygın kentleriniz olmalı. Var mı? Açık konuşalım, AKP’nin saydığım bu üç kıstasa da alerjisi var; yeşile, küçüğe ve kamusallığa. Türkiye nüfusunun yüzde 20’sini bir kente toplayıp, herkese otomobil aldırmak için boğazın altına tüp geçit, üstüne köprü yapan bir iktidarın petrol ve doğalgaza bağımlılığı azaltamaz.

HAYALPEREST DANİMARKA VE ALMANYA
Kömür tüketiminin artmasıyla seragazı emsiyonları da artıyor. Fosil yakıtlar içerisinde iklim değişikliğine yol açan birinci kaynak kömür. Türkiye 1990-2012 arasında emisyonlarını yüzde 133 arttı. Avrupa’da artışta ilk sıradayız. Selleri, kuraklığı umursamıyoruz. Uluslararası Enerji Ajansı Baş Ekonomisti Fatih Birol, “çözümleri sadece yenilenebilir enerji ile düşünmek biraz hayalperestlik” diyor. Almanya, 2050’de enerji tüketiminin yüzde 60’ını, Danimarka yüzde 100’ünü yenilenebilir enerjiden sağlama hedefi koymuşken, kâbustan uyanıp güneşli günlerin hayali kurmak hayalperestlik değil ileriyi görmektir. Gerçekler Soma kadar acıysa artık ‘hayalperest’ olma zamanıdır. Geç bile kaldık.


[1] Eurostat.
[2] ETKB, 2012 yılı genel enerji dengesi.
[3] TKİ Sektör Raporu, 2012.

Nükleer kumar ve yanıtsız kalan sorular

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Kasım 2013

Nükleer santraller pazarlanırken “enerjide dışa bağımlılığı azaltacak” sloganı ön plandaydı. Mersin’e nükleer santral yapma işi, enerjide en çok bağımlı olduğumuz ülke Rusya’nın devlet şirketine verildi. Şirket santralin hisselerinin yüzde 100’üne sahip ve anlaşma gereği istese bile çoğunluk hisseleri Türkiye’den bir şirkete satamayacak. Doğalgaz ve petrolde bağımlı olduğumuz Rusya’ya elektrikte de muhtaç olmaya karar verdik. Enerji Bakanı Taner Yıldız buna, ‘karşılıklı bağımlılığı geliştirmek’ diyor. Rusya’yı bizim paramıza alıştırmaya çalışmak ilginç bir fikir ama yeni değil. Dış ticaret açığımız zaten her yıl 20 milyar doları buluyor . Buna bir de elektrik faturalarından Rusya’ya giden pay eklenecek. Nükleer santralin dışa bağımlılığı azaltacağını söyleyenler, enerjide Rusya’ya bağımlılıktan yakınanlar şimdi nerede?

‘Nükleerde denenmiş teknoloji kullanacağız’ şiarı neden unutuldu? Mersin’de yapılmak istenen VVER-1200 tipi nükleer reaktörün ve Japonların Sinop için önerdiği Atmea-1 reaktörünün dünyada çalışan örnekleri yok. Hepimiz kobayız. Başbakan Erdoğan’ın da “Milyonda bir de olsa tehlike var” diyerek açıkça itiraf ettiği nükleer kaza riski bu hükümetin umurunda değil. Merak ediyorum, 75 milyonun hayatını ve yüzlerce yıllık geleceğini riske atma hakkını dört yıllığına seçilmiş bir hükümete kim verdi?

Mersin’de kurulmak istenen reaktörler için ‘dünyanın en güvenli nükleer reaktör tasarımı’ diyenler, Sinop için neden dünyanın en güvenli nükleer reaktör tasarımını seçmeyip Japonya’yla anlaştılar? Sinop’ta yaşayanlar bu ülkenin üvey evlatları mı? Dünyada iki tane “en iyi” teknoloji olmayacağına göre Sinop veya Mersin’den birisi diğerine göre daha kötü veya güvensiz. Hangisi daha güvensiz? Herkes biliyor ki nutuk atarak nükleer kazadan, koşarak da radyasyondan kaçamazsınız. Adalet ve Kalkınma Partisi hangi ilimize daha güvensiz nükleer santrali layık gördüğünü açıklayacak mı?

Elektrik üretim yöntemleri içinde en ucuz olduğu iddia edilen nükleer santrallerden elde edilecek her kilovatsaat elektriğe 15 yıl boyunca 12,35 dolar sent (Mersin için) ödenmesi garanti edildi. Daha pahalı olduğunu iddia ettiğiniz rüzgara 10 yıl boyunca kilovatsaat başına 7,3; jeotermale 10,5 dolar sent ödeniyor. Hangi seçenekte devletin, dolayısıyla halkın cebinden daha çok para çıkıyor?

Mersin’de 1976’dan kalma yer lisansıyla santral yapma çabanızın nedeni yeni ve detaylı sismik araştırmaları yapmaktan kaçınmak mı? “Deprem bölgesi değil” dediğiniz Akkuyu’nun hemen yanıbaşında, Silifke açıklarında 23 Ekim’de meydana gelen 4,5 şiddetindeki deprem gökten zembille mi indi? Dokuz şiddetinde depreme dayanıklı santral yapacaklarını söyleyen Rus Rosatom şirketinin hangi santrali bu şiddette bir depreme maruz kalmış ve hasarsız atlatmış? Fukuşima’dan sonra meydana gelen sızıntıyı 2,5 yıldır durduramayan, ülkedeki 50 reaktörünün 48’ini kapalı tutan Japonya’nın Sinop’a güvenli bir santral yapacağına hangi bilimsel gerçekler ışığında ikna oldunuz?

Hepsini geçtim... Binlerce yıl radyoaktif kalacak nükleer atıklara ne olacak, ülkenin hangi köşesine gömülecek? Sinop’a mı, Mersin’e mi yoksa İzmir Gaziemir’e mi? Bir nükleer kaza veya sızıntı olduğunda sorumluluğu Türkiye’ye dolayısıyla vatandaşlara yükleyen anlaşmalara imza atıp elektrik üretiminde onlarca yerli seçeneği, enerji verimliliği/tasarrufu potansiyelini neden göz ardı ediyorsunuz? Fukuşima ve Çernobil’de meydana gelen nükleer kazaların faturasının her biri için 300-400 milyar dolara vardığını bilmiyor musunuz? Olası bir nükleer kazayla kendini bir daha toparlama şansı olamayacak Türkiye ekonomisini neden bu riski satın almaya zorluyorsunuz? Türkiye’de birkaç inşaat şirketi demir-çelik satsın, daha da zengin olsun diye mi?

Kumar oynamak, kaybedilecek insan ve diğer canlıların hayatı olunca günah değil mi?