Çevre-Toplum-Sağlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çevre-Toplum-Sağlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hamsinin kafası

Özgür Gürbüz-Birgün/5 Şubat 2012

İstanbul'daki Rumelikavağı Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Ahmet Aslan'ın bir başka balıkçı tarafından kurşunlanması, Türkiye'nin garip ve saçmalıklarla dolu gündeminde kendisine birkaç gün de olsa yer bulabildi. Mahkemece kesinleşmemiş iddialara göre Ahmet Aslan, trolle avlanan bir balıkçıyı uyardığı için kurşunlandı ve sol gözünü kaybetti. Gazete ve televizyonlar olaya birkaç gün ilgi gösterdi. Daha sonra gereksiz muhabbetlerimize geri döndük. Başbakan'ın yazar Paul Auster'a ne dediğini her kanalda en az 10 defa dinledik. Paul Auster'a laf yetiştirmek için vakit bulabilen Başbakanımız bu hafta da balık mafyası, bireysel silahlanma, otopark mafyası, kaçak tersane, sigortasız işçi, genleri değiştirilmiş gıdalar ve bunun gibi hayat memat meselelerine dair kayda değer bir şey söylemedi. Üçüncü dünya ülkelerinin liderleri bile artık böyle değil. Dindar olsan ne yazar, çocukları umreye göndersen neye yarar? Balık bitti, kel göründü...

Gelelim asıl meselemize. Dünyadaki balık rezervlerinin yüzde 80'i ya yok oldu ya da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Geri kalan yüzde 20'lik bölüm, şimdilik, aşırı avlanmadan uzak ve balıkların yeniden üremesine imkân veriyor. Sadece yüzde 20'sinde!

Akdeniz'de aşırı avlanma yüzde 82

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü'ne (FAO) göre 2009 yılında dünyada balık üretimi 145 milyon tonu geçecek. Bu rakamın 55,1 milyon tonu yetiştiriliyor. Geri kalan 90 milyon tonu ise avlanıyor. Rezervlerin yüzde 80'i tehlike altında olunca fabrikasyon üretimin yolu açılıyor. Yüzde 80’i için tehlike altında dediğime bakmayın, bir bölümü çoktan yok oldu, bitti. Halihazırda dünyadaki balık rezervlerinin yüzde 28'i tükenmiş veya tükenmeye çok yakın rezerv konumunda. Yüzde 52'sinde ise avlanma sürdürülebilirlik sınırlarını zorluyor. Bizim buralarda, Akdeniz'de, aşırı avlanma oranı ise yüzde 82. Ölmüşüz ama ağlayanımız yok.

Çevre açısından baktığımızda durum tam bir facia. Tüketim toplumu ve beraberinde öğretilen para hırsı, insanın geleceği ve diğer canlıları düşünmeden doğanın dengesini bozmasına neden oluyor. Sadece balıkçılıkta değil her yerde karşımıza çıkan bir sorun bu. İnsanların bir yıl içinde tükettiği doğal kaynakları ve bıraktıkları atıkların yükünün doğa tarafından sindirilmesi için gezegenin 1,5 yıla ihtiyacı var. Yani, şu andaki yaşam tarzımızla her yıl 1,5 dünyanın sağlayabileceği doğal kaynağı tüketiyoruz; açıkçası cepten yiyoruz.

Sofralarımıza gelen balıkların 100 milyon tonu denizlerden, 45 milyon tonu ise iç sulardan geliyor. Yakalanan balıkların yüzde 80'ini insanlar yiyor. Geri kalanı ise hayvan yemi ve balık yağı üretimi için kullanılıyor. Hayvansal protein talebinin karşılanmasında gelişme yönündeki ülkelerde balığın rolü büyük. Kuzey ve Orta Amerika'da hayvansal protein talebinin yüzde 7,6'sı, Avrupa'da yüzde 11'i, Afrika'da yüzde 19'u ve Asya'da yüzde 21'i balıktan karşılanıyor.

Balıkçılıktan geçinenlerin çoğu kadın
İşin bir de sosyal boyutu var. Balıkçılık, avcılıktan işlenmesine kadar dünyada toplam 170 milyon kişiye iş sağlıyor. Bunların yarısından fazlası ise kadın. Avcılıkta değil ama işleme kısmında hep onlar var. Balık stoklarının tükenmesi, iş bulma şansı erkeklerden daha az olan kadınların hayatlarını daha fazla etkileyecek. Balıkçıların yüzde 85'i de Asya'da. Balık bittikçe, işsizlik ve yoksulluk artacak. Stokların azalması, balık fiyatlarının artmasına neden olacak ve mafyanın ilgisini bu alana daha fazla çekecek. Türkiye'de olduğu gibi şiddet olayları artacak.

Biliyorum ciddi yasal önlemler alınmaz, kontroller arttırılmazsa bu yazı trolcüleri durdurmaya yetmeyecek. Onlar avlar ama satamazlarsa, yani siz almazsanız iş değişir. Çocuklarımız balık görebilsin diye gözünü feda eden balıkçı sizi çinekop yemekten alıkoyamıyorsa bir de şu yazacaklarımı okuyun. 2008 yılında Sabah gazetesinde çalışırken özel bir haber hazırlamıştım. İstanbul’un tanınmış dört suşi restoranından aldığımız örnekleri İstanbul Üniversitesi İleri Analizler Laboratuarı’nda kontrol ettirmiştik. Suşi yapımında kullanılan ton balıklarının üçünde beklenen değerlerin üstünde arsenik, birinde ise balıklarda kabul edilebilir miktarın altı katından fazla cıva tespit edilmişti. Nedeni her gün denize bıraktığımız milyonlarca ton atık. Belki bu, “gelecek kuşaklardan bana ne” diyenleri biraz olsun düşündürür.

Hamsinin kafası
Bu kadar karamsarlık yeter, yazıya bir fıkra ile nokta koyalım. Bizim balıkçı Temel bir gün trene binmiş karşısına da bir Kayserili oturmuş. Bir süre sonra Temel çantasından bir paket hamsi çıkarmış ve yemeye başlamış. Kayserili dayanamamış, Temel'e “Parası neyse vereyim biraz da bana hamsi ver” demiş. Temel kabul etmiş ama hamsiler de çok değil. “Bak, bu balığın en yararlı tarafı kafasıdır, zihni açar. Ver bana 100 lira kafalarını sana vereyim” diye teklifte bulunmuş. Kayserili kabul etmiş, etmiş ama bir süre sonra kazık yediğini de anlamış ve Temel'e çıkışmış. Temel hemen yanıtlamış: “Uy gözünü sevdiğimin hamsisi, nasıl da çalıştırdı kafanı”.

Ey bu gidişata dur demeyenler. Yakında değil balığın kafası, kılçığını zor bulacaksınız. O zaman kafayı çalıştırsanız da boş, çalıştırmasanız da...

Küçük güzeldir

Ekonomik büyüme söylemini eleştiren bu yazı 18 Ocak 2012 tarihinde Özgür Üniversite Forumu'nun, "Büyüme" başlıklı 33. sayısında yayımlandı.
33. sayının tamamını okumak için: http://forum.ozguruniversite.org/

Özgür Gürbüz-Özgür Üniversite Forumu/18 Ocak 2012

Çocukların daha doğduğu gün büyümesi istenir. Benim hatırladığım bir tek ninni var. “Uyusun da büyüsün, tıpış tıpış yürüsün” diye başlıyor. Daha sonra ninniye danalar giriyor, bostancı onları kovuyor, bolca okuma ve büyük adam olma dileğiyle ninni devam ediyor. Ne gariptir ki, çocuklar büyür büyümez işler değişiyor. Bebeklik fotoğrafları çekmecelerden çıkarılır, bu defa da o çocukların bebekken ne kadar güzel olunduğuna dair methiyeler dizilir. Küçükken büyük, büyükken küçüklük övülür. Ne istediğini bilememe durumunun psikolojide bir karşılığı elbet vardır. Belki de bu durum insanın görerek öğrenmesine iyi bir örnek. Büyüdükçe, küçük olmanın ne kadar güzel olduğunu anlıyoruz ama yaşamadan da öğrenemiyoruz. 

İhtiyaçların manipülasyonu
Aslında yaratılmamış istekler içerisinde 'küçük' önce gelir. Evsiz bir insan şato değil, başını sokacak küçük bir ev ister. Aç insana küçük bir lokma yeter. Büyük ekran televizyon, büyük evler aslında hep tüketim toplumunun insana sonradan öğrettikleri sözde ihtiyaçlardır. Canlıların büyümesi kadar, taleplerinin küçük ve kendine yeterlilik temelinde sürdürülebilir olması da doğal sürecin ta kendisidir. Çiçek için su ve mineral, insan için barınacak yer, yiyecek temel ihtiyaçlar arasındadır. Fazla su çiçeği çürütür, fazla yemek ise insanı hasta eder. Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi Teorisi'nin en alt basamağında hava, su, gıda, seks ve uyku gibi fiziksel ihtiyaçlar vardır. Bu ihtiyaçlara erişim için ne bir filanca marka otomobilinizin olması gerekir ne de falanca cep telefonunuz. Maslow'un ihtiyaç listesinin üst basamaklarındaki ihtiyaçların birçoğu da, kapitalizm tarafından kendi çıkarları için kullanılmış, farklı yorumlatılmıştır. Örneğin barınma ihtiyacı bir insan için asla ve asla 20 odalı bir şatoda yaşamak değildir. Maslow, insanın kendisine saygı duyulmasını istemesi bir ihtiyaç olarak tanımlamış, tüketim toplumu ise usta bir manipülasyonla saygıyı sahip olunan sermaye birikiminin çokluğuyla ilişkilendirmiştir. Refah ise bugünkü sistemde satın alma gücüne eşitlenmiş durumdadır. Güvenlik ise bir bedel karşılığı satın alabileceğiniz bir hizmet haline getirilmiştir. Örnekler çoğaltılabilir.

Bu manipülasyonun ve büyüklüğe övgünün temelinde sıkı bir pazarlama çalışması yatar. Büyük takım, büyük ev, büyük ülke ve çok para... Ekonomistler veya daha açık bir ifadeyle kapitalist ekonomistler “küçük güzeldir”[1] önermesini pek sevmezler. Kapitalizm büyümeyi, büyümek için de tüketimi savunur. İngiliz ekonomist E. F. Schumacher'in küçük güzeldir önermesi ise sadece boyutsal veya hacimsel bir büyüklüğe değil, merkezileşmemiş bir yönetim ve ekonomik modele de eleştirel yaklaşıma işaret eder. 

Doğanın bedeli
Kapitalizm, belki de ekonomik bir model olarak şekillenmeye başladığı ilk günden, feodalizmden bu yana, üretimin ve üretim sürecinde kullanılan hammadde kaynaklarının sınırsız olduğunu düşünerek hareket etti. Doğa, üretimin bir girdisi olarak kabul edildi ama maliyeti onu elde etmek için harcanan gidere göre hesaplandı. Kömürün değeri, çıkarılması için harcanan malzeme ve işgücüne verilen bedel üzerinden belirlendi. Üzerine eklenen kârdan sonra fiyat oluştu. Emeğin sınırlı olması ilk başlarda köleliği, zamanla da ucuz işçiliği gündeme getirdi. Sermayeyi elinde tutanlar doğayla birlikte emeği de sömürmenin yolunu aradılar. Tüm bunların ardında daha fazla büyüme talebi vardı. Büyüme kutsallaştırılırken, büyümenin hangi temeller üzerinde şekillendiği sorgulanmadı. Doğanın sömürüsü, ekolojik yıkım hesaba katılmadı. Bugün sıkça karşılaştığımız yeşil ekonomi, sosyal maliyet, ekonomide küçülme[2] (degrowth), gerçek ilerleme göstergesi ve yeşil pazarlama gibi kavramlar uzunca bir süre ekonomistler tarafından görmezden gelindi. Sadece kapitalizm değil yaşanmış sosyalizm tecrübeleri veya denemeleri de ekolojik tahribat konusuna ekonomik modelleri içerisinde gereken önemi vermedi.

Bu kavramları ele almadan önce güncel ve yakın bir örnek üzerinden, 'büyüme' kavramının nasıl tek yanlı ve övgüsel ele alındığına bir bakalım. Türkiye'ye yatırım yapılmasını özendirmek isteyen Başbakanlık Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı'nın “Invest in Turkey” sitesinden bir alıntı: 

2010 yılında, ülkenin gayri safi yurt içi hâsılası (GSYİH), neredeyse üç kattan fazla artarak 2002 yılındaki 231 milyar ABD doları seviyesinden 736 milyar ABD dolarına ulaşmış ve aynı dönemde kişi başına düşen milli gelir 3 bin 500 ABD Doları'ndan 10 bin 79 ABD Doları'na yükselmiştir. ...Türkiye, böylesine kısa bir sürede sergilediği üstün performans sayesinde, küresel ölçekte sıra dışı bir “yükselen ekonomi” haline gelmiş, satın alma gücü paritesine göre GSYİH sıralamasında, 2010 yılında AB üyesi ülkelerle kıyaslandığında 6. büyük ekonomi, dünyanın ise 16. büyük ekonomisi konumuna yükselmiştir. [3] 

Bugün gazetelere sık sık haber olan, hükümetin dilinden düşürmediği ekonomide büyüklük kavramı gayri safi yurt içi hâsılayla ilişkilidir. Gayri safi yurt içi hasıla, o ülke ekonomisinde üretilen mal ve hizmetlerin değerlerinin toplamıdır. Çoğu zaman, hasılanın artışı büyüme hatta kalkınma ve gelişme olarak algılanmaktadır. Halbuki ürettiğiniz malın ne olduğunu daha da önemlisi üretirken ne tükettiğinizi hesaplamadan yapılan hesaplamalar sizi sadece bir illüzyona davet eder. Basit bir örnekle açıklamakta fayda var. Kesilen bir ağaçtan yapılan ve 100 birim fiyatla satılan bir masa, o ülke ekonomisini 100 birim büyütür. Masa üreticisi ağaç için bir bedel biçmiş olabilir ama onun ağacı kesmek için ödediği bedel, o ağacın ekolojik değerini değil insanların belirlediği fiyatın karşılığıdır. Bugünkü ekonomik sistemde doğal kaynaklı girdiler sadece azaldıkça değerlenir ve buna rağmen biçilen değer ya da fiyat her zaman onun ekosistem içindeki gerçek değerinin aşağısındadır. Bir örnek: Milyonlarca yılda oluşmuş petrol rezervlerini varili 100 dolardan satmak sizce bu ekonomik malın gerçek ederi mi?

Çalışan bir buzdolabının yerine yeni bir buzdolabı almak ekonomiyi büyütür ama yeni doğal kaynakların kullanılmasına neden olur. Gerçek ilerleme doğanın dengesinin korunduğu bir ekonomik sistemde refahı arttırmaktır ki bunu sağlamanın yolu yeni mal ve hizmet tüketimiyle sınırlı değildir. Aksine, büyük oranda tüketimden uzaklaşmakla ortaya çıkar. Kapitalist sistemde paranın satın alamayacağı bir şey yoktur. Kirleten öder ilkesi, doğaya bir bedel biçer. Ödediğiniz bedelin düşüklüğünün yanında bir başka sorun da doğanın sadece bir mal veya girdi olarak görülmesidir. Canlı kanlı bir örnekle durumu daha açıkça ifade edelim. 

Cinayetler ekonomiyi büyütür mü?
Güney Afrika'da boynuzları için öldürülen gergedan sayısı giderek artıyor. Siyah gergedanların soyu tükenmek üzere. Sadece 2011 yılında 448 adet gergedan boynuzları için öldürüldü. Gergedan boynuzları özellikle Asya ülkelerinde ilaç veya afrodizyak niyetine satılıyor. 1800 yılında 1 milyon gergedanın yaşadığı tahmin ediliyordu şimdi ise bu sayı 16 binlere kadar geriledi. 1989'da Çin'de gergedan boynuzunun kilosu 7400 dolardı. Şimdi ise soylarının tükenme tehlikesine rağmen yarım kilosu 27 bin dolardan alıcı buluyor.[4] Kaçak avcılığın önlenememesi nedeniyle boynuzların kontrollü bir şekilde kesilip satılmasını önerenler bile var. Böylece gergedanların öldürülmesinin önüne geçileceği öne sürülüyor. Boynuzlar zamanla tekrar büyüyor ama hayvanların tek savunma silahı boynuzları olduğu için bu yöntem de sorunlu. Sizin de fark ettiğiniz gibi burada asıl mesele, insanın başka bir canlının bir uzvunu ister kaçak ister yasal yollardan ticarete konu yapmış olması. Gergedanı insanlardan koruyamamanın bedelini yine gergedana ödetme çabasıyla karşı karşıyayız. Yasal satışın faturalandırıldığını bir düşünün; satılan her boynuz gayri safi yurt içi hasılanın artmasına ve ülkenin büyümesine neden olabilir. Bundan daha 'sakat' ve 'vahşi' bir ekonomik model olabilir mi? 

Ekonomik büyüme mi refah mı?
Tüketime dayalı ekonomik modelin bir başka yalanı ise daha fazla mal tüketiminin veya satın alma gücüne sahip olmanın size refah sağlayacağı iddiasıdır. Tam tersine, kapitalistlerin ekonomik büyüme olarak tanımladıkları sayısal artışın en büyük sorunu refahla ilişkisinin büyük ölçüde kopmuş olmasıdır. Günümüzde açıklanan ekonomik büyüme verileri, insan hayatına kasteden ekonomik faaliyetleri bile olumlu değerlendirmektedir. Silah satışının bir toplumda refahı arttırdığı nasıl iddia edilebilir? Hava kirliliğinin insan sağlığını tehdit ettiği bir kentte otomobil veya ucuz kömür reklamları ekonomik büyümeyi destekleyen etkinlikler arasında sıralanabilir mi? İşte size biraz eski ama hem günümüz Türkiye'sine uygun hem de çarpıcı bir örnek: 

“Amerika'da hızla büyüyen sektörlerden birisi hapishanelerdir. 1990'larda yılda yüzde 6,2 oranında büyüdü. Her 150 Amerikalıdan biri parmaklıklar ardında, dünyadaki en yüksek oran; Kanada'da her 900 kişiden biri, Nova Scotia'da her 1600 kişiden biri hapiste. O.J. Simpson davası Amerikan ekonomisine 200 milyon dolar ekledi ve Littleton Katliamı ABD'de güvenlik endüstrisini ateşledi; her yıl ekonomiye 40 milyar dolarlık katkı yapıyor ve bu hizmetin çoğu okullar tarafından satın alınıyor. Kumar ABD'de bir başka hızlı büyüyen endüstri, her yıl 50 milyar dolarlık hacme sahip. Boşanmalar ekonomiye 20 milyar dolar, trafik kazaları da 57 milyar dolar ekliyor.[5] 

Görüldüğü üzere bugün bizim sevinmemiz istenen büyüme verileri aslında toplumun sosyal sorunlarının çoğalmasına neden olan faaliyetlerden bile kaynaklanabiliyor. Kapitalist ekonomi bu konuda hiçbir ayrım yapmıyor. 

Tembellik hakkı kapitalizme karşı
Kapitalizm doğa kadar insanı da sömürüyor. Bedeli olmayan hiçbir faaliyet ekonomik büyüme kapsamına alınmıyor. Siz hiç yokmuşsunuz gibi davranılıyor. Gönüllü çalışarak yaptığınız hiçbir iş ekonomik büyüme rakamlarına eklenmez. Evde sekiz saat çocuk baksanız bunun ekonomik değeri yoktur. Çocuğunuzu kreşe gönderdiğinizde ise ekonomik büyümeye katkı sağlamış olursunuz. Doğurduğumuz çocuklara çok daha az zaman ayırmak zorunda kalacak kadar çok çalışmak zorunda bırakılmamız ve en çok sevdiğini söylediğimiz çocuklarımızdan uzaklaşmamız ilerleme kabul ediliyor. Böyle bir sistemi kabul etmiş durumdayız. Halbuki bugünkü teknolojiyle gerçek ihtiyaçlarımızı belki haftada iki-üç gün çalışarak karşılayabiliriz. Çalışmamak şirketlere kar sağlamadığı için ekonomik büyüme veya ilerleme için tehlike olarak görülüyor. İş saatlerinin düşürülmesi sermaye sahipleri için en az sendika kelimesi kadar korkutucu olmalı. Bir insan içinse refah ve ilerlemenin karşılığı daha az çalışarak ihtiyaçlarını karşılamak, sevdikleriyle vakit geçirmektir. Henüz şuurunu yitirmediyse tabii. Tembellik hakkı bir anlamda kapitalist sistemin en büyük korkularından biridir.

Yukarıda örneklerle kısaca özetlemeye çalıştığım gibi dünyadaki tüm canlıların yaşam haklarına saygı duyan, kölelik ve sömürünün önüne geçen, gerçek refah ve mutluluk için insanlara yaşam alanı ve süre tanıyan yeni bir ekonomik sistem kurmak için öncelikle illüzyondan öteye gitmeyen gayri safi yurt içi hasıla verilerini esas almayı bırakmak zorundayız. Halkın ekonomik büyümeyi ilerleme, büyüme şeklinde olumlu bir veri olarak algıladığını düşünürsek, 'GSYİH' yerine gerçek ilerlemeyi gösteren bir başka formüle ihtiyacımız olduğu kesin. Maskeleri düşürmek gerek. 1995 yılında üç Kaliforniyalı araştırmacının 400 ünlü ekonomistle işbirliği içerisinde geliştirdiği Gerçek İlerleme Göstergesi - GİG (Geniune Progress Indicator) şu an için iyi bir başlangıç noktası gibi görünüyor. GİG'in yaratıcıları, GSYİH'nın sadece pazardaki aktivitelerin sayısal değerini hesapladığını, sosyal ve ekolojik maliyeti dikkate almadığını söyleyerek medyadan politikacılara kadar herkese ekonomik büyüme rakamlarını kullanmama çağrısı yapıyor.[6] Bu yeni büyüme dizini, yukarıda birkaç örneğini verdiğimiz sosyal ve ekolojik faaliyetlerin maliyetini hesaplamaya çalışıyor. 

Örnek GİG çalışması: Nova Scotia
GPI Atlantic ekibi 12 yıllık bir çalışmanın ardından Kanada'nın Nova Scotia eyaleti için yaptıkları hesaplamaları 2008'de açıkladılar. Beslenme ve yaşam biçimiyle ilgili faaliyetlerden doğan maliyetlerden birkaç örnek vermek istiyorum:

Sigara alışkanlığı Nova Scotia ekonomisine yılda 943 milyon ABD Doları'na mal oluyor. Bunun 171 milyon doları doğrudan sağlık harcamalarından kaynaklanıyor. Kişi başına düşen miktar 1000 dolar. Obezite üretim kaybıyla beraber yılda 320 milyon dolara mal oluyor. Hava kirliliği kişi başına yılda 560 dolar ek yük getiriyor. 1995'ten 2004 yılına kadar geçen sürede Nova Scotia'da yüzey sularına bırakılan kirleticilerin oranı yüzde 300 artmış. Bunun ve sulak arazilerin belli bir bölümünün kaybının sonucunda yılda 3 milyar 450 milyon dolarlık bir maddi kayıp söz konusu. Kömür Nova Scotia'nın elektrik üretiminde yüzde 80 civarında pay sahibi. Neredeyse tamamı ithal. Bölgedeki elektrik santralleri ve rafinerilerden kaynaklanan hava kirliliği ve küresel ısınmaya yol açan seragazlarının ekonomik zararı kişi başına 400 dolar, toplamda ise yılda 380 milyon dolar. Araştırma gerçekten de detaylı ve çok fazla çalışılmış alan var ama en çarpıcı olanlarından biriyle bitirelim. Nova Scotia'da özel otomobil kullanımının maliyeti, tüm sosyal ve çevresel maliyetler hesaplandığında 2007 için 7 milyar 200 milyon dolar olarak tahmin edilmiş. Bu maliyetin üçte biri ise dışsal maliyet yani otomobil kullanıcılarına değil topluma yüklenmiş olan maliyet.[7] Kanada'daki bu çalışma gerçekten de büyüme verilerini ve ona olan inancı yerinden etmeye yetecek kadar güçlü. GİG'in kıstasları ve değerlendirmesiyle hesaplanan sayısal büyüklüklerin toplanıp çıkarıldığı bir büyüme verisi bize çok farklı sonuçlar verecektir. Otomobil satışlarını büyüme rakamına ekleyip, trafik kazaları, petrol tüketimi sonucu yaratılan hava kirliliği ve küresel ısınmanın sonuçlarını bu rakamdan çıkarmadan gerçek büyümeyi görmek mümkün değil. Türkiye'de üçüncü köprü tartışmasına bir de bu gözle bakmakta fayda var. 

Tüketerek değil verimli kullanarak yaşama
Buraya kadar ekonomik büyüme adı altında hesaplanan bazı kalemlerin nasıl ahlaksal değerlerden yoksun olduğunu ve tüm bu hesaplamaların matematiksel temelde de eksik ve yanlışlarla dolu olduğunu anlatmaya çalıştım. Şimdi ise bir başka örnekle ekonomik büyümenin mantıksızlığına da dikkat çekmeye çalışacağım. Ekonomik büyümenin enerji tüketimiyle çok yakın ilişkisi olduğu ortada. Bizlere söylenen bir başka yanlış bilgi ise kalkınma için kişi başı enerji tüketiminin artması gerektiğidir. Aynı GSYİH verilerinin karşılaştırılarak ülkelerin gelişmişlik derecesinin bulunmaya çalışılması gibi, kişi başına düşen enerji tüketim rakamlarının kıyaslanması da ülkelerin gelişmişlik düzeyleri hakkında bize doğru bilgiyi vermez. Bugün çeşitli teknolojiler ve farklı metotlar izlenerek daha az enerji kullanarak aynı işi/üretimi gerçekleştirmek mümkündür. Bunun için geliştirilen ekonomik göstergenin adı enerji verimliliğidir. Gayri safi hasıla verisinin yanlışlığını bir an için göz ardı edip enerji yoğunluğu kavramını güncel Eurostat verileriyle inceleyelim. Ülkelerin enerji yoğunluğunun ölçülmesi için 1000 avro değerinde gayri safi yurt içi hasıla yaratmak için ne kadar enerji harcadıklarına bakılır. Türkiye için bu rakam 1990'da 258 kgep'ti (kilogram eşdeğeri petrol). 2009'da ise bu rakam sadece 1 kg azaldı ve 257'ye geriledi. Halbuki İrlanda, 1990 yılında 253 kgep ile 1000 avro değerinde gayri safi yurt içi hasıla yaratırken 2009'da 109 kgep ile yine 1000 avro değerinde GSYİH yaratmayı başarır hale geldi. Yunanistan enerji yoğunluğu rakamlarını aynı dönem içerisinde 264 kgep'ten 167'ye; Danimarka 133 kgep'ten 106'ya geriletmiştir. Yani, daha az enerji harcayarak aynı işi yapmayı öğrendi. Demek ki bugün televizyonlarda, üniversitelerde bize durmadan empoze edilmeye çalışılan daha çok enerji tüketmeyle kalkınılacağı savı doğru bir önerme değildir. Öyle olsaydı tüm Türkiye'de gece gündüz elektrikli tüm aletleri çalıştırır, kişi başına düşen enerji tüketimini 3'e 5'e katlar ve kalkınırdık. Büyüme ve kalkınma adına tüketimin artırılması gerektiği iddiası sadece enerji sektöründe değil birçok sektörde benzer örneklerle rahatlıkla çürütülebilir. Boşa harcanan enerjiyle gelişilemeyeceği aşikâr. Ama boşa harcansa da tüketilen her birim enerji sayesinde bazı şirketlerin para kazanacağı ortada. Zaten içinde bulunduğumuz ikilemin kaynağı da bu. 

Kaç dünya tüketiyoruz?
Tüketime dayalı büyüme modelinin savunucularını en çok kızdıran bilgilerden biri de kaynakların sınırlı olduğu gerçeğidir. Bu, herkesin bildiği bir bilgi olsa da kapitalist ekonomistler sanki her şey güllük gülistanlıkmış gibi davranmayı severler. Büyümek için tükettikleri doğal kaynakların sınırlı olması veya kendilerinden sonraki kuşaklara bu kaynakların ne kadarını bıraktıkları kâr odaklı ekonomik faaliyetler için çok da önemli değil. Ekosisteme verdiğimiz zararı ölçmenin farklı yolları var. Ekolojik ayak izi de bunlardan biri. Basit bir anlatımla bir insanın yaşarken ne kadar doğal kaynak (toprak ve deniz ile atıklarının sindirilmesi için gerekli doğal alan/kaynak) kullandığını görmemize yarıyor. Çevre günahımız da denebilir. Ne kadar çok uçağa biniyorsanız, özel otomobil kullanıyorsanız veya tüketiyorsanız ekolojik ayak iziniz de o kadar büyüyor. Küresel ölçekte yapılan araştırmalar, insanların bir yıl içinde tükettiği doğal kaynakları ve bıraktıkları atıkların yükünün doğa tarafından sindirilmesi için gezegenin 1,5 yıla ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Yani, şu andaki yaşam tarzımızla her yıl 1,5 dünyanın sağlayabileceği kaynakları tüketiyoruz; açıkçası cepten yiyoruz.[8] Bunun sürdürülebilir olmadığı çok açık. Böyle giderse yaşamımızı sürdürebilmek için 2050'de ikiden fazla Dünya bulmamız gerekecek.

Dünyanın ekolojik ayak izi alarm veriyor ama bazı ülkelerde yaşayanların ayak izleri diğerlerinden doğal olarak daha fazla. Tahmin edebileceğiniz gibi kuzey ülkelerinde, kişi başına düşen gelirin yüksek olduğu ülkelerde ekolojik ayak izleri de büyüyor. Bir Amerikalının ayak izi 43 Afrikalının ekolojik ayak izine eşit. Dünyadaki herkes ABD’de ya da Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki ortalama bir vatandaşın tüketim alışkanlıklarına sahip olsaydı, ihtiyaçlarımızı karşılamak için 4,5 gezegene ihtiyacımız olacaktı. Yaşayan Gezegen Raporu 2010’a göre kişi başına düşen ekolojik ayak izi en yüksek 10 ülke şunlar: Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Danimarka, Belçika, Amerika Birleşik Devletleri, Estonya, Kanada, Kuveyt ve İrlanda.[9] 

Ekolojik ayak izi bize dünyanın sınırsız isteklerimize çok uzun süre yanıt veremeyeceğini gösteriyor. Yeni bir “mavi gezegen” bulmak veya tüketimi azaltmak zorundayız. İki seçeneğimiz var. Bu verilerde ilginç olan başka bir nokta, çevreyi kurtarmak için teknolojiden medet umanları düşündürecek nitelikte. Yüksek teknolojiye sahip birçok ülkenin ekolojik ayak izlerinin büyük olması teknolojiye bel bağlamanın biraz fazla iyimserlik olduğuna dair ipuçları veriyor. Sadece bu veriden yola çıkarak kesin bir hükme varmak doğru olmaz ancak şu ana kadar gelinen süreçte teknolojinin az tüketmekten çok daha fazla tüketmeyi teşvik ettiğini söylemek mümkün. Bunun teknolojinin yanlış kullanımından mı yoksa teknolojinin endüstriyel üretimle olan yakın ilişkisi nedeniyle mi gerçekleştiği iyi araştırılmalı. Belki de teknolojinin kapitalizm tarafından manipüle edildiğinden de bahsedilebilir. 

Büyümenin sınırı olmalı
Elimizde fazla seçenek yok. Yeni bir gezegene taşınamayacağımıza göre sınırlı kaynaklarla sınırsız talebi karşılamaya çalışmaktan vazgeçeceğiz. Sınırsız bir talep yaratmayacağız. Talebi kontrol etmeyi öğreneceğiz. Büyümeyi, ilerlemeyi daha çok tüketerek değil, gerçek refahı eşit ve adil bir şekilde paylaştırarak ve sosyal insanı yeniden keşfederek başaracağız. Tüm bunları yapmak için büyümeyi sınırlamalıyız. 1972'de Roma Kulübü büyümeye sınır koyma konusunda ilk uyarısını yaptığında, küçülmenin kaçınılmaz olduğunu söylemişti. Yaptıkları uyarıda küresel toplumun büyüme için konması gereken sınırı aşacağını ve aştıktan sonra da çöküşe veya büyümeyi durdurmaya, ekonomiyi küçültmeye mecbur kalacağını söylüyordu. Kısacası küçülme kaçınılmaz. Bugün, içinden bir türlü çıkamadığımız ekonomik krizin ekolojiyle ilişkisi olmadığını söylemek mümkün değil. Sınırlı kaynakların paylaşımında yaşanan savaşın yanı sıra, ekolojik krizin yol açtığı sorunlar sonucunda da ciddi anlaşmazlıkların doğacağı ortada. O halde ekonomide küçülmenin planlı bir şekilde harekete geçirilmesi gerekiyor. Küçüleceğiz ama nasıl? Bunun bir geçiş süreci içerisinde olacağını söyleyenler olduğu gibi, çok kısa sürede gerçekleşmesi gerektiğini söyleyenler de var. Her türlü ekonomik faaliyetlerin çevreye etkisini ölçen toplumsal maliyet, karbon vergisi gibi yeni ekonomik araçların hesaplamalara katılmasıyla işe başlanılabilir. Bu yeni maliyet kalemlerinin yatırım kararlarındaki kıstasları değiştirme şansı var. En azından bu yöntemleri denemek gerektiğini düşünüyorum çünkü insanların tüketim toplumunun etkisinden bir parmak şaklatmasıyla çıkabilmesi biraz zor gözüküyor. Belki de bu nedenle yeşil ekonomi çokça dile getiriliyor.

Yeşil ekonomiyi kapitalist ekonominin garından yola çıkmış bir trene benzetiyorum. Son durağın neye benzeyeceğini tanımlamak zor ama kapitalizme ait bir başka gara girmeyeceği kesin. Bu yeni ekonomik sistemin yolda şekillenmesi ona bazı avantajlar da sağlıyor. Tabi bazı dezavantajlar da. Deniyor ve yanılıyor. Önemli olan bu “yeşil” trenin kapitalizmden çıkış rotasını kapitalistlerin değiştirmesine izin vermemek. Bunu deniyorlar. Yeşil ekonomi ve yeşil pazarlama gibi kavramları ele geçirip içini boşaltmaya çalışıyorlar. Bütün bu belirsizliklere rağmen yeşil ekonominin geliştirmeye çalıştığı araçlardan bazıları, gergedan örneğinde gördüğümüz sorunları çözmeye yarayabilir. Yeşil ekonomiyi farklı kılan bir nokta doğmamışların haklarını savunması. Bir başka nokta ise konuşamayanların veya konuştuğu dili insan tarafından anlaşılmayanların haklarını savunması. Yani, bitkilerin, hayvanların, bebeklerin ve çocukların. İnsan merkezli bir ekonomik sistem olamayacağı için, ekonomik değeri ne olursa olsun başka bir canlı üzerinde tahakkümü kabul edemez. Bu yüzden de gergedanların, gelir beklentisi olmadan, başka deyişle zarar etme pahasına korunması yeşil ekonominin üstlendiği sorumluluklar arasında. Bir üçüncüsü ise emekliler. Kapitalist sistemlerde emeklilik yaşı giderek geciktiriliyor. Sistem üretim sürecine dahil olmayanları sevmiyor. Emeklileri iki kere sevmiyor çünkü gelirleri azaldıkça tüketime de yeterince katkıda bulunmuyorlar.

Adı ne olursa olsun, dünyadaki tüm canlıların haklarını koruyan ve yaşamlarını paraya çevirmeyen bir sisteme ihtiyaç var. Büyümek yerine hayatta kalmanın, mutluluğun da tüketimle gelmediğini herkes fark etmeli.





[1] İngilizcesi: Small is Beautiful. Bu önermenin Schumacher'in hocası Dr. Leopold Kohr'dan geldiği söylenir.
[2] Zayıf bir ekonomi değil, ölçek değiştiren, bilerek küçülen yani sağlıklı bir hale gelen ekonomi anlamında.
[5] Measuring real progress, Dr. Ronald Colman, 2001.
[6] GPI Atlantic, http://www.gpiatlantic.org/gpi.htm adresinde 8 Ocak 2012'de görüldü.
[7] The 2008 Nova Scotia GPI Accounts Indicators of Genuine Progress, http://www.gpiatlantic.org/pdf/integrated/gpi2008.pdf adresinde 8 Ocak 2012 tarihinde görüldü.
[9] http://www.wwf.org.tr/page.php?ID=349 adresinde 9 Ocak 2012 tarihinde görüldü.

ÇED değil HOP raporu isteriz

Özgür Gürbüz-Birgün/15 Ocak 2012

Mersin’in Büyükeceli beldesine nükleer santral kurmaya çalışan Rus şirketi Rosatom halkı ikna turları düzenlemeye karar verdi. Bildiğiniz gibi kamuoyu araştırmaları Türkiye’de halkın büyük çoğunluğunun nükleere hayır dediğini ortaya koyuyor. Hükümeti ikna etmenin santral kurmaya yetmeyeceğini şirketler de artık fark ediyor. Sadece Rosatom değil, Türkiye’de faaliyet gösteren diğer şirketler de halkı karşılarına alarak iş yapamayacaklarını yavaş yavaş anlıyor. Sinop’un Gerze ilçesine termik santral kurmak isteyen Anadolu Grubu’nun Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan ise bir istisna. Radikal gazetesine verdiği demeçte, ÇED raporu çıkarsa 1 milyar avroluk yatırıma başlarım. Bu benim hakkım. Çıkmazsa devletin kestiği parmak acımaz. Bugüne kadar harcadığım 15 milyon doların üzerine bir bardak su içerim” diyor.

ÇED raporlarının (Çevre Etki Değerlendirmesi) formaliteye dönüştüğünü bu ülkede bilmeyen kalmadı. ÇED için olumlu rapor almanız veya gerekli değildir yazısına sahip olmanız o tesisin çevreci olduğunu ne yazık ki göstermiyor. Ekoloji Kolektifi durumun vahametini yaptıkları basın açıklamasında sayılarla ortaya koydu: “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın verilerine göre ilk ÇED Yönetmeliği’nin yayınlandığı 1993 yılından 2010 yılı sonuna kadar verilen 452 ÇED gereklidir kararına karşı 31 bin 285 kez ÇED gerekli değildir kararı verilmiş. 32 ÇED olumsuz kararına karşı 2 bin 55 ÇED olumlu kararı verilmiş. Sermayenin çöplüğüne döndürülen bir ülkede sözde çevre mevzuatının ‘ciddi araştırmalardan sonra hazırlanan’ ÇED raporlarının hazin bilançosu bu.

HOP raporun varsa gel
Elbet bir gün Özilhan da ÇED raporu değil halktan alacağı HOP raporu (Halkın Onayladığı Proje) olmadan işe girişilmeyeceğini anlayacak. Kimileri deneme-yanılma yöntemiyle öğrenir; yapacak bir şey yok. Yalnız Gerze’de santral planları iptal olunca bir bardak su yerine Efes içse iyi olacak çünkü yakında Efes içen kimse kalmayacak. Anadolu Grubu ürünlerine boykot yaygınlaşıyor. Vicdanı olan boykota katılıyor. Kömürün isi Özilhan’ın görüş açısını da daraltmış, 40 yıllık bir ürünün marka değerini harcadığının bile farkında değil. Hâlbuki Özilhan çevrecilere kızacağına, HOP raporu alabilecek diğer yatırım seçeneklerine baksa kendisi de rahatlayacak.

Güneş 2020’de nükleerden ucuz olacak
Avrupa Fotovoltaik Endüstrisi Birliği 2020 yılında güneşten elektrik üretmenin kilovatsaat (kWs) başı maliyetinin 10,20 dolar sente kadar düşeceğini tahmin ediyor. Bilin bakalım Mersin-Akkuyu’ya kurulmak istenen ve 2020 yılında ilk elektriği üretmesi planlanan nükleer reaktörden Türkiye elektriği kaça alacak? Yapılan anlaşmaya göre belirlenen fiyat 12,35 dolar sent. Hükümetin nükleerde ısrarı sizce de mantıksız değil mi? Evet, öyle.

Güneş enerjisi teknolojisi giderek gelişiyor ve panel maliyetleri düşüyor. Güneş panelini çatınıza koyduktan sonra yakıt gideri yok. Türkiye’de güneş enerjisi pahalıdır nutukları atanları dinliyorum hemen hemen hepsi bugünkü fiyatlarla nükleeri ya da 2-3 yıl sonra çalışmaya başlayacak termik santralleri kıyaslıyorlar. Hâlbuki 7-10 yıl sonra elektrik üretecek nükleerle o günkü fiyatları kıyaslamalısınız. Böyle basit bir öngörüden bile yoksun enerji sektöründe kime ne söylesek boş.

Güneşi teşvik yasası güneşin önünde duruyor
Güneş panellerini kurmak da kolay. 2019 yılında başlasanız 2020’de birkaç termik santrale eş elektrik üretecek gücünüz olabilir. Örnekleri var, bol keseden atmıyoruz. İspanya 2008 yılında 2600 MW (megavat) gücünde güneş paneli kurdu. Almanya 2011’de 7400 MW ile yeni bir rekor kırdı. Ülkede 130 bin kişi güneş enerjisi sektöründe çalışıyor.

Gerze’de kurulmak istenen termik santralin tahmini üretimi 7,2 milyar kWs. Akkuyu’da kurulması planlanan ilk reaktörün üreteceği miktar 8 milyar kWs civarında. 2010 yılında Almanya’da güneşten üretilen elektrik ikisinden de fazla, 12 milyar kWs. Çevre kirliliği yok, küresel ısınmaya katkı yok, ithal kömürle dışa bağımlılık yok. Peki, ne var? Türkiye’de yenilenebilir enerjiyi desteklemek için çıkarılan yasada güneş enerjisine 600 MW sınırlaması getiren bir yasa var. Siz daha fazlasını isteseniz bile Türkiye’de kurabileceğiniz güneş enerjisi 600 MW’ı geçemez. Almanya’nın bir yılda kurduğu gücün 12’de birine izin var. Güneşi teşvik eden yasa böyle buyuruyor. Üstelik aynı paneller Türkiye’de kurulsa çok daha fazla elektrik üretecek çünkü bizde güneş daha güçlü. Yani üretim maliyeti de Almanya’dan daha ucuz olacak.

Biz anlamasak da, Özilhan’a güneş değil termik santral kur; hükümete rüzgârla, enerji tasarrufuyla uğraşma, parayı nükleer santrale yatır diyenlerin bir bildiği vardır elbet.

Entelköylüler ve “aşırılar” birleşsin!

Özgür Gürbüz-Birgün / 8 Ocak 2012

Biraz geç de olsa 'Entelköy Efeköy'e Karşı' filmini izlemeyi başardım. Film, ‘entel’ köylülerin termik santrale ve ona destek veren herkese karşı sürdürdükleri mücadeleyi konu alıyor. Böylece, konusu ‘çevre’ olan bir sanat etkinliğine gitmediğimi öğrendiklerinde yüzüme garip garip bakan dostlardan köşe bucak kaçmama gerek kalmadı. Adınız yeşile çıkmaya görsün, sokağa yeşil boya dökülse bilmeniz gerekiyor.

Ben filmi sanatsal bir değerlendirme yapmak amacıyla izlemedim; bir ‘yeşil’ gibi izledim. Zaten, bir ara öldüğümü, hayatımın gözlerimin önünden film şeridi gibi aktığını düşündüm. Filmi ister istemez bir belgesel izler gibi izledim. Filmi izlemeyenler için kısa bir bilgi notu düşmekte fayda var. Filmde Efeköy'e bir termik santral yapılmak istenir. Köylüler tarımdan fazla para kazanamadıkları için iş ve istimlak geliri umuduyla santral yapılmasını destekliyor. Santrale karşı çıkanlar ise kentten köye göçüp, kısa bir süre önce bölgeye yerleşen çevreciler (entelektüeller) ya da yeşiller. Üçüncü grup ise aslında tek kişi, köylülerin 'Aşırı' dediği eski bir solcu. Bir de termik santral kurmak isteyenler var. Kaymakam termikçilerin yanındadır. Her şey çok esprili anlatılmış ve mesajlar çok yerinde. Köye Efeköy değil Yatağan ya da Gerze deyin, film değil bir belgesel izlediğinizi düşünebilirsiniz. Öncelikle emeği geçenlere teşekkür ederim.

Bugün sadece termik santral değil, tüm çevre mücadelelerinde filmdeki gruplara rastlamak mümkün. Bazen geçim derdi bazen de yol bilmezlikten erken pes eden köylüler, kötü adamı oynayan şirketler ve onların yanındaki devlet. Bir de iyi adam rolünde, halkı tabiri caizse uyandırmaya çalışan doğa korumacılar . Bizim memlekette bu rol genelde solculara verilir, filmin yönetmeni Yüksel Aksu da geleneği bozmamış. Bu yazıyı yazmamın amacı aslında sesli düşünmek. Filmden öğrendiklerimi gerçek hayatta sürdürülen yaşam mücadeleleriyle kıyaslayarak sizlerle paylaşmak.  

Köylüler konusunda söylenecek pek fazla bir şey yok. Entelköy Efeköy'e Karşı'da karikatürize edilen köylüler aslında toplumun büyük bir bölümünü yansıtıyor. Hayatlarını riske atma pahasına, para için her şeyi yapan sonra da dizini döven binlerce insan var bu ülkede. Böyle olmayanlar da yok değil. Munzur'un Karadeniz'in, Bergama'nın aslan yürekli köylülerini de biliyor bu memleket.

'Entellerin' bir örnek model oluşturma çabası filmde olumlu sonuçlanıyor ancak gerçek hayatta bu her zaman böyle değil. 'Aşırı'nın filmin başında entellere yönelttiği, düzen değiştirilmeden bir örnekle sorun çözülemez eleştirisine ben de katılıyorum. Velhasıl, bu hiçbir şey yapmamak anlamına da gelmemeli. Filmin sonunda adeta kahraman ilan edilen 'Aşırı'nın en büyük zaafı da kanımca bu. Film boyunca çoğu zaman doğruları söylese de elini taşın altına koymuyor. Düzen değişmeli diyor ama nasıl değişecek o belli değil. Bugün çevre mücadelesinde gördüğüm en büyük tehlike de bu. Ne istemediğimizi biliyoruz ama ne istediğimiz konusunda pek emin değiliz. 'Çarşı her şeye karşı' misali mücadele yürütmek zor; bunu artık kabul edelim. Filmde de çok net görülüyor. Gerçek hayatta benzer mücadeleleri sürdüren bizler bundan ders çıkarmalıyız. Entelköylülerle aşırıların birleşmesi iyi olur; yeşil-sol koalisyonu yani...

Entellerin kentten kaçışının bir kandırmaca olduğuna hep inanmışımdır. Kapitalizm size kafa dinleyeceğiniz boş bir dağ, temiz bir nehir bırakmaz. Filmde, kentten köye göçenlerin ya da kaçanların karşısına 'dakka bir gol bir' misali termik santral projesinin çıkması da bunun bir örneği. Nereye gidersek gidelim kapitalizmle mücadele etmek zorundayız. Pasifik Okyanusu'nun ortasındaki adaların bile küresel ısınma yüzünden sular altında kaldığı unutulmamalı.

Eşekleri köylünün şiddetinden kurtaran entellerin daha sonra onları sürdürülebilir turizmin bir aracı yapıp, üzerlerinden para kazanmaları da gözden kaçmamalı. Sistemin içinden hemen çıkmak mümkün değil, bu iş adım adım olacak. Eşekler de özgürleşecek elbet ancak herkes insanlığını hatırlamadan ya da hatırlamak zorunda bırakılmadan bu mümkün değil.

Toprak Ana diye bir şey vardı

Özgür Gürbüz-Birgün / 1 Ocak 2011
Pervin Çoban - Foto: Anadoluyu Vermeyoz/Facebook

2011’in Nisan ayında onlarca insan köylerinden, kentlerinden yola çıktı ve bir yürüyüş başlattı. Büyük Anadolu Yürüyüşü’ne katılan bu insanlar yüzlerce kilometre yol yürüdüler. Soranlara dertlerini anlattılar, yardım isteyene yardım ettiler, el uzatanların ellerini tuttular. Gündüzleri güneş, geceleri ay onlara yol gösterdi. Kimi, üzerine baraj kurulması planlanan dereler için, kimi maden ocakları açmak için köklerinden sökülecek ulu ağaçlar, kayaları dinamitlenecek dağlar için yürüdü. Dağlar onlar yürürken selam durdu, dereler kervanları görünce buza kesti, çağlamadı. Bulutlar güneşin önüne geçti, yürüyüşçüleri terletmedi. Rüzgar yağmuru başka ovalara sürükledi. Doğa yürüyüşçülere selam durdu lakin doğanın izinden, yolundan ve sözünden çıkan insanoğlu polis oldu Ankara’da yürüyüşçülerin karşısına dikildi. Yürüyüşçüleri milletin vekillerine ulaştırmamak için her şey yapıldı. Söylenen sözler duyulmuştur elbet. Yürüyüşçüler günlerce orada yolun açılmasını bekledi sonra deresine, dağına sahip çıkmak için köyüne, kasabasına döndü. Döndü ama yürüyüş bitmedi. “Anadolu’yu vermeyoz” diyenler şimdi her yerde.

“Anadoluyu Vermeyeceğiz” yürüyüşüne katılan ve 680 km yol yürüyen Pervin Çoban ile Ankara'da konuşma fırsatım olmuştu. Pervin Çoban veya herkesin onu çağırdığı ismiyle Pervin Ana, binlerce yıldır Anadolu’da yaşayan Yörüklerin son temsilcisi Sarıkeçililerden. Sarıkeçili yörüklerinde 287 göçer aile var. Mersin’in tüm sahillerindeler. Bir kısmı Silifke, bir kısmı Erdemli’de. Pervin Ana’ya develeriyle birlikte onca yolu neden yürüdüğünü sordum. O da bana anlattı.

“Bizim yaşam kaynağımız Göksu’nun üzerindeki tüm suyu barajlara aktarıyorlar. Bizim atardamarımız orası, oradan besleniyoruz. Tankerimiz yok, su taşıyan borumuz yok. Göçerler doğal akan sularla, sarnıçlarla çeşmelerle hayatını devam ettiriyor. Bunlar ortadan kalkınca bizim sonumuzu da getirmiş olacaklar. Önceden beri yasaktın, ayıptın, hayvan otlatman suçtu diye üstümüze geldiler, şimdi de suyumuzu elimizden almak istiyorlar.

Su varsa orada hayat vardır. Anadolu’yu bizim ecdadımız neden keşfetmiş? Burada suyu keşfettiği için. Uçan kuşlardan, bitkilerden keşfederiz. Burada su var deriz. Ben değil ama bizim büyüklerimiz doğa bilimci gibidir. Ağustos ayında başlarız. Hayvanlara göre, doğadaki canlılara göre mevsimin nasıl geleceğini büyüklerimiz bize söyler. Bulutlara, yıldızlara göre gelecek yılın nasıl geleceğini anlatır. Uçan kuşlara göre… Martılar alçaktan mı uçuyor, leylekler toplu mu, dağınık mı gidiyor. Bahardan kışın geleceğini bize haber verir büyüklerimiz.

- Nerede hasat, nerede çiçek, ot olacağını bilirler...

O nedenle yaşayan insanlarımız birer hazine gibidir. Suyun olmadığı yerde hayatın olmayacağını bilirler. Akan suyu dereden avucunla içeceksin ya da tulumla, tas ile içeceksin. O pet şişelerden su içmek beni rahatsız ediyor. O damacanalardaki su bizi kandırmıyor. Suyu avucunla kana kana içeceksin. Su içtiğine önce beynin sonra da bedenin inanacak ki, su içtim diyeceksin.
 
O su kaynakları sadece biz insanoğlu için değil. Gözlerimizle gördüğümüz ya da görmediğimiz; gündüzleri çoğu hayvanı görürüz ama geceleri görmediğimiz kurtlar, çakallar, ayılar tüm bu hayvanlar bu sulardan yararlanıyorlar. Senin damacanadaki suyundan kaç hayvan faydalanabilir?

Onların canını sen mi verdin? Onları susuz bırakmaya hakkın var mı? Azcık aklın varsa onların hakkını da düşünmek zorundasın. Azcık aklın varsa doğadaki tüm canlıların hakkı olduğunu düşünmek zorundasın. Para yemiyorsun ki? Sen de su içiyorsun, bu havayı teneffüs ediyorsun. Parayı teneffüs etsene, sattığın sulardan kazandığın o parayı yesene! Bu kadar haksızlık dünya üzerinde başka bir yerde yaşanıyor mu bilmiyorum. Gelişmişlikten kalkınmaktan bahsediliyor. “Geri kakalamaktan” başka bir şey değil bunların yaptıkları.

-İlkel yaşam diyorlar ama...

Alakası yok. İlkesiz yaşam diyorum ben. İnsanlardan önce doğanın dilini anlamaları lazım. Doğadaki tüm canlılarla konuşabilmeleri lazım. Önce kendilerini de doğanın bir parçası olarak hissedip, o doğadaki tüm canlılar ne diyor buna bakmaları lazım.

Toprak ana diye bir şey vardı. Bunları unuttular, sildiler. Toprak Ana diye bir şey tanıyor musunuz? Tanımıyorsanız, bunları unutup yok ettiyseniz dokunmayın onlara. Doğa Ana, Toprak Ana kutsaldır diye yazdığınız çizdiğiniz bir şey var mı? Yasalarınızda var mı? Madem bunu unuttunuz neden kullanıyorsunuz onu; alıp satıyorsunuz?

Kölelik vardı eskiden. Bu sistem kölelikten daha kötüye götürüyor. Neden? Çünkü iki lokmaya köle olmam ben. Doğa Ana’nın bağrında biz o kadar rahatız ki. Hem yaşarken hem de öldükten sonra rahatız. Biz onunla kucaklaşıyoruz. Gecemiz gündüzümüz, o yıldızların altında. Onları sevmesini biliyoruz. Sen ne hakla gelip bunları yok etmeye çalışıyorsun, o yetkiyi sana kim verdi? Ben hep o soruyu soruyorum.

Yeni yılın ilk yazısını Pervin Ana'nın sözlerine ayırdım. Bu bilgeliğe, bu aydınlığa hepimizin ihtiyacı var. Yoksa yeni yıl dediğimiz eski yıllardan farklı olmayacak. Yeni bir yıl ve yeni bir dünya için Pervin Ana'nın sözlerini eşe dosta anlatalım. Bırakalım Toprak Ana bizi kucaklasın, biz Toprak Ana'yı kucaklayalım.

Et yemek istemediği için ölecek mi?

Sizce Sadullah Ergin Kırıkkale Cezaevi'ne gidip Osman Evcin'den özür diler mi? Çok geç olmadan bu insanlık ayıbına bir son verir mi ?

Özgür Gürbüz-Birgün / 20 Kasım 2011

Osman Evcan açlık grevinden 2 ay önce ailesiyle
Adı Mahmut. Mahmut'un işi Türkiye'de yolunda gitmemiş. Bir yolunu bulmuş ve Fransa'ya yerleşmiş. Kendisine yeni bir hayat kurmak üzereyken, kendi deyimiyle “şeytana uymuş” ve gasptan yakalanıp hapse atılmış. Mahmut inançlı biri, sünni müslüman. Hapiste oruç tutuyor, namaz kılıyor ve yediklerine dikkat ediyor. Kendisine verilen yemeklerde domuz eti yok ama onun içi rahat değil. Et yemeklerini yemediği gibi, yemeklerin piştiği yerleri de göremediğinden kendisine etsiz yemek verilmesini talep ediyor. Hatta, mümkünse vegan yemekler yemek istiyor. Çünkü yumurta ve süt gibi hayvansal besinleri sağlayan hayvanların yine islama uygun olmayan ürünlerle beslendiğini düşünüyor. Hapishane yönetimi ise hiç oralı değil. Mahmut'un isteklerini yerine getirmiyor. Mahmut hemen hemen her gün aç yatıyor, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinden yardım istiyor.

Tasalanmayın, yukarıda yazdıklarım gerçek değil. Zaten gerçek olsaydı şimdiye kadar bin kere Mahmut'un adını duymuş olurdunuz. Tüm Türkiye şimdi Mahmut'u konuşuyordu. Malum gazeteler “Müslüman Mahkuma İşkence” diye başlıklar atarlar, Mahmut için kampanya başlatırlardı. Belki de Başbakan ilk Fransa ziyaretinde, “Siz Mahmut'u aç bırakmayı iyi bilirsiniz” diye nutuk atardı.

Adı Osman, soyadı Evcan. Osman gasptan 17 yıl ceza almış. Şartlı salıverilmeden yararlanarak dışarı çıkmış ama daha sonra bildiri dağıtmaktan tekrar içeri alınmış ve müebbet hapse mahkum edilmiş. 19 yıldır hapiste. Tutukluluğunun son dört yılını Kırıkkale F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu'nda geçirmiş. Osman anarşist düşünceye sahip ve vegan. Yani aynı bu yazının hayali kahramanı Mahmut gibi sadece bitkilerle beslenmek istiyor, hayvansal ürünleri yemeyi reddediyor. Cezaevinden kendisine vegan yemekler verilmesini istemiş ama bu isteği tam olarak karşılanmamış. Evcan 4 Kasım'dan bu yana açlık grevinde. Sadece su içiyor ve şeker ya da mineral takviyesi almıyor.

11 YILDIR AYNI DERT
Endişelenebilirsiniz çünkü bu yazdıklarımın hepsi gerçek. Osman'ın cezaevinde verilen yemeklerle ilgili ilk şikayetleri bildiğim kadarıyla 2002 yılında başlamış. Osman, ailesine kendisine verilen yemeklerin beyninde uyuşma, vücudunda sancılar ve tırnaklarında morarmalara neden olduğunu söylemiş. O zamanlar Samsun Cezaevi'nde yatıyordu. İstekleri karşılanmadığı için Kırşehir'e naklini istedi ama görülen o ki Kırşehirde de durum farklı değil.

Osman Evcan bu eylemiyle hem kendi sorununa çözüm arıyor hem de diğer cezaevlerindeki benzer sorun ve hak ihlalinin giderilmesini istiyor. Açlık greviyle hayvanlara, doğaya, kadınlara uygulanan şiddete, kendisine üç günlük açlık greviyle omuz veren koğuş arkadaşı Sadık Aksu ve Elbistan E tipi cezaevindeki üç vejetaryen mahkûma da destek vermeye çalışıyor. Açlık grevi yapmış, tutuklu vicdanî retçi İnan Süver'e de bir dayanışma selamı gönderiyor.

Şimdi Osman'la Mahmut'un yerlerini değiştirin. Sizce Osman dini inançlarından dolayı bir talepte bulunsaydı aynı sonuçlarla karşılaşır mıydı? Halbuki arada hiçbir fark yok. Osman'ınki de inanç temelli bir davranış, Mahmut'unki de. Burada tek kıstas inancınızın devletin savunduğu veya tanıdığı resmi inançla örtüşüp örtüşmediği. Aynı cemevlerinin ibadet yeri kabul edilmeyişinde olduğu gibi. 15-20 milyon insan benim ibadethanem burası diyor, hükümet orası ibadethane değil, sen bilmezsin diye yanıt veriyor.

JACK STRAW ÖZÜR DİLEMİŞTİ
2008 yılının Ramazan ayında İngiltere'nin Leeds kentindeki bir hapishanede müslüman mahkumlara yanlışlıkla domuz eti verilmişti. Mahkumların şikayeti sonucu durum ortaya çıktı. Dönemin İngiltere Adalet Bakanı Jack Straw müslüman tutuklulardan daha sonra özür diledi.

Şimdi eski İngiltere Adalet Bakanı Jack Straw ile Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in yerlerini değiştirin. Sizce Sadullah Ergin Kırıkkale Cezaevi'ne gidip Osman Evcin'den özür diler mi? Çok geç olmadan bu insanlık ayıbına bir son verir mi?

Not: Ayrıntılı bilgi için: http://osmanayemek.tumblr.com/

Kütahya'daki gümüş madeni ve siyanür havuzu

Bu fotoğrafı şans eseri uçaktan çektim. Kütahya'daki gümüş madeninin siyanürlü atık barajındaki duvarlardan biri çökmüştü. Barajın ve madenin havadan görünümü. Çöken duvar çok net bir şekilde görülebiliyor. Bu kazadan sonra yetkililer sızıntı olmadığını söylemiş, Ekim ayında ise Eti Gümüş'e 5 milyon TL'nin üzerinde ceza kesilmişti.
Eti Gümüş'e ait maden ve siyanür havuzu. Foto: Ö. Gürbüz

Deprem tehlikesi çılgın projelerin eseri

Özgür Gürbüz-Birgün / 30 Ekim 2011

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemini anımsayın. Erdoğan ve arkadaşları İstanbul'un kronikleşmiş sorunlarını, kentin merkezini başka yerlere taşıyarak ve kente yeni merkezler kazandırarak çözeceklerini iddia ettiler. Plan buydu. İstanbul'un sağına ve soluna bir ucu gökte, bir ucu yerde yüzlerce bina diktiler. Bahçeşehir, Beylikdüzü, Altınşehir, Kurtköy, Başakşehir... Liste uzayıp gidiyor, şehre neredeyse bir o kadar şehir daha eklendi.

1997 yılında İstanbul'un nüfusu 9 milyondu. 2000'de 10’u, 2007'de 12,5 milyonu geçti. Bugün 14-15 milyonlardan bahsediliyor. Kentin merkezi hala aynı. Taksim, Eminönü, Kadıköy ve Bakırköy gibi merkezler boşalmadığı gibi bu merkezlerden yeni eklenen ilçelere ulaşmak için yapılan yolların içi araçlarla dışı da binalarla doldu taştı. İstanbul gibi tarihi bir kentin merkezinin taşınamayacağı aşikârdı aslında. Kent merkezini taşıyacağız, yeni merkezler yaratacağız sloganlarının Türkçesi, “yeni rant alanları yaratacağız”dan başka bir şey değildi. Bu rant hamlesi, müteahhitlere para kazandırmakla kalsa iyi, İstanbul ve diğer birçok büyük kentte depreme dayanıksız eski binaların yerine yenilerinin yapılmasını da engelledi. Nasıl mı? Anlatayım.

Bugün İstanbul'daki 3,5 milyon konutun 2 milyonunun yenilenmesi gerektiği söyleniyor. Yüzde 50’sinin kaçak olduğu belirtiliyor. İstanbul’da oturanların yarısından fazlası belki de depremde binalarının yıkılması riskiyle karşı karşıya. Bu binaların özellikle 1999’dan önce yapılanları dayanıklılık açısından çok tartışmalı. Nerede bu konutlar? Çoğu İstanbul’un eski semtlerinde; Beşiktaş’ta, Şişli’de, Kadıköy’de. Buralardaki binaların çoğu 30 yaşını doldurmuş. 1990’ların sonlarına doğru başlayan uydu kent projeleri olmasa, müteahhitler iş yapmak için bu eski yerleşim merkezlerine gitmek, oradaki eski binaları satın alıp yerine yenilerini yapmak zorunda kalacaktı. Kenti büyütme çabaları yüzünden bu mali imkânlar yeni uydu kentlerin yaratılması için kullanıldı. İstanbul’un göbeğindeki eski binayı 10’a alıp 20’ye satmak istemeyen müteahhit, İstanbul’un dışındaki arsalara yöneldi. Bire alıp yirmiye sattı. Belediye, merkezi hükümet bu ranta dönük yapılaşma hareketini durdurmayı veya sınırlamayı düşünmedi, aksine destek oldu; yol gösterdi. Hala da devam ediyor. 12 Haziran’daki genel seçimde açıklanan yeni uydu kent projeleriyle bu eski evler, içlerinde yaşayanların başına yıkılmak üzere kaderine terk edilmiş oldu. Peki, ne yapılmalıydı?

Kentlerin yeşil sınırları olmalı
Her şeyden önce İstanbul gibi büyük kentlerin sınırlarını çizmek gerekiyor. Ben buna ‘yeşil sınır’ diyorum. Sadece kâğıt üstünde değil, fiziksel olarak da kenti çevreleyen bir orman şeridinden bahsediyorum. Kentin etrafını saran bir orman şeridi. Bu sınır çizilince kentin büyümesinin önüne geçilecek. ‘Cazip’ yatırım fırsatları ortadan kalkacak. Kâr etmek isteyen inşaat firmaları ister istemez merkezde acilen yenilenmesi gereken binalara yönelecek. Teorisi böyle ama iş o kadar kolay değil, dikkat edilmesi gereken hassas bir nokta var. Eski bir binayı müteahhide verdiğinizde sizden yenisi için daha çok para ister. Oturanları mağdur etmemek için farkın devlet tarafından karşılanması veya vatandaşa çok düşük faizli kredi verilmesi gerekebilir. Deprem vergileri hükümetin cari açığını kapamak yerine bu projelere aktarılsaydı finansman sorunu çoktan hallolmuştu.

Tarihi binalar, kültürel mekanlar ve SİT alanları için farklı düşünmek lazım ama özelliği olmayan ve kumdan yapılmış dediğimiz birçok bina için bu formül hayata geçirilebilir. Geç kaldık ama zararın neresinden dönsek kâr. İstanbul’da yeni açıklanan çılgın projelerden, kanaldan ve üçüncü köprüden vazgeçip, yeşil sınırlarını çizdiğiniz bambaşka bir kent yaratabiliriz. Ankara, İzmir, Bursa da bundan farklı değil. Kentlerin yönetimi yerelin elinden alındığı için belediye başkanlarını göreve çağıramıyorum. Her şeyden önce Erdoğan’ın bu ‘ucube’ projelerden vazgeçmesi gerek. Başbakan’ın Van’daki depremden sonra yaptığı konuşma beni umutlandırmasa da bir kez daha çağrıda bulunmakta fayda var. Zaten konuşma ezberlediğimiz bir metin. İkitelli’deki sel felaketinden sonra da bunları duymamış mıydık? Kaçak yapılar yıkılacak, gecekondulara izin verilmeyecek falan filan. Sorun sadece kaçak olanlarla sınırlı değil ki! Ruhsatlı binalar çok mu sağlam?

Belki farkında değilsiniz ama uydu kentlere giden her kuruş, her yeni ‘modern hayat projesi’ sizin ölümü beklediğiniz binalardan kurtulup depreme dayanabilecek bina yapma şansınızı elinizden alıyor. Kentler büyütülüyor ve kontrol edilemez hale geliyor. Geçen hafta Yeşil Ekonomi Konferansı’da yeşil kentlerin sınırlarını tartıştık. Prof. Dr. Haluk Gerçek 2023’de 25 milyon nüfusa ulaşabilecek İstanbul’dan, Bursa’dan İkbal Polat ise kentin nüfusunu 2,5 milyondan 6,5 milyona çıkarabilecek planlardan bahsetti. Sağlam binalarda oturmak, yıkılan binalardan dostlarımızın, akrabalarımızın cesetlerini çıkarmak istemiyorsak bu çılgın projelere dur demek zorundayız. Sınırlı mali olanakları inşaat firmalarının daha az kar edeceği, hayat kurtaran, doğru kentsel dönüşüm projelerine yönlendirmeliyiz. Binalar birileri çok kâr etsin diye değil, insanlar içinde yaşasınlar diye yapılıyor. Yoksa olası bir depremde hayatta kalsak bile ömrümüz Kızılay’ın çadır kuyruklarında tükenebilir.

HES mağdurları AKP'ye kızgın

“Başbakan seçim meydanlarında elinizi vicdanınıza koyup oy verin diyordu. Bu HES'ler yapıldıktan sonra O (Başbakan) elini vicdanına koyup buradan oy istesin”.

Özgür Gürbüz-Birgün / 23 Ekim 2011

Bir hafta önce Erzurum'un Tortum ilçesindeydim. Kırsal Kalkınma Girişimi'nin toplantısına katıldım ve dilim döndüğünce Türkiye'nin enerji alanında yaşadığı sorunları anlattım, çözüm önerilerimi 

Çoruh'da bir HES inşaatı
paylaştım. Tarımla uğraşan, susuz bir hayatı düşünemeyen bu dostların HES'ler (hidroelektrik santrali) hakkında neler düşündüklerini de öğrenme fırsatım oldu. Çoruh'taki inşaatlar hızla sürüyor. Dere dev kayalardan ve dozerlerden geçilmiyor. Yusufeli izlenimlerini bir başka yazıya bırakıp, Tortum'da HES'le yatıp HES'le kalkan köylülerin tasalarını, bölgede değişen politik havayı dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım.
Erzurum, Türkiye'de HES sorununu en çok hisseden illerden biri. Enerji Piyasası Denetleme Kurulu'nun (EPDK) istatistiklerine göre yapım halinde 600 HES var. Bunların yüzde yüzde 40'ı Karadeniz'de. Doğu Anadolu'da ise 110 HES inşaatı var ve bunların üçte biri Erzurum'da. Son günlerde Tortum ilçesinin Bağbaşı beldesindeki HES ayaklanması medyaya yansımıştı. 17 yaşındaki Leyla ve hidroelektrik santrale karşı çıkanlara verilen konuşma yasağı akıllara durgunluk verecek nitelikteydi. Bu köşede “Dilini de kesseydiniz” başlığıyla yazdık.

Uzundere'ye vardığımızda ilk kötü haber Bağbaşı'ndan geldi. Açılan yedi davanın hepsi kaybedilmiş, hemen ardından iş makinaları, anlatıldığına göre 800 polis eşliğinde beldeye girmiş. Bağbaşı'nda hemen hemen herkese ceza almış, ikinci bir cezada hapse atılmaları söz konusu. Bu nedenle köylüler ağlayarak izlemiş olan biteni. Uzundere'ye gelen bazı yöre sakinleri hayatlarında ilk kez çevik kuvvet gördüklerini anlattı. Biraz zaman darlığı, biraz Yusufeli programının uzaması yüzünden Bağbaşı'na gidemedik ama hemen yanındaki Dikmen'de köylülerle sohbet ettik. Durum orada da aynıydı. Zaten gittiğimiz hemen hemen her köyde belanın adı HES.

Pekmezi kavaktan yapmıyoruz
Dikmen'in içinden geçen dere köyün her şeyi. 180 hanenin geçim kaynağı su. Dere kenarındaki küçük topraklarda meyve ve sebze üretiliyor. İklim buralarda Erzurum'dan farklı, neredeyse her şey yetişiyor. Yusufeli'ye doğru giderseniz zeytin bile var. Köyde, Şakir ve Zakir Coşkun kardeşlerle konuşuyoruz. Şakir, köyün üç kilometre yukarısında, Serdarlı beldesinde bir HES projesi olduğunu söylüyor. Makinalar köye ilk, bundan iki yıl önce gelmiş, halk istememiş. “Gidin dedik” diyor, hukuki süreç başlattıklarını anlatıyor. Biraz da itiş kakışla inşaat geciktirilmiş. Şakir, “Daha önce jandarma geliyordu, şimdi çevik kuvvet geliyor. Bizim halkımız zaten fazla taşkınlık yapmaz. Bayanlar itiraz ediyor ama onların sayısı da çok değil. Fazla taşkınlık yapanları gözaltına alıyorlar” diyor. Kendisi çiftçi. Bir günlük sigortam yok diye yakınıyor. Haklı çünkü bölge ovalık değil. Dere kenarındaki topraklar karış karış değerlendirilerek tarım yapılıyor.

Şakir ÇED raporlarından şikâyetçi. “Raporlarda burada sadece söğüt, kavak var denmiş. Hâlbuki tam tersi. Vişne, elma, armut, dut... Pekmez yapıp satıyoruz duttan. Pekmezi kavaktan yapmıyoruz herhalde” diyor. İki kardeşe Bağbaşı'ndaki direnişe desteğe gidip gitmediklerini soruyorum. Hepimiz biriz diyorlar ama köyler arasında birbirine destek olan az. Herkes kendi köyünü kurtarmaya çalışıyor. Bağbaşı'ndan gelen kötü haber onların da moralini bozmuş. Daha umutsuzlar. Zakir köyden göç edip İzmir'e gideli çok olmuş, yazları ziyarete geliyor. Şakir ise HES yapılırsa kendisine de göç yolunun gözükeceğini söylüyor. O da konuştuğumuz hemen hemen herkes gibi şirketin taahhüt etiği can suyunu bırakacağına inanmıyor.

HES'ler parti değiştirtiyor
Türkiye'de genelde çevre sorunları politikadan bağımsız kabul edilir; sorunların çözülememesinin asıl nedeni de budur. Tortum'da beni en çok şaşırtan ve umutlandıran politika ile çevre sorunları arasındaki 

Mahkeme kararıyla suyuna kavuşan
Tortum şelalesi
bağın kurulmaya başlanmasıydı. Bölgede neredeyse herkes AKP'ye oy vermiş. Bağbaşı'nda belediye başkanı ve meclis üyeleri partiden istifa ettiler. Bazıları CHP'ye geçmiş. Dikmen'de konuştuğum iki kardeşten Zakir MHP'li, Şakir ise AKP'liymiş. Köy, referandum ve seçim öncesi sandığı boykot etmeyi de konuşmuş ama başaramamış. Bazıları, “ne alakası var”, bazıları da “başka partiye verirsek daha fazla tepki alırız” demiş. Kimileri de, “bu vadiyle AK Parti'nin oyu değişmez” diyerek sandıkta protestoyu önlemiş.


Tortum'daki politik havayı anlatması için son söz Şakir Coşkun'un: “Bizim bölge genelde sağ partilere oy verir. Dinden falan değil, ülkeyi kimin daha iyi yöneteceğine inanırsa ona oy verir. Yoksa Necmettin Erbakan'a oy verirdi; vermedi. Ben ileriki seçimde hükümetin bunun cezasını çekeceğini düşünüyorum. Başbakan seçim meydanlarında elinizi vicdanınıza koyup oy verin diyordu. Bu HES'ler yapıldıktan sonra O (Başbakan) elini vicdanına koyup buradan oy istesin. O zaman vatandaş elini vicdanına koyup oy verecek. Halk bu kadar sana inanmışken... Ben de Ak Partiliyim ama bundan sonra AK partili olmam zor. Su giderse Ak Parti'yi biz kaybederiz, Ak Parti de bizi kaybeder”.

Steve Jobs'a Doğu'dan bakmak

Görmek ya da görmemek, umursamak ya da aldırmamak; tercih sizin. Zehirli elmayı Batı'dan mı ısırmak istersiniz yoksa Doğu'dan mı?

Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Ekim 2011

Bundan çok değil bir beş, on yıl önce 'elma' dendiğinde akla Amasya gelirdi. Bu günlerde her şeyin İngilizcesi moda. Elma denince akla İngilizce karşılığı 'apple', 'apple' denince de akla 'iphone', 'mac' ve türevleri geliyor. Apple'ın fikir babası Steve Jobs'un ölümü üzerine çok söz söylendi. Çoğu yazılar övgü doluydu. Jobs'u dahi, yarattıklarını da hayat kurtaran teknolojik aletler olarak tanımlıyorlardı. Tartışılır tabi... Steve Jobs'un ölümünün ardından yazılan yazılarda vurgu yapılan bir başka konu ise sürdürülebilirlikti. Daha çevreci ürünler, üretim sırasında daha az enerji harcanması, hepsi Jobs'un ve Apple'ın hanesine olumlu puan olarak yazıldı. Apple gerçekten çevreci mi? Bu sorunun yanıtı Jobs'a nereden baktığınız ve dünyanın hangi tarafında yaşadığınıza göre değişir.
Pekin'deki elektronik marketinde işçiler - Ö. Gürbüz

Önce Jobs'un yarattığı Apple'a Batı'dan bakalım. 2006 yılında aralarında Greenpeace (Yeşilbarış) örgütünün de bulunduğu birçok kuruluş Apple'ı bilgisayarlarındaki toksik maddeler, enerji kullanımı ve birçok nedenden ötürü eleştiri yağmuruna tuttu. Apple bu uyarıları ciddiye aldı. Örneğin, ekranlardaki katot ışınlı tüplerde bulunan kurşun miktarını 1360 gramdan önce 484'e, sonra da 1 grama kadar indirdi. Kullanılmış bir bilgisayar doğaya bırakılırsa içindeki kurşun nedeniyle çevreye ciddi zarar verebilir. Apple, sattıkları elektronik ürünlerin çöpe ve dolayısıyla doğaya bırakılmaması için geri dönüşüm hedefleri koydu. Ürünlerin kullanım ömrü yedi yıl olarak hesaplandığı için hedefler de ona göre belirlendi. Steve Jobs, 2010'a gelindiğinde 2003 yılında satılan Apple ürünlerinin yüzde 30'ı kadar ağırlıkta elektronik aletin geri dönüştürülmesini hedefledi. Apple bu hedefi 2009'da ikiye katladı ve yüzde 66 gibi bir orana ulaştı. Bunun için eski ürünleri geri getirenlere hediye çeki verilmesi gibi birçok kampanya hayata geçirildi. Daha basit önlemler de alındı. Ambalajlar küçültülerek israf önlendi. Nakliye sırasında daha çok ürünün aynı araçla taşınması sağlandı ve yakıt tasarrufu ile küresel ısınmaya yol açan emisyon salımı sınırlandırıldı. Yeni elektronik aletler daha az elektrikle aynı işi yapacak şekilde tasarlandı. Tüm bunlara rağmen Yeşilbarış'ın listesinde Apple'ın hala orta sıralarda yer aldığını belirtmeden geçmeyelim ki, “daha ne olsun” demeyin. Listenin de yine bir Batılı sivil toplum örgütü, Greenpeace tarafından hazırlandığını, kıstasların bu bakış açısıyla hazırlandığını da unutmayın.

Batı'dan baktığınızda görünen bu ancak Doğu'ya gittiğinizde, Batı'da konuşulmayan başka sorunlar olduğunu görüyorsunuz. Örneğin, Çin’in Shenzhen kentinde Apple deninca akla elmadan çok intihar eden işçiler geliyor. Çin’in en önemli üretim merkezlerinden Shenzhen Özel Ekonomi Bölgesi, 2010 yılında ücret artışı isteyen işçi eylemlerine sahne olmuştu. Toyota ve Honda fabrikalarındaki eylemler ve Foxconn’da çalışan 12 işçinin intiharı kamuoyunun dikkatini bölgeye çekmişti. Foxconn, birçok büyük firmanın olduu gibi iPhone ve iPad’in dünyadaki en büyük imalatçısı. İntihar olaylarından önce Foxconn’un montaj hattında çalışan bir işçi ayda 900 yuan alıyordu. Bizim paramızla 260 liraya denk düşüyor. Ucuzundan bir tabak Çin makarnasının 5-10 yuan arasında değiştiğini düşünürseniz bu para Çin için de çok değil. Grevler ve intiharların artması nedeniyle aylık ücretlere de zam gelmiş ve maaşlar Ekim 2010'dan itibaren 2 bin yuana kadar çıkmıştı. Psikiyatristler fabrikada çalışmaya başladı, müzik yayını devreye girdi. Çalışanlar daha fazla sosyalleşmeleri için 50'şerlik gruplara ayrıldı. Foxconn'un Shenzen'de 400 bin çalışanı var. Çin genelinde 800 bin. Apple gibi dünyanın en büyük elektrik devleri için montaj hattının başından kalkmadan çalışıyorlar. Aralarında Çin'in kırsal alanlarından gelen ve 'göçmen işçi' denilen çalışanlar da var. Dev yatakhanelerde kalıyorlar. Çoğu yılda bir kez, Çin'in yeni yılında ailelerinin yanına gidebiliyor. O tarihlerde tren garları, sırtlarında yorganlarıyla seyahat eden Çinlilerle dolup taşıyor.

Montaj hatlarında çalışanlar bilirler, zaman geçmek bitmez. Hayatımın altı yılını fabrikalarda geçirdim. Çalıştığım ilk fabrika dondurma külahı üretiyordu. İşbaşı yaptığım ilk geceyi hiç unutamam. Hat çok hızlı değildi ama beş saat boyunca etrafınızda konuşacak kimse olmayınca zaman geçmek bilmezdi. Kendimi şarkılara verdim. Külahları paketlerken bir yandan da yüksek sesle şarkı söylüyordum. Makinaların sesi benim sestimi bastırıyordu. Bora Ayanoğlu'nun Fabrika Kızı'nı biraz değiştirip, “Fabrika'da külah yapar, sanki kendi yalar gibi” diye değiştirip söylemiştim. Montaj hattında işçi olmak zordur, insanı böyle saçmalatır. En kötüsü de tüm hayatınızın orada geçeceğini fark ettiğiniz andır. O an gelirse insan intihar da eder, çıldırır da.

Batı'nın çevreye saygılı, tüketici şikayetlerine duyarlılıkla yanıt veren Apple'ı, Doğu'da işçileri kötü koşullarda, az paraya çalıştıran taşeron firmaların işvereni. Çünkü Batı Doğu'yu görüyor, Doğu Batı'nın dilinden konuşmuyor. Küreselleştiğini sandığımız dünyada körler sağırlar birbirimizi ağırlıyoruz. Apple ya da başkası, aldığınız ürünün çevre dostu sayılması, ticari saygınlığı ürüne göre değil aslında sizin durduğunuz yere hatta politik görüşünüze göre değişiyor. Görmek ya da görmemek, umursamak ya da aldırmamak; tercih sizin. Zehirli elmayı Batı'dan mı ısırmak istersiniz yoksa Doğu'dan mı?

Kirletene teşvik koruyana gazoz

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Ekim 2011

Yatağan Termik Santrali - Özgür Gürbüz
Uluslararası Enerji Ajansı (UEA) Baş Ekonomisti Fatih Birol salı günü yaptığı açıklamada fosil yakıtlara verilen sübvansiyonların tutarını açıkladı. 2010 yılında fosil yakıtların, yani petrol, kömür ve doğalgazın üretimi ve tüketimini desteklemek için tüm dünyada 409 milyar dolar sübvansiyon verilmiş. Kullanıldıkları yerlerde hava kirliliğinden asit yağmurlarına kadar çeşitli çevre sorunlarına neden oldukları gibi küresel iklim değişikliğinin de başlıca sorumlusu bu fosil yakıtlar. Birol, nükleer santrallere verilen rakamdan bahsetmemiş. Amerika'dan bir örnek verelim. 1943 ile 1999 yılları arasında ABD'de nükleer, rüzgâr ve güneşe 150 milyar dolar sübvansiyon verilmiş. Bunun yüzde 95'i nükleer enerjiye gitmiş*.

Fosil yakıtlara verilen teşvikler aslında enerji sektöründe karanlık kalmış birçok noktayı aydınlatıyor. Yatırımlarının büyük bir bölümünü kömür, petrol, doğalgaz ve nükleere yapmış şirketlerin, hükümet politikalarında ne kadar etkili olduklarını gösteriyor. Yoksa, bütün dünya iklim değişikliğini konuşurken, başta Avrupa’daki ülkeler olmak üzere seragazı emisyonlarını düşürmek için hedefler belirlenmişken, küresel ısınmaya neden olan fosil yakıtların hem üretimi hem de kullanımına mali destek verilmesi nasıl açıklanabilir? Bu mali destekler, aslında bize nasıl yalan söylendiğini de gösteriyor.

Fosil yakıtlara verilen teşvikler, özellikle ülkemizde sık sık kullanılan, “temiz enerji kaynakları pahalı” argümanının koca bir saçmalık olduğunu gösterme açısından da önemli. Güneş, rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynakları için, bu kaynaklardan üretilecek elektrik enerjisine belli bir süre boyunca alım garantisi verilmesi istenince fosil yakıt üreticileri hemen ayaklanıyor. “Ucuz dediğiniz temiz enerji için bir de teşvik istiyorsunuz” diye suçlamalarda bulunuyorlar. Yine aynı şirketler, “kömüre, petrole ve doğalgaza karbon vergisi eklenmeli, kirleten bedelini ödemeli” dendiğinde ise ortada yoklar. Görünen o ki, fosil yakıt üreticileri bir yandan sorgusuz sualsiz kirletmek, bir yandan da hükümetlerden milyarlarca dolar teşvik almaya devam etmek istiyorlar. Bu firmaların çoğu serbest piyasa şiarını dillerinden düşürmüyor. Hâlbuki gerçek bir rekabet bile işlerine gelmiyor. Siz doğayı kirletmemek için teknoloji geliştireceksiniz, haliyle daha pahalıya (en azından ilk başta) üretim yapacaksınız, diğer taraf ise bütün çöpünü, atığını hiçbir kısıtlama olmadan doğaya bırakacak ve üstüne üstelik ben senden daha ucuza üretiyorum diyecek. Ödediğimiz vergiler yağma Hasan'ın böreği mi?

Peki, ne yapılmalı? Fosil yakıtlara verilen teşvikler derhal durdurulmalı. Daha sonra sosyal maliyet dediğimiz kalem, maliyet hesaplamalarına dâhil edilmeli. Sosyal maliyet, o sanayi tesisisin üretimi sırasında doğaya ve canlılara verdiği zararın ekonomik değerini ifade ediyor. Bir fabrikanın atıklarının öldürdüğü balıkların maddi değeri veya hasta ettiği insanların tedavi masrafları, o tesisin üretim maliyetine ekleniyor ve böylece gerçek maliyet bulunmaya çalışılıyor.

Kömür rüzgârdan 96 kat daha tehlikeli
Bir kömür santralini örnek alalım. O santralin üretimi boyunca atmosfere bıraktığı her gram seragazı emisyonunu vergilendirelim. Kirletenle kirletmeyen bir olmasın. Enerji santrallerinin 1 kilovatsaat (kWs) elektrik üretimi için ne kadar seragazı saldıklarına dair elimizde birçok çalışma var. Benjamin K. Sovacool’un çalışmasında, rüzgâr santrallerinin 1 kWs elektrik üretmek için atmosfere 10 gram kadar karbondioksit eşdeğeri seragazı saldıkları hesaplanmış. 1 kWs elektriği kömür santralinde üretirseniz bu rakam 960 gram. Yani elektriği kömürden üretmek, rüzgâra göre küresel ısınmaya 96 kat daha fazla neden oluyor. Tabi, küresel ısınmaya neden olmanın cezalandırılmadığı Türkiye'de bu veri hiçbir anlam ifade etmiyor. Avustralya’da hayatı geçirilen uygulama bizde de olsa, bu firmalardan karbondioksitin tonu başına 23 dolar karbon vergisi alınacak. İşte kirletene teşvik böyle veriliyor; cezalandırmayarak. Örneğin Sinop-Gerze'de kurulmak istenen termik santral yılda 7 milyon tona yakın seragazı salacak. 2009 yılında tüm Türkiye'nin emisyon miktarı 369 milyon tondu. Gerze'deki santral Türkiye'nin toplam emisyonlarının yüzde 2'sini üretecek ama kuruş ceza ödemeyecek!

İşin ekonomisini bir kenara bırakalım. Dünyada 1 milyar 400 milyon insan var ve bu insanların evlerinde elektrik yok. UEA, 2030 yılına kadar bu insanların evine elektrik getirmek için her yıl 36 milyar dolar harcanması gerektiğini söylüyor. Fosil yakıtlara her yıl verilen 409 milyar dolar teşviki hatırlayın. Kömüre, petrole ve doğalgaza verilen sübvansiyonların sadece 10’da biri bu sorunu çözebilir. Dahası var. Böyle giderse, fosil yakıtlara verilen destekler 2020’de 660 milyar doları bulacak. Gayri safi küresel hâsılanın yüzde 0,7’si, bizi her gün ağır ağır öldüren bu kaynaklara verilecek. Hâlbuki iklim değişikliğini durdurmak için gayri safi küresel hâsılanın yüzde 2’sinin bu işe ayrılması lazım. Fosil yakıtlara verilen destek çekilince belki yüzde 1 bile dünyayı kurtarmaya yetecek. Görülüyor ki, “iklimi kurtar” diyen çevrecilere çok para istiyorsunuz yanıtını veren gelişmiş ülkeler, “bize teşvik ver” diyen kömürcülere karşı pek bir cömertler.


Renewable Energy Policy Project “Federal Energy Subsidies: Not All Technologies Are Created Equal” (July 2000).

Elektromanyetik alanlar ne kadar tehlikeli?

İstanbul, 7-8 Ekim 2011 tarihlerinde elektromanyetik alanlarla ilgili önemli bir sempozyuma ev sahipliği yapacak. Elektrik Mühendisleri Odası, İstanbul Tabip Odası ve İstanbul Barosu`nun birlikte düzenlediği "Elektromanyetik Alanlar ve Etkileri" başlıklı sempozyumun amacı; elektromanyetik alanların çevre, halk sağlığı üzerine etkileri ve hukuksal boyutları konusunda üniversiteler, kamu kurumları, sivil toplum örgütleri, kişilerin güncel ve bilimsel bilgilerini aralarında ve toplumla paylaşacağı ve irdeleyeceği bir ortam oluşturmak.

Cep telefonları, baz istasyonları, elektrikli ısıtıcılar, kablosuz internet ağları, mikrodalga fırınlar, saç kurutma makinaları ve bilgisayarlar gibi birçok elektrikli alet sağlığımızı ne kadar etkiliyor? Bu aletler olmadan yaşamak mümkün mü? Elektromanyetik radyasyondan nasıl korunabiliriz? Bu ve benzeri sorulara yanıt arayanlar için Yıldız Teknik Üniversitesi'nde düzenlenecek bu iki günlük konferans kaçırılmaması gereken bir fırsat. Daha detaylı bilgi için: http://emanet.emo.org.tr/ adresini ziyaret edebilirsiniz.

Dilini de kesseydiniz!

Özgür Gürbüz-BirGün / 2 Ekim 2011

Anadolu Grubu'nun Gerze'de termik santral kurmak için kolluk kuvvetlerinin desteğiyle Yaykıl köyüne girmeye çalıştığı sıralarda Erzurum'un Tortum ilçesinde yapımı süren hidroelektrik santrala (HES) karşı da eylem vardı. Oturma eylemi sırasında Tortum'da da arbede çıktı. 15 kişiye kolluk kuvvetlerine fiili mukavvemet suçundan kişi başına 250 TL para cezası verildi. Aralarında 17 yaşındaki Leyla da vardı. Onun cezası sanırım hukuk tarihine kara harflerle geçecek. Leyla'nın HES konusunda faaliyet gösteren çalışma alanlarına girmesi ve HES’lere karşı eylemlerde bulunan kişilerle ilişki kurması da yasaklandı. Leyla diyor ki, “Bundan sonra eylemlere katılırsam tutuklanma ihtimalim var. Ben de verilen cezaya saygı gösterip eylemlere katılmayacağım. Benim tek üzüntüm jandarmanın bana taş attığım yönünde iftirada bulunması”.

Leyla'nın neredeyse tüm ailesi ceza aldı. Evinde 7 ve 14 yaşlarındaki iki kardeşi dışında herkes cezalı. Şimdi Leyla ne yapacak? Evi terk mi edecek? Annesi ve babasıyla konuşmadan, küs gibi mi yaşayacak? Böyle ceza olur mu? İleri demokrasilerde oluyor demek. 17 yaşındaki Leyla'nın sözlerinden bu kadar mı korkuyorsunuz? Oldu olacak dilini de kesseydiniz!

Bu Leyla'nın öyküsü. Bir de Volkan Özcan'ın öyküsü var. Volkan 1990 doğumlu, 21 yaşında. Sinop Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu Elektrik bölümü üçüncü sınıf öğrencisi. Okuyor diyemiyorum çünkü şu sıralar okula gidemiyor; hapiste. Gerze Cezaevi'nde yatıyor. Suçu doğduğu kent Gerze'de kurulmak istenen termik santrale karşı çıkması.

Volkan'ın tutuklanma öyküsü de bir garip. Gerze'de neler olduğunu hatırlayıverin. 5 Eylül günü Anadolu Grubu'na (Efes, Mc Donald's vs.) ait sondaj ekipleri ellerinde sondaj yapmak için İl Özel İdare'den alınması gereken izin olmadan Yaykıl köyüne girmek istiyor. Aynı şirket yer lisansı almadan üretim lisansı almış. Üretim lisansı da Danıştay'dan dönmüş. Buna rağmen kolluk kuvvetleri köylünün değil de şirketin yanında saf tutuyor. Köylüler direniyor, yollara kendilerini set çekiyorlar. İtilip, kakılıyorlar ama yeri göğe çıkaracak o aletlere izin vermiyorlar. Volkan da orada. Sondaj makinalarının köye başka bir noktadan girmeye çalıştığı haberini alınca soluğu otobanda alıyor. Arkadaşlarıyla yolun karşısına geçmeye çalışırken karşıya geçmeye çalışan yaşlı birine yardım için Volkan yavaşlıyor. O sırada üç polis Vollkan'ı alıp götürüyor. Suçu attığı taş ile bir kadın polisin başını yarmak. Volkan atmadım dese de nafile. Kelepçeleniyor. Tekme, tokat ve küfür... Volkan olayı böyle anlatıyor. O da Leyla gibi kendisine iftira atıldığını söylüyor.

23 Ağustos ve 5 Eylül tarihlerinde çıkan olaylara bizzat tanıklık eden Avukat Cömert Uygar Erdem hukuka aykırılığa dikkat çekiyor. Erdem, “Volkan'ı iki suç şüphesi ile göz altına aldılar. Kadın polis memurunun başının yarılması ve polise görevini yaptırmamak. Kadın polis ifadesinde kim olduğunu hatırlamıyorum arkadaşlarım Volkan dediler diyor. Volkan kasten yaralama suçuyla ilgili ifadesi alınırken video görüntüleri yoktu. Sadece iki polis tanık var. Yaralama suçunu ispat edemedikleri için Volkan polise görevini yaptırmamak suçundan tutuklandı. Tutuklamaya gerekçe yazarken dosyaya, toplanacak delillerden sonra şüphelinin işlediği suçun niteliğinin şüphelinin aleyhine değişme ihtimalinin bulunması diye yazıldı. Bu yapılan CMK'nun 100. maddesine aykırı” diyor. Ben bu cümleden şunu anlıyorum. Her an delil bulabiliriz, ha çıktı ha çıkacak! Siz ne anlıyorsunuz? Erdem, “Anayasa'nın 56. maddesi çevreyi koruma bir haktır ve vatandaşa yüklenmiş bir ödevdir. Bu insanlar aslında üzerine düşeni yapıyorlar, bunu yapmamaları aslında suç” diye de ekliyor.

Volkan 24 Eylül tarihinde dostlarına bir mektup yazmış. Feyzbuk'ta “Yaykıl direnişinin simgesi Volkan'a özgürlük” adıyla açılan sayfadan aldım. Bir kısmını sizlerle paylaşmak istedim: “...Allah kimseyi buraya düşürmesin gerçekten bazen çok sıkıcı oluyor. Bir an önce mahkeme gününün gelmesini bekliyorum. ...Lale Abla kitap için teşekkür ediyorum uzun zamandır kitap okumamıştım iyi geldi, çok güzel bir kitap. Canan Abla ve Şule Abla gelince sizin evin elektrik işini yaparım merak etmeyin. Şükrü, eski okul arkadaşım, yoldaşım sen nasılsın? Bak, herkes sana emanet. Çadırda semaverde çayları güzel yap, yokluğumu çaktırma. İlk fırsatta yanına geleceğim inşallah, merak etme. Şengül Abla, Lale Abla sizleri sok seviyorum ama her hafta gelmeyin sizden ayrılınca kendimi kötü hissediyorum”.

Sinop'ta termik santrala, Erzurum, Hopa ve Trabzon'da HES'e yapılan itirazlar yöre halkının deresine, toprağına sahip çıkma konusundaki kararlılığını gösteriyor. Hükümet sorunu çözemiyor. Tortum Bağbaşı'nın AKP'li belediye başkanı ve dokuz meclis üyesinin istifası da bunun kanıtı. Yöre insanının rızasını almadan, deredeki balığın, o dereden su içen ayının hakkını, canını düşünmeden yatırım yaptığını söyleyenleri ne bu halk ne de gezegen affeder. Kalbiniz kararmaya görsün. Kalbi kararanın gözleri de görmez. Gündüzü gece olur.


Not: Elektrik Mühendisleri Odası, 7-8 Ekim tarihlerinde İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi'nde Elektromanyetik Alanlar ve Etkileri başlıklı bir sempozyum düzenliyor. Geçen haftaki yazımızda bu tehlikeye dikkat çekmiştik, bilgi almak için önemli bir etkinlik.