Üniversitede 'nükleer propaganda' merkezi

Mersin Akkuyu’da nükleer santral kurmak isteyen Rus devlet şirketi, İstanbul ve Mersin’deki merkezlerinde nükleer enerji propagandası yapmaya devam ediyor. İTÜ’de yer alan merkezin son hedefi ortaokul öğrencileri.

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Haziran 2016

Mersin Akkuyu’da nükleer santral kurmak için Türkiye ile uluslararası anlaşmaya imza atan Rusya, bir yandan da nükleer enerji konusunda halkın direncini kırmaya çalışıyor. Mersin’de bu ay başı açıklanan beş bin kişilik anket sonuçları, Mersinlilerin yüzde 79’unun Türkiye’de nükleer enerjiye geçilmesini istemediğini ortaya koymasına rağmen, Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki uzantısı Akkuyu NGS şirketi, Büyükeceli (Akkuyu), Mersin ve İstanbul’da açtığı ve ‘bilgilendirme merkezi’ adı verilen yerlerde nükleer enerji propagandası yapıyor.

Ortaokul öğrencilerine nükleer övgüsü
Devlet kurumlarıyla işbirliği yapan merkezler, zaman zaman okullardan getirilen öğrencilere de nükleeri öven, yenilenebilir enerji kaynaklarını yeren bilgiler veriyor. 2014 yılında açılan İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki (İTÜ) merkeze getirilen öğrenciler arasında artık ortaokul öğrencileri bile var. Öğrencilere dağıtılan broşürlerde ise ‘nükleer yakıt ile çalışan santrallerin çok ucuz enerji ürettiği’, ‘güneş ve rüzgardan enerji elde edilmesiyle doğa şartlarına aşırı bağımlı olunduğu’ gibi tartışmalı ve akla zarar bilgiler yer alıyor. 

İçerikte ne Çernobil ne Fukuşima var!
İTÜ’deki merkezde nükleer enerji eğitimine katılan çocuklara dağıtılan broşürde nükleer kaza riskinden, Çernobil veya Fukuşima’da olanlardan hiç bahsedilmiyor. Radyasyon konusu ise “güneş ışığına maruz kalındığında size radyasyon bulaşır mı” denerek bilimsellikten uzak bir yanıtla geçiştiriliyor. 

Üniversite propagandaya alet
Nükleer mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman ise, “kaza riski” konusunda farklı düşünüyor. Fukuşima kazası sonrası pekiştirdiği kaza risk olasılık hesapları zemininde, merkezlerde anlatılan bilgilerle katiyen aynı fikirde olmadığını belirten Yarman, yaşanan üç büyük kazaya (Üç Mil Adası-ABD, Çernobil ve Fukuşima) bakarak her biri Keban Barajı gücünde 100 nükleer reaktörden ez az birinin, 40 yıllık ömrü içerisinde, hiç bir kaza senaryosunun öngerememiş olacağı bir süreç sergileyerek, felakete sebep olduğunun ortaya çıktığının altını çiziyor. Yarman, “Dolayısıyla, kaza riski, yaklaşık yüzde 1’dir ve bizlerin öğrenci olduğumuz yıllarda hesaplanandan, 1000 değilse bile, asgarî 100 kat daha yükseğe tırmanmıştır” diyor ve ekliyor: “Karar merciinde olsam, böylesi yüksek bir riski, hiç bir biçimde göze alamazdım. Bunun altını önemle çiziyorum. Bir üniversite biriminin, her ne olursa olsun, milyar dolarlık şirketlerin, üstelik bilime gözlerini kapayarak, basit bir propagandisti gibi davranmasını kınıyorum”. 

Beni ‘Akkuyu’larda Merdivensiz Bıraktın adlı kitabın yazarı Filiz Yavuz ise “bu kadar niteliksiz bir broşüre imza atmaktan çekinmedikleri için Türkiye’nin en önemli ve saygın üniversitelerinden biri olan İTÜ açısından üzüldüğümü belirtmeliyim” diyor. Yavuz çocuklara dağıtılan broşürü, “Bilimsellikten son derece uzak bu broşürde de sıkça tekrarlanan nükleer enerjinin ucuz ve verimli olduğu argümanının yanı sıra Türkiye’nin enerjiye ihtiyacının giderek arttığı, nükleer santrallerin istihdam sağlayacağı, nükleer santraller yapıldığı takdirde Türkiye’nin dışa bağımlılığının azalacağı argümanları da dillerden düşürülmüyor. Bu argümanların hiç birisi doğru değil! Konu, yaşamı tehdit eden atık sorunu ve kaza riski üzerinden tartışılmıyor. İşlerine gelmediği için atık sorununu ve kaza riskini küçümseme eğilimindeler” sözleriyle değerlendiriyor. Yavuz, broşürde geçiştirilen nükleer atık sorununa da değinerek, içinde yüzbinlerce yıl tehlike arz edecek maddeleri barındıran nükleer atıklara dünyanın hiç bir ülkesinde çözüm bulunamadığına dikkat çekiyor. 

Doğa talanı yerine doğaya uyum
Rosatom, İTÜ, Arı Teknokent ve Akkuyu NGS’nin bilgilendirme merkezinin ortakları olarak belirtildiği broşürde sadece nükleer enerji övülmüyor aynı zamanda güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynakları da kötüleniyor. Solarbaba Platformu kurucusu Ateş Uğurel, yenilenebilir enerji kaynaklarının insanı doğa şartlarına bağımlı kıldığı argümanının doğru olmadığını söylüyor. Uğurel, “Güneş enerjisinden bahsedersek zaten tam ihtiyacın oldugu zaman (yazın-öğlen) elektrik üretip en yüksek talebe yanıt veriyor. Bu bir bağımlılık değil, faydalı bir durum. Elektrik depolama teknolojilerinin gelişimi ile birlikte 10 yıl içinde tüm rüzgar, güneş enerjisi santralları baz yük santral olacak, 7/24 elektrik üretecek” diyor. Güneş enerjisiyle ilgili çalışmalarıyla tanınan Uğurel, “Doğayı mahvetmek yerine, doğa şartlarına bağımlı olmak ve ona uyumlu bir yaşam modeli oluşturmak çok daha güzel bir alternatif” yorumunu yapıyor.

Akkuyu 11 Temmuz’da nükleer karşıtlarını bekliyor

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Haziran 2016 

Mersin’de kurulmak istenen nükleer santral karşı yürütülen mücadele 40 yılı aşkın bir süredir devam ediyor. 40 yıl önce geleceğin nükleerde olmadığını görenler Türkiye’ye büyük bir hizmet yapıp, radyasyonu bu topraklara bulaştırmadılar. 1970’lerde Taşucu Balıkçılar Kooperatifi’nin başkanlığını yapan Arslan Eyce’yi, gazeteciler Örsan Öymen ve Ömer Sami Coşar’ı ilk adımları atmalarından dolayı kutlamak gerek.

Nükleer karşıtları olmasaydı bugün Türkiye binlerce ton nükleer atığa bekçilik yapıyordu. Belki de büyük bir nükleer felaketin getirdiği yıkımın izlerini silmek için uğraşıyor olacaktık. Çernobil veya Fukuşima’da gördüklerimiz Mersin’de yaşanıyor olabilirdi. 800 bin kişinin bölgeden tahliye edildiğini, Türkiye’nin naranciye üretiminin büyük darbe aldığını ve Akdeniz’de turizmin bittiğini bir düşünün. Bir yıl gelmeyen turistin yarattığı sorunları görenler Akdeniz’i tamamen bitirecek nükleer santral saçmalığının farkına varmalı.

İşte, kimilerinin “istemezükçü” dedikleri bu kişilerin ülkeye ettiği hizmet en basitinden bu. ABD, Sovyetler ve Japonya gibi endüstri ve teknoloji devlerinde üç büyük nükleer kaza oldu. Nükleeri savunanlar her defasında “bir daha olmaz” derken çevreciler, nükleer karşıtları “bu risk hâlâ var” diyerek hepimizi uyardı ve hayatımızı kurtardı. Şimdi ise elektrik üretmenin nükleerden çok daha ucuz yollarının olduğu bir çağdayız. Türkiye’de başta güneş ve rüzgar olmak üzere bu enerji kaynakları açısından en şanslı ülkelerden biri. Nükleere direnenler sadece hayatımızı kurtarmadı, ülkenin gelişmesi için yepyeni bir fırsatın da önünü açtı. Enerjiyi verimli kullanan, yeni teknolojileri değerlendiren bir Türkiye bambaşka bir çağa adım atabilir. İcraat dediğin her zaman beton dökmek değildir, bazen de yanlış yere, yanlış amaçla dökülecek betonu durdurmaktır.

40 yıllık nükleer karşıtı mücadelenin en önemli ayaklarından biri de Temmuz aylarında Mersin’in Büyükeceli köyünde düzenlenen nükleer karşıtı şenliklerdi.  Büyükeceli, Akkuyu sahasına en yakın köy. Bu yıl da nükleer karşıtlarını konuk edecek ama amaç şenlik değil. 11 Temmuz’da Akkuyu’ya gelen bilirkişi heyetine gerçekleri anlatmak. Nükleer santralin geleceği belirsizliğini korusa da ÇED süreci devam ediyor. ÇED raporuna yapılan itirazları incelemek üzere 15 kişilik bilirkişi heyeti de Akkuyu’ya geliyor. Nükleer karşıtları da 10 Temmuz Pazar günü çadırlarını alıp Büyükeceli’de kamp kuracak. Aynı eski şenliklerde olduğu gibi. Ertesi gün de bilirkişi heyetine itirazlarını iletecek. Mersin Nükleer Karşıtı Platform (NKP) Sözcüsü Erkan Demir, “Bizler 40 yıllık davamıza sahip çıkmak adına 10 Temmuz, saat 12.00’de Akkuyu'da olacağız. 10 Temmuz’u nükleer karşıtlarının ulusal çapta bir araya geleceği bir etkinliğe dönüştürelim. Çadırını ve yüreğini al da gel diyoruz. Tüm dostları ‘ölüme karşı yaşamı savunmaya’ dayanışmaya çağırıyoruz” diyor.

Akkuyu’da işler zaten karışık. Rusya’nın uçağını düşüren Türkiye, yapılan uluslararası anlaşma gereği projeden vazgeçmek istese bile geçemiyor. Geçerse tahkim yolu açılıyor, Rusya’ya tazminat ödenebilir. Bulgarsitan’da benzer bir durum oldu. Yeni nükleer santral yapmaktan vazgeçen Bulgaristan Rusya’ya 500 milyon avro civarında tazminat ödemeyi kabul etti. Türkiye tazminat ödemeyip projeye devam etse bu sefer de anlaşmada taahhüt ettiği alım garantisi nedeniyle ciddi bir kazık yiyecek. Şu anda piyasada 4-5 dolar sente satılan elektriği Rus şirketten neredeyse üç katı fiyata (12,35 dolar sent), 15 yıl boyunca almak zorunda kalacak. Ucuz nükleer palavralarıyla nükleer santral pazarlayanların Türkiye’yi attığı kazık bu. AKP bu faturanın farkında ama hem tazminat korkusu hem de nükleerin yanlış tercih olduğunu itiraf etmenin politik ağırlığını kaldıramayacakları için projede ısrar ediyor. Elbette bunlar bizim gördüklerimiz, 25 milyar dolarlık işin göremediğimiz tarafında neler var kimbilir?

Rusya da çıkmazın farkında. Recep Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle 3 milyar dolar yatırdıkları bir işi bırakıp gidemiyorlar. O üç milyarın nereye gittiği de belli değil. Ortada düzlenen bir sahadan başka bir şey yok. İş makinaları durmuş. Şirket nereye, ne kadar harcandığını açıklamıyor. Çareyi ellerindeki hisselerin yüzde 49’unu satışa çıkarmakta buldular. Anlaşma gereği Rus devlet şirketi çoğunluk hisseyi elde tutmak zorunda, istese de projeden ayrılamıyor. Bu satışla, proje tam anlamıyla çuvallarsa ortaya çıkacak zararı azaltmayı, bulacakları AKP’ye yakın bir ortakla da uçak krizinden beri yürümeyen süreci yürütmeyi planlıyorlar.  Yoksa kimse piyasa fiyatının 2-3 katı fiyattan elektrik satma garantisine sahip bir projeyi yüzüstü bırakıp gitmez. İşin oluru giderek azalıyor, herkes farkında.

Herkesi mutlu edecek bir çözüm yok mu? Var, o da zaten bin tane eksiği, yanlışı olan ÇED raporunu iptal etmek. Sonra da Rusya’yı olmayacak işte ısrar etmeme yönünde ikna etmek. İstenirse olur ama önce nükleer inattan vazgeçmek gerek.

Beş maddede enerji devrimine geçiş

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Haziran 2016
 
Enerji sorunu her geçen gün daha çetrefilli bir hâl alıyor. Endüstriyel enerji tüketimi sürdükçe tüketime yanıt verecek kaynaklar belli. Bunlar, petrol, kömür, doğalgaz ve nükleer gibi fosil yakıtlarla zararı tartışılan veya sınırlı olan güneş, rüzgar, jeotermal, biyokütle, dalga ve Türkiye’de iyiden iyiye kirli enerji sınıfına koyulan hidroelektrik gibi yenilenebilir enerji kaynakları. Hepsi ayrı ayrı, projeden projeye tartışılabilir ama eldeki teknolojiler bunlar.

Kurduğumuz kentler, tercih ettiğimiz yaşam biçimi bizi endüstriyel enerji tüketimine mecbur kılıyor. Bugün cep telefonundan, evdeki işlem görmüş plastik sürahiye kadar her şey endüstri ürünü ve doğadan sağladığımız hammadde dışında yukarıda saydığımız enerji kaynakları kullanılarak üretiliyor. Doğaya dönersek elbette bu mecburiyetten büyük ölçüde kurtulmak mümkün ama bunu kaçımız istiyor ya da gerçekten yapabilir orası belli değil.

Tartışmanın diğer bir kısmı ise kentte yaşamaya devam ettiğimizde ne yapacağımızla ilgili. Bu durumda enerji tüketimimizi azaltmak ve kalan ihtiyacı da yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanarak karşılamaktan başka bir seçenek yok. Petrol, kömür ve doğalgazın iklim değişikliği gibi tüm yaşamı tehlikeye atan bir sorunun kaynağı olduğunu biliyoruz. Ayrıca, kullanıldıkları alanda da çevre sorunlarına yol açıyorlar. Nükleer enerji de farklı değil. Elektrik enerjisi üretmek için hayatınızı riske atmanızı isteyen, pahalı, kaza riski ve nükleer atık sorunu nedeniyle kabul edilemez bir teknoloji.

Yenilenebilir kaynaklarla ilgili de şikayetler var. Sadece BirGün’deki haberleri tarasanız, başta HES’ler olmak üzere, bugüne kadar itiraz edilmeyen yenilenebilir enerji kaynağı olmadığını görürsünüz. Bu itirazları iyi değerlendirmeli ve çözüm bulmalıyız. Yoksa geriye 7 milyar 391 milyon 68 bin kişiyi endüstriyel yaşamdan vazgeçirmek dışında bir seçenek kalmıyor. Bu sizi cezbetse bile geride ikna edilmeyi bekleyen 7 milyar 391 milyon 67 bin 999 kişi daha var. İkna süreci uzayabilir. Tartışmayı geliştirmek adına katıldığım toplantılarda çözüm için önerdiğim, beş maddeden oluşan şu formülü sizlerle de paylaşmak istedim.

1. Gerçek talebi bulacağız.
Enerji talebi diye elimize tutuşturulan rakamlar aslında gerçek talebi ya da ihtiyacı yansıtmıyor. Eğer enerji talebi yaşamı tehdit eder noktaya geldiyse yaşamın sürmesi için gerekli ihtiyaçlar dışındaki tüm üretim sürecini devreden çıkarabilmeliyiz. Bu, silah sanayini durdurmak gibi kökten bir hamle olabilir. Enerji sorununu böyle bir hamleyle ebediyen çözebilirsiniz. Evlerdeki ikinci televizyondan, fazla giysilerden ve hafta sonu uçakla gidilen yeme-içme turlarından vazgeçerek tüketimi azaltmak da bir başka yöntem.

2. Yerele soracağız, halkın onayını alacağız.
Halkın, enerji tüketmeme hakkını da kapsayan bir seçim özgürlüğü olmalı. Başta yereldekiler olmak üzere, halkın onayını almayan bir projenin hayata geçirilmemesi gerek. Bu itirazlar daha az enerji üretimine yol açarsa da sanayiden tüketiciye herkes elini taşın altına koymalı ve tüketimi azaltmak için gerekli adımlar atılmalı.

3. Çevresel ve sosyal maliyetleri hesaplayacağız.
Her yeni projede olduğu gibi enerjide de olası sosyal ve çevresel etkiler bağımsız kuruluşların da katılımıyla hesaplanmalı. Bir termik santralin maliyeti sadece inşaat ve yakıtından ibaret değil. O santralin yol açtığı hastalıkların tedavisi, yok ettiği tarım alanları ve üretim kaybı da değerlendirmeye alınmalı. Yaratacağı istihdam veya turizm üzerindeki olumsuz etki de karar sürecini etkilemeli.

4. Büyük santraller yerine küçük, yerinden yönetilen enerji santralleri kuracağız.
Enerji üretimini küçük ve talebinin olduğu yerlere yayarsak, hem büyük şirketlerin eline geçen tekelleşmiş bir enerji sisteminin hem de çevreye verilen hasarın önüne geçebiliriz. Yerinde üretimle kayıplar önlenir ve bu küçük birlikler arasında başka bir ticaret ve sağlıklı ilişkiler başlar.

5. Tüketen bizsek üreten de biz olacağız!
Son ama işin olmazsa olmazı da bu. Yerelde üretimi birlikte gerçekleştirmek. Enerji, özellikle de elektrik üretimi, halkın bir araya gelerek kurduğu enerji kooperatifleriyle, çatısına veya bahçesine kurduğu güneş panelleriyle, köylerdeki biyogaz tesisleri ve çiftçilerin tarlalarındaki rüzgar türbinleriyle yapılmalı. Karar verici halkın kendisi olursa, şikayet ettiği bir çok soruna yol açmayan en uygun seçenekleri tercih eder. Merkezi idarenin, sermaye sahiplerinin dayatmalarından kurtulur. Enerji bir rant alanı olmaktan çıkar, gerçek ihtiyacı karşılamaya yönelir.

Köklü bir politika değişikliği olmadıkça sizin başınızdan savdığınız termik santral başka bir yere kurulabiliyor. Yırca’da öyle oldu örneğin. Enerji devriminin gerçekleşmesi için hem direnişlerin yayılması hem de çözüm önerilerinin ülke çapına yayılarak politika değişikliğini zorunlu kılması gerekiyor.

Erdoğan’ın çok çocuk talebine ‘toprak ana’dan itiraz var

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Haziran 2016

Recep Tayyip Erdoğan doğum kontrolünü sevmeyebilir. Bunun pek önemi yok, diğer düşünceleri gibi uç bir noktada duruyor. Müslüman ya da değil herkesin bilmesi gerekense şu: Türkiye’nin doğası önerilen çok çocuklu, genç nüfuslu bir ülkenin ihtiyacını karşılayacak doğal varlık kapasitesine sahip değil. Özellikle de Erdoğan ve partisi AKP’nin, doğal varlıkları sürekli yıprattığı mevcut politikalar değiştirilmezse risk artacak. Zorlanmış bir nüfus artışı, Türkiye’nin giderek yıpranmış doğasının üretme ve kendini yenileme kapasitesini çok daha fazla baskı altına almak, doğacak çocuklara karabasan gibi bir ülke bırakabilir. Erdoğan çocuk istiyor ama annelerin annesi toprak ana “hayır” diyor.

TÜİK’in yaptığı tahminlere göre Türkiye nüfusu 2050 yılında 93 milyonu bulacak ama o tarihten sonra düşecek. Erdoğan’ın dillendirdiği gibi çok çocuk teşvik edilir, nüfus artışı körüklenirse, artan nüfusun ihtiyaç duyacağı su ve gıda gibi ihtiyaçları karşılamak zorlaşacak.

En temel ihtiyaçtan, sudan örnek verelim. Türkiye’nin net kullanılabilir tatlı su kaynağı, DSİ verilerine göre, yılda 112 milyar metreküp. 2015 sonu nüfusumuz 78 milyon 741 bin. Yani, kişi başına düşen tatlı su miktarı yılda 1422 metreküp. Nüfusumuz tahmin edildiği gibi 93 milyon olursa ne olacak? Kişi başına düşen tatlı su miktarı 1100 metrekübe kadar gerileyecek. Nüfus arttıkça su kaynaklarının kirleneceğini de düşünürseniz, bu rakam bir ülkenin su fakiri kabul edildiği 1000 metreküp seviyesine gerileyecek. Türkiye su fakiri bir ülke olacak. Daha çok çocuk yapıp nüfusu 100 milyonlara doğru götürürsek, felaketimizi de hazırlamış oluruz. Su olmazsa hastalıkların artacağını, yaşam kalitesinin düşeceğini, ekonominin zorlanacağını hatırlatalım.

Nüfus artışıyla büyüyecek ikinci bir dert de hava kirliliği. Su gibi temiz hava da insan yaşamının olmazsa olmazı. Türkiye’de 81 ilin 62’sinde hava kirliliği değerleri, Avrupa Birliği’nin sınır değerinin üzerinde (KaraRapor, Temiz Hava Hakkı Platformu). Hava kirliliğini körükleyen üç faktör var: Çarpık kentleşme, ulaşım ve kömürlü termik santraller. Mevcut hükümetin planları bu üç konuda da iyileşme önermiyor. Daha büyük ve çarpık kentler kurmaya devam ediliyor. Türkiye’nin nüfusu rant uğruna iki üç şehire sıkıştırıldı. Koskoca ülkede nüfusun beşte biri İstanbul’da. Toplu taşıma da ihmal ediliyor. İstanbul Boğazı’nın üzerine üç karayolu köprüsü yapıldı ama iki yakayı birbirine bağlayan tren hattı bir tane. Türkiye’nin üçüncü büyük kenti İzmir’e İstanbul’dan tren yok; Ankara’dan giden trense otobüsten yavaş. Herkese otomobil aldırmak için otoyol, duble yol, köprü ve geçitlere paralar akıtılıyor. Ulaşım karayoluna ve otomobile endekslendikçe hava kirliliği artıyor.

Enerjide de temiz kaynaklara değil kömüre teşvik veren yasalar çıkarılıyor. Kömürlü termik santrallere çevre muafiyeti getiren kanun geçen hafta Meclis’ten geçti. Özelleştirilen santrallerin sahipleri filtre bile çalıştırmadan kömür yakacak. Bu da hava kirliliği artışının, tarım alanları ve ormanların asit yağmurlarıyla yok edilmesinin yolunu açacak. Çok çocuk doğurun diye herkesin özel hayatına karışanlar ne yapacak? Doğumhane kapısında her yeni doğan bebeğe nazar boncuğu yerine gaz maskesi mi takacak?

Çok çocuk dayatmasıyla büyüyecek sorunlar sadece su ve hava kirliliğiyle sınırlı değil. Türkiye halihazırda ekolojik kapasitesinin fazlasını tüketiyor. Türkiye, mevcut doğal kaynaklarının bir yıl içinde kendisine sunabileceği miktarın 1,5 katını tüketiyor (WWF-Türkiye - Türkiye’nin EkolojikAyak İziRaporu). Yani, cepten yiyor. Doğasını, kendini yenileme kapasitesinin üstünde kullanıyor. Nüfus artışı nedeniyle artacak talebi karşılamak için daha fazla ürün üretmek, bunun için de sanayinin daha fazla hammadde kullanması gerekecek. Bu da doğaya verilen kalıcı hasarı arttıracak. Halbuki her şeyin sınırı var; doğanın da, size sunduğu hizmetlerin de. Aradığınız kaynakları başka ülkelerden bulmak da zor çünkü tüm dünyada durum aynı. Gelişmiş ülkelerle gelişenler arasında dengesizlik olsa da şu anda ortalama 1,5 gezegenin sunabileceği kaynağı tüketerek yaşıyoruz. Ormanların azalması, gıda üretiminin zorlaşması, sınırlı madenler için talanın ve doğa üzerindeki baskının artması hep bu yüzden. Nüfus artışı da kimseye yardımcı olmuyor. Yangına körük misali…

Ne zaman çevre konusunda bu uyarıları yapsak çok zeki bir arkadaş çıkıp, “önce gelişelim sonra gelişmiş ülkeler gibi soruna çözüm ararız” der. Bu saçmalığı dinleyerek geçti ömrümüz. Şimdi o zeki arkadaşlardan, “önce çoğalalım, sonra azalırız” tadında, benzer bir yanıt bekliyorum. Pratikleri de var hani. Durup dururken çıkardıkları savaşlarla her gün onlarca insanı toprağa vermiyor muyuz? Olan doğurduğunuz çocuklara olacak, yazıktır.

Cep telefonu kanser yapıyorsa...

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Haziran 2016

Birkaç gün önce Amerika’dan gelen haberler cep telefonu ile kanser arasında bir ilişki olmadığını iddia edenleri üzdü. ABD Ulusal Zehir Bilimi Programı (NTP) tarafından iki yıl süren araştırmalar, bir kez daha, cep telefonun kansere neden olabileceğini söyledi. 2011 yılında Dünya Sağlık Örgütü cep telefonlarının kanser yapabileceğini zaten söylemişti ama telekomünikasyon şirketlerinin de baskısıyla bu uyarı geçiştirilmişti. 25 milyon dolarlık bütçeyle fareler üzerinde yapılan son araştırma insanlığa ikinci bir uyarı yapıyor.

Araştırmada iki fare grubu kullanıldı. Bir gruba üç farklı derecede (1,5, 3 ve 6 W/Kg) tüm vücudun maruz kalacağı iki ayrı cep telefonu radyasyonu (GSM ve CDMA) verilirken, kontrol altındaki diğer gruba cep telefonsuz bir yaşam seçeneği sunuldu. Radyasyona maruz kalan grupta beyin ve kalpte kanser vakalarına rastlanırken, cep telefonsuz grupta bu kanser türlerine hiç rastlanmadı. Araştırmayı hazırlayan takımı yöneten ve şimdi emekli olan Ron Melnick çok açık konuşuyor. Melnick, “NTP testi, cep telefonları hiçbir sağlık sorununa yol açmaz hipotezini sınadı ve çürüttü. Deneyden sonra yapılan detaylı incelemeler de gösteriyor ki, kanserojen etki konusunda bir konsensüs var” diyor.

Bu önemli çalışmanın sonuçları Türkiye’deki gazetelerde de yer aldı ama yapılan haberler, özellikle ana akımda, sınırlı yer aldı. Bu haberlerde de, cep telefonu şirketlerinden, telekomünikasyon otoritelerinden yetkililerin görüşlerine rastlamadık. Halbuki bu deney cep telefonlarını, baz istasyonlarını her şeyi yeniden tartıştıracak bir karar. Çünkü çok net görülüyor ki, bu konularda yapıldığı ve bu teknolojinin zararsız olduğunu söyleyen araştırmalar tartışılır.

Gazetelerde neden bu tartışmalar yok? Sayfalarına cep telefon şirketlerinden gelen reklamlar yüzünden olabilir mi? Olabilir. Ana akım medyada çalıştığım dönemde yaşadığım tecrübeler bu soruya kocaman bir evet denmesi gerektiğini söylüyor. Bizim bireysel çabalarımız gerçeklerin ortaya çıkmasına yetmiyordu. O zamanlar şimdi sansürden yakınan gazetecilerin çoğu susuyor, Gezi tecrübesiyle ortaya çıkan penguenlerle medya arasındaki ilişki bilinmediği için de kimse anlattıklarımıza inanmıyordu.

Kritik soru şu. Hepimizin elindeki bu cep telefonlarından, baz istasyonlarından tamamen kurtulmak mümkün mü? Ne yapacağız? Bu sorunun aslında üç farklı yanıtı var. İlki, “cep telefonsuz yaşam mümkün, 20 yıl önce onlarsız yaşıyorduk” yanıtı. Bu yanıtın tartışılacak bir tarafı yok. Kesinlikle doğru. Teknoloji çoğu zaman yarattığı çözümlerin yanında yeni sorunlar da doğurur. Teknoloji tartışması gerekli ama kamuoyunu ikna etmek zor. Kapitalizm zihinlere öyle bir egemen oldu ki, insanların konforu, yaşamsal ihtiyaçlarının önüne geçer oldu. Kanser olma olasılığına karşı cep telefonunda ısrar etmek başka nasıl açıklanabilir ki? Hepimizin bir akıl tutulması yaşadığı oratada. İkinci yanıt ise “cep telefonu kullanırken kulaklık takılması, evde sabit telefonlara dönülmesi, çocukları telefondan uzak tutmak ve kullanımı sınırlamak” gibi çözümü kullanıcıya bırakan önerilerden oluşuyor. Baz istasyonlarına ve idareye dikkat çeken bir yanıt vermek de mümkün. “Baz istasyonlarının değerleri bağımsız denetime açılmalı. Kurulduğu yerlerde karar verici o bölgede yaşayanlar olmalı. 4G gibi baz sayısını arttıran hamleler, cep telefonlarının güvenliği garantilenene kadar durdurulmalı. Facebook’ta fotoğraf indirirken bekleyeceğiniz birkaç salise hayatınızdan daha önemli değil herhalde” de denebilir.

Bu üç yanıtın hangisi iyi diye tartıştırmak yerine yapılacak en akıllı iş üç yanıtı da ciddiye almak. Cep telefonu kullanırken daha dikkatli olmak, süreyi azaltmak, baz istasyonlarıyla ilgili kararaşamasına o bölgede yaşayanları dahil etmek, mahallelerde halk oylaması yapmak, denetimi devletin tekelinden çıkarıp örneğin meslek odalarına vermek gibi. Bağımsız bilimin önemine de ayrı bir vurgu yapmak gerek. Bilimi devletlerin, şirketlerin tekeline bırakırsanız ABD’deki gibi araştırmaları göremezsiniz. Üniversiteleri bağımsız olmazsa halk sağlığı, o okulları kontrol eden siyasilerle, ekonomik açıdan destekleyen şirketlerin ellerinde oyuncak olur.

Nereden aklıma geldi bilmiyorum ama yazıyı Sağlık Bakanlığı Elektromanyetik Alanlar Komisyon Başkanı Prof. Dr. Tunaya Kalkan ile bitirelim istedim. Kalkan tam bir yıl önce, Sağlık Bakanlığı Kanser Dairesi Başkanlığı’nın yaptığı bir konferansta, cep telefonu ve baz istasyonu konusunda, “Artık öyle radyasyon falan yok. Çünkü, teknoloji emniyetli bir noktaya geldi. Eğer bir şey çıkarsa hiç endişe edilmesin hemen söyleriz” demişti. Kalkan’ı gören var mı bu aralar?