ÇMO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÇMO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Matematik Eskişehir’de kömür santralına karşı

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Ocak 2018

Türkiye’deki şekerpancarı üretiminin yüzde 6,4’ü, arpanın yüzde 3,9’u, buğdayın yüzde 3,3’ü, kuşkonmazın neredeyse tamamı ve rokanın yarısına yakını Eskişehir’den sağlanıyor. İlin 5 bin 337 dekarlık bir alanında organik tarım, 6 bin 146 dekarlık bir alanında ise iyi tarım yapılıyor. Buğday, saman ve et ithal ediyoruz. Eskişehir’de bunlar üretiliyor. İstenirse daha çok da üretilir ama dert o değil. Dert, Eskişehir’e kurulmak istenen termik santral.

Termik santral için seçtikleri Alpu Ovası tarıma elverişli. Alpu ilçesinde besi sığırcılığı yapılıyor, şekerpancarı, patates ve kaz yetiştiriliyor. Toprağın altında ise “milli” diye pazarlamaya çalıştıkları kömür var. Bizim hükümet yerin üstünde olan biteni görmüyor, yerin altındaki kömürü görüyor. Her yıl 6 milyon 316 bin 812 ton kömür yakıp elektrik üreteceğim diyor.  

Santral kurulmak istenen yerin etrafında 1 milyona yakın insan yaşıyor, kömür santralı 1 milyon insanın havasını kirletecek, hükümet onu da görmüyor. Çevre Mühendisleri Odası Türkiye’de sadece 6 ilin havası temiz diyeli 10 gün oldu. O illerden biri de Eskişehir. Yöneticilerimiz, gelir dağılımına, eğitime, medyada söz hakkına gelince eşit davranmıyor ama iş “zehirlenme hakkı”na gelince oldukça adaletliler. Tüm Türkiye kirli hava solurken Eskişehir nasıl olur da temiz hava solur diyerek, oraya da bir termik santral planlayıvermişler.

Santral tam kapasite çalışırsa, her şey yolunda giderse yılda 7,5 milyar kilovatsaat elektrik üretecek. Yerli linyitin kalitesizliği ve geçmiş tecrübeler öyle olmadığını söylüyor ama varsayalım haklı çıktılar, biz bu veriler ışığında kritik soruyu soralım. Bu santral yapılmazsa Türkiye’de elektrikler kesilir mi? Ya da Eskişehirliler santrala karşı çıkar ve yaptırmazsa Türkiye elektrik ithal etmek zorunda kalır mı? İki sorunun da yanıtı hayır. İhtiyaçtan fazla santralımız var. Türkiye’nin kurulu gücü 2017 sonunda 85 bin megavatı geçti. 2017’de elektrik tüketim rekorunun kırıldığı günde ise en yüksek talep (puant güç) 48 bin megavatın altındaydı. Yani, talebin yaklaşık iki katı fazla kurulu güç var.

Görüldüğü gibi Türkiye’nin şu anda yeni bir santrala ihtiyacı yok. Önümüzdeki yıllarda elektrik talebi artarsa ne olacak diye sorabilirsiniz. O sorunun yanıtını da Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) vermiş. TEİAŞ`ın 2017-2026 için yaptığı elektrik tüketim tahminlerine bakmışlar. Elektrik talebinin daha az artacağını söyleyen düşük talep senaryosunun tahminin karşılamak için mevcut santralların yüzde 47,6 kapasiteyle çalıştırılması yeterli oluyor. Elektrik talebinin çok arttığı yüksek talep senaryosu içinse mevcut santralların yüzde 56,2 kapasiteyle çalıştırılması yeterli oluyor. Kısaca EMO, yeni bir santral yapılmasa bile talebi karşılamakta sorun yok diyor. Kaldı ki lisans almış yapılmayı bekleyen ya da yapımına başlanan nereden baksanız bir 30 bin megavatlık santral daha var.

Bu kadar is ve kömür kokusu yeter, işi tatlıya bağlayalım. Türkiye birkaç gün önce enerjide yeni bir hedef daha açıkladı. Ulusal Enerji Verimliliği Eylem Planı kapsamında 2023 yılına kadar birincil enerji tüketiminin yüzde 14 oranında azaltılması hedeflendi. Planın içinde elektrikteki dağıtım kayıplarının yüzde 8’e indirilmesi de var. Bugünkü oranın yüzde 14’lerde olduğunu düşünürseniz, sadece bu hedefe erişilmesi Eskişehir’de kurulmak istenen santralın üreteceği kadar elektriğe ihtiyaç kalmayacağını gösteriyor. Tatlı olan da bu. Dağa taşa santral kuruyorsun, elektrik talebinden fazla üretim yapıyorsun ve bir yandan da enerjiyi daha verimli kullanmak için eylem planı hazırlıyorsun. Kafaların karıştığı kesin bilgi, yayalım.   

Tatlının üzerine acı kahve sevenleri de şu satırla baş başa bırakayım. Türkiye önümüzdeki günlerde ekmeklik buğday bulamayabilir ama herkesi çarpmaya yetecek elektriği olacak. Buğday bulamazsak yine ithal ederiz ama kömürü yakmazsak elektriksiz kalmayız. Onun yerine koyacak seçenek ise çok.

Havamız söylenenden iki kat daha kirli

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Ocak 2016

Pekin. Foto: O. Gurbuz.
Bundan altı yıl önce Pekin’de yaşıyordum. Kentin en batısında ve merkezden uzak olduğum için hava kirliliğinden ‘ölürcesine’ etkilendiğimi söyleyemem. Evimin pencerelerini açmasam bile içeri dolan tozu 3-4 günde bir süpürmekten başka şikayetim yoktu. Son iki yıldır Pekin’den gelen haberler durumun çok ciddi boyutlara ulaştığını gösteriyor. Beş yılda hava kirliliği sorunu bir krize dönüştü.

Türkiye’de de hava kirliliği sorunu giderek artıyor. Iğdır, Batman, Afyon, Osmaniye, Isparta, Düzce, Denizli… Liste uzun. Sadece küçük kentler değil, hükümetin yatırımları akıttığı İstanbul, Ankara gibi kentler de hava kirliliği için belirlenen sınır değerleri aşan ilçelerle dolu. Bu kadarını sokağa çıkan herkes biliyor. TMMOB Çevre Mühendisleri Odası’nın (ÇMO) son raporu ise pek konuşulmayan, bizim geçen yıl Yön Radyo’da ve bu köşede dikkat çekmeye çalıştığımız bir başka noktaya vurgu yapıyor. Türkiye’deki hava kirliliği sınır değerleri Avrupa Birliği’nin neredeyse iki katı. Yani, bizim ülkemizde kırmızı alarm verilmesi için Avrupa’nın herhangi bir kentine göre neredeyse iki kat daha kirli bir havaya ihtiyaç var. Hemen söyleyelim de böbürlenmeyin. Değerin yüksek tutulması, Türkiye’de yaşayanların akciğerlerinin daha kaliteli olduğunu göstermiyor, insanın yaşamına verilen önemin daha değersiz olduğunu gösteriyor.

Hava kirliliği ölçümlerinde, PM10 ve PM2,5 değerlerine bakılıyor. PM10, çapı 10 mikrometreden küçük parçacıkların miktarını gösteriyor. PM parçacıkları arasında karbon, sülfat, metalik buhar, endüstriyel ve taşıtlardan kaynaklanan tozlar var. Türkiye’de hava kirliliği sınır değeri PM10 için metreküpte 90, AB’de ise 50 mikrogram. Kükürt dioksit için belirlenen sınır değer de bizde 225, AB’de 125 mikrogram. Üstelik, AB kükürt dioksit sınır değerinin bir yıl içinde sadece 3 kez aşılmasına izin veriyor. Dördüncü kez bu yaşanırsa acil önlem alınması gerekiyor. Türkiye’de ise böyle bir sınır yok. ÇMO ölçümlerin yetersizliğinden de şikayetçi. Hava kirliliği ölçüm istasyonların tümünde aynı kirletici parametrelerin ölçülmediğini söylüyor. Düzce gibi kirliliğin en yüksek olduğu kentte, sadece Partikül Madde 10 ve kükürt dioksit ölçülüyor diyen ÇMO, karbon monoksit, PM 2,5 (daha küçük kirleticiler), kurşun, kadminyum, ozon, arsenik gibi çok önemli kirleticilerin ölçülmediğini söylüyor.

Dünya Sağlık Örgütü, hava kirliliği her yıl 7 milyon kişinin erken ölümüne yol açıyor diyor. Pekin’de, Çin’in diğer kentlerinde ve hatta Londra ile Paris’te hava kirliliği sorunu hızla ilerliyor. Hükümet, büyükşehir belediyeleri neden ilgisiz? Ben size kayıtsızlığın sebebini söyleyeyim. Hava kirliliğinin kaynakları bugünkü hükümetin rant merkezleriyle birebir bağlantılı. Kömür listenin başında. Hükümet, iklim değişikliği ve hava kirliliğine rağmen yerli kömür sahalarını şirketlere dağıtmaya ve enerji politikasını bu eski model üzerine kurmaya devam ediyor. Yoksullaştırılan halkın evinde ucuz kömür yakmaktan başka seçeneği yok. Doğalgaz desteklenmesine rağmen pahalı. Kömür ise çevreyi kirletirken cezalandırılmadığı ve ucuz işçilikten faydalandırıldığı için hâlâ evsel kullanımda ucuz bir seçenek. Hava kirliliğinin diğer iki ana nedeni de çarpık kentleşme ve ulaşım. İstanbul’un temiz havasının garantisi Kuzey Ormanları’nı, 3. Köprü ve 3. Havalimanı gibi rant sağlayacak projelere feda edenler hatalarını itiraf etmese de durum bu. Otomotiv lobisine, petrol satışından elde edilen vergilere dokunacak önlemler, icraatlarının finansal desteğini bu sektörlere bağlamış hükümete uzak. Yoksa, hava kirliliği uyarılarının yapıldığı İstanbul’da çoktan tek-çift plaka, özel araç yasağı gibi uygulamalar hayata geçirilirdi. Pekin yıllardır, plaka numaralarına göre taşıtların trafiğe çıkışını kontrol ediyor. Kentin yeni mahalleleri, bizde yok edilmek istenen Gezi Parkı gibi parklarla dolu. Dev caddeler ve metro hatları inşa ediliyor. Buna rağmen, iklim koşullarının da etkisiyle, dev kentler kurmanın, nüfusu bir bölgeye yığmanın, kömüre ve özel araçlara önem vermenin kaçınılmaz sorunlarıyla karşı karşıya kaldılar.

Kentsel dönüşümden, konut kredileriyle borçlandırılan yurttaşlardan, köprü ve otoyol gibi projelerden oy ve rant elde eden hükümetin, bunlardan hava kirliliği nedeniyle ölecek birkaç bin kişi için vazgeçeceğine inanan var mı? Var diyenlerin iyi muhtar olacağı ortada.

Atanamayanlar ile yönetemeyenler

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Aralık 2014

Öğretmeninden çevre mühendisine, eğitimini tamamlamış, kamuda görev almak isteyen onlarca donanımlı insan atama bekliyor. Sorunun temelinde art niyet yoksa plansızlık var. Eğer açık yoksa bu kadar nitelikli iş gücü neden yetiştiriliyor? Yok, sorun bu kişilerin yetersizliğiyse, o zaman da eğitim sistemi sorgulanmalı. Her ile hatta ilçeye üniversite açmak marifet değil, buralarda kaliteli eğitim vermek ve mezunları üretim sürecine katmak gerek. Mezunlar güreş hakemi olsa tiyatro müdürü yapardık ama çevre mühendisinden, öğretmenden bahsediyoruz.

Kamuda, özellikle de Çevre Bakanlığı’nda çalışmak isteyen mühendisler dertli. 2014’te Bakanlığa alınan çevre mühendisi sayısı sadece 43. CHP Milletvekili Melda Onur geçenlerde sordu, Çevre ve Orman Bakanlığı da yanıtladı. Bakanlık bünyesinde 4033 mühendis varmış, bunların 793’ü çevre mühendisi. Yeterli mi? Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Baran Bozoğlu, “yeterli değil” diyor. Bakanlığın 81 ilde örgütlü olduğunu belirten Bozoğlu, “İl başına en az 20 çevre mühendisi olmalı, İstanbul gibi illerde bu rakam 70’leri bulmalı. Bu da en az 2 bine yakın mühendisin bakanlık bünyesinde görevlendirilmesini gerektirir” diyor. Çevre Bakanlığı’nın ÇED raporlarını onaylamaktan tutun izin ve lisansları vermeye, sonra da tüm bu işleri denetlemeye varan bir sorumluluğu var.
 
Bozoğlu, “Daha sağlıklı ve ciddi denetim yapılması lazım. Bu denetimlere gidenler arasında ebe, tercüman, veteriner bile var. İnceleme yapıyor ve ceza kesiyorlar. Örneğin, Çevre Bakanlığı yakın zamanda Akkuyu Nükleer Santrali’nin ÇED raporunu (Çevre Etki Değerlendirme) onayladı. Onayladı ama bakanlıkta çalışan bir nükleer mühendis bile yok” Üniversitelerde, çevre mühendisliği bölümlerini kuranlar arasında orman mühendislerinin bile olduğunu söylüyor. “Olan meslek disiplinimize oluyor” diye de ekliyor.

Aslında bu kadrolara en çok Çevre Bakanlığı’nın ihtiyacı var. Bakanlığın saygınlık kazanması için işine bilimsel yaklaşan, tarafsızlığını koruyan bir ekibi olmalı. Sadece bakanlığın mı? Şirketlerin, belediyelerin ve danışmanlık firmalarının da yeniden yapılanmaya ihtiyacı var. Bu yeniden yapılanma sırasında çevre mühendislerinin yapacağı işi, 4 yıllık üniversite mezunu herkese yaptıran ‘çevre görevlisi’ uygulamasına da son verilmeli.

Denetim mekanizmaları da yerli yerine oturtulmalı. Türkiye’de devlet ve şirketlerden bağımsız dediğinizde akla hemen TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları) ve ona bağlı meslek odaları gelir. Hükümet ise yine tersini yapıyor. TMMOB’nin kuruluş yasasını değiştirmeye çalışıyor. En büyük amaç TMMOB ve bağlı meslek odalarının bağımsızlığını ortadan kaldırmak. Denetleyen de eleştiren de olmasın istiyorlar.

Türkiye’nin neresine baksanız ‘çevre sorunu’ gördüğümüz günlerdeyiz. Bu sorunları nasıl çözeceğiz? Karar mercilerinde, denetim sırasında daha çok çevre mühendisi, bağımsız kuruluş yer alsa ve bu süreçler şeffaf yürütülse, bu sorunların bazıları hiç ortaya çıkmadan önlenemez mi? Zeytinler kesilmeden önce Çevre Bakanlığı’ndan bir uzman çıkıp, kurum içinde, “bu iş olmaz” dese, bakanlığın tıkır tıkır onayladığı ÇED raporlarının doğruluğunu yerinde denetleyen bir meslek odası, “raporlarla gerçeğin ilgisi yok” diye itiraz etse fena mı olur? Böylece birbirimize girmeden, ÇED raporları mahkemelerden dönmeden, Bakanlığın itibarı yerle bir olmadan bu işleri çözemez miydik? Olması gereken bu.

Çevre Bakanlığı ve hükümet farkına varamıyor. Kurumlarda çalışanlar yetersizleştikçe, bağımsız denetim mekanizmaları ortadan kaldırıldıkça yok olan kendileri. Yönetemiyorsan halk yönetebilecek olanı bulur.