Neden terlediğinizi bilmezseniz terlemeye devam edersiniz

Sadece Amasra değil, adeta tüm Karadeniz feda edilmiş. Sahil yoluyla başlayan seri cinayetler, Sinop'ta termik santral ve nükleer, Zonguldak'ta termik, Samsun'da doğalgaz, Doğu Karadeniz'de ise hidroelektrik santrallerle devam ediyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Temmuz 2012

Türkiye sıcak hava dalgasının etkisi altında, deyim yerindeyse kavruluyor. Herkes, her yerde şıpır şıpır terliyor. Terleyen sadece Türkiye değil. Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) Grönland'daki buz tabakasının beklenmeyen bir biçimde eridiğini tespit etti. Bazı bilim insanları bunun bir sürpriz olmadığını, Mayıs ayında Grönland'ın en güneyindeki meteoroloji istasyonunda sıcaklığın 24,8 dereceye kadar çıktığını söylüyor. Grönland'da sıcaklıklar 1961-90 yıllarında görülen sıcaklıkların ortalamasının 2 ila 4 derece üzerinde seyrediyor. Bilimsel açıklamaları beklemek gerek elbet ama bilim insanlarının büyük bir çoğunluğu küresel iklim değişikliğini ya da halk dilindeki söylenişiyle küresel ısınmayı işaret etmekten çekinmiyor.

Grönland'daki buzulların beklenmedik bir hızla erimesi deniz seviyesinin yükselmesiyle ilgili tahminlerin daha önce gerçekleşmesini sağlayabilir. İngiltere Enerji ve İklim Bakanlığı tarafından İngiltere Meteoroloji Ofisi’ne hazırlattırılan raporun Türkiye kısmında, deniz seviyesindeki yükselmenin Akdeniz’de 428 bin, Ege’de 208 bin, Marmara’da 842 bin ve Karadeniz’de 201 bin kişiyi etkileyeceği yazılı. Bu raporun Türkiye ile ilgili bölümünden çıkardığımız çarpıcı sonuçları 7 Aralık 2011 tarihinde BirGün'e yazmıştık. Grönland'da olup bitenden sonra bu 2 milyona yakın kişinin endişelenmek için daha fazla nedeni var.

Bugün yaşadığımız sıcaklar istisna değil; 1960'lardan günümüze Türkiye'de bir ısınma eğilimi var. Bir senaryoya göre bu yüzyılın sonuna kadar sıcaklık artışı kuzey bölgelerinde 2,5-3, merkez ve güney/güneydoğu bölgelerinde 3-3,5 ve Türkiye’nin doğusunda ise 4 dereceyi bulacak. 2100’de Türkiye’de su sıkıntısı çeken nüfusunun oranı yüzde 45 olabilir. Bütün bu felaket senaryolarından klimanızın düğmesine basarak kurtulamazsınız. Klima kullanmaya başlarsanız felaketin oluşumuna daha fazla ortak olursunuz. Türkiye'nin elektrik tüketiminde geçtiğimiz hafta rekor kırdığını ve bunda en büyük payın soğutma amaçlı klima kullanımının yaygınlaşması olduğunu hatırlatmakta fayda var. Kurulan her HES, nükleer ve termik santralle düğmesine dokunarak sizi geçici bir süre rahatlatan klimalar arasında net bir ilişki var. Klima kullanımından kaçınmak, kaçamıyorsanız da derecesini 25'lerde tutmak hem çevre hem de elektrik faturalarınız için büyük bir kazanç olacak.

FRANSA'DA 15 BİN KİŞİ ÖLMÜŞTÜ
Küresel ısınmanın şakası yok. 2006 yılında Fransa'da görülen benzer bir sıcak hava dalgasının çoğunluğu yaşlı 15 bine yakın kişinin hayatına mal olduğunu unutmayın. Klima kullanmayarak, toplu ulaşımı tercih ederek, özetlersek enerji tasarrufu yaparak bu yıl yaşadığımız sıcak hava dalgasının tekrarlanmaması için önemli birkaç adım atabilirsiniz. Siz bunları yaparken hükumetlerin de benzer bir duyarlılık göstermesi şart. Küresel ısınmanın ateşini daha çok kömür, petrol ve doğalgaz yakarak körükleyen devletlere dur demenin zamanı geldi. Karadeniz'de termik santrallere karşı mücadele eden Amasra ve Gerzeliler işte tam da bunu yapıyor. Bartın-Amasra'da Hattat Holding'e ait Hema Endüstri A.Ş ilk etapta 1320 megavat (MW) gücünde bir kömür santrali kurmak istiyor. Holding yetkililerinin demeçlerinden asıl hedefin 4 bin megavatı bulmak olduğu anlaşılıyor. Türkiye'nin toplam kurulu gücünün 13'te birine eş gücün Amasra'ya kurulması planlanıyor. Tüm elektrik santrallerin 13'te biri gücünde dev bir kömür santralinden bahsediyoruz. Sinop-Gerze'de ise Anadolu Grubu 1000 MW'lık bir başka kömür santralini yeşillikler içerisine yerleştirmenin sinsi planlarını yapıyor. Her iki proje de henüz ÇED raporu (Çevre Etki Değerlendirmesi) alamadı. ÇED raporu almakta aslında bir şey yok. 1993-2011 yılları arasında Çevre Bakanlığı'na yapılan 38 bin 706 başvurudan sadece 32'si olumlu sonuç almamış. Bence bu 32 proje sahibini tebrik etmek lazım. Nasıl becer(e)mişler merak ettim. Amasra ve Gerze'de santral inşaatlarını durduranın ÇED raporlarından çok halkın baskısı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

AMASRA EKO-TURİZMİ TERCİH EDİYOR
1999'da 150 MW gücünde bir termik santralin Amasra'ya yapılacağı haberinin duyulmasıyla direniş başlıyor. Termik santral planları mücadeleyle birlikte küçüleceğine büyüyor. Santralin kurulu gücü 2007'de 600 MW'a 2012'de ise 4000 MW'a kadar çıkıyor. Halk ikna olmuş değil. “Enerji üssü olacaksınız” diyen şirkete “biz turizm ve doğal güzelliklerin üssü olacağız” yanıtı veriliyor. Devlet Planlama Teşkilatı'nın (DPT) 2023 Turizm Stratejisi, Bolu, Zonguldak, Bartın, Kastamonu ve Sinop illerini içine alan bölgeyi ekolojik turizmin geliştirileceği bölge olarak belirlemiş. Taş kömürünün eko-turizmin ilgisini ne kadar çekeceği tartışılır. Eko-turizm denen şeyin, yeşili seven adamların birbirine taş kömürü fırlatması olmadığı umarım biliniyordur.

Amasralı termiğe hayır dedikçe santralin çevreci olacağına dair nutuklar da artmış. Santralin teknolojisi bir 'akışkan yatak' olmuş, bir 'süper kritik'. Gerze'de de teknolojiye övgü dizilen benzer masallar söyleniliyor. Dünyanın en ileri teknolojisinden bahsediliyor ama kömürün yakılmasıyla ortaya çıkan ve küresel ısınmaya yol açan karbondioksiti yok edecek bir teknolojinin henüz bulunmadığını kimse söyleyemiyor. Gerze'de durum o kadar vahim ki, Adalet ve Kalkınma Partisi üyeleri şirketin düzenlediği gezilere katılıyor, yurt dışında kömür santralleri görmeye götürülüyor. Döndüklerinde kömüre methiyeler düzen politikacılar haline geliveriyorlar. Ne gariptir ki hiçbiri bugün bizi terleten, bunaltan küresel ısınmadan bahsetmiyor. Termik santral görmeye gittikleri Almanya'nın olmayan güneşinde elektrik üreterek dünya rekorları kırdığından habersiz mi bu politikacılar?

EN BÜYÜK SUÇLU ENERJİ
Bilim çok net. Kömür, fosil yakıtlar içinde küresel ısınmaya yol açan bir numaralı yakıt. Bir kilovatsaat elektrik üretmek için kömür yakarsanız atmosfere yaklaşık 900 gram karbondioksit bırakıyorsunuz. Doğalgaz da kömüre göre yarı yarıya düşüyor. Aynı elektriği rüzgardan elde etseniz bu sadece 11-30 gram arası (rüzgarın emisyonu daha çok türbinlerin üretimi sırasında harcanan enerjiden kaynaklanıyor. İşletmede emisyon miktarı çok az) karbondioksit emisyonuna neden oluyor. Türkiye'nin 2010 yılı toplam karbondioksit emisyonlarının yüzde 85'inin enerji kaynaklı olduğunu da not düşelim.

Amasra'nın, Gerze'nin doğal güzellikleri, denizi, balıkçılığı aynı küresel ısınmanın varlığı gibi hiç konuşulmuyor. Sadece Amasra değil, adeta tüm Karadeniz feda edilmiş. Sahil yoluyla başlayan seri cinayetler, Sinop'ta termik santral ve nükleer, Zonguldak'ta termik, Samsun'da doğalgaz, Doğu Karadeniz'de ise hidroelektrik santrallerle devam ediyor. Aslında ülkenin her tarafında yeni kömür santrallerinin kurulması planlanıyor. Aliağa, Adana, Mersin, Hatay, Çanakkale ve liste uzayıp gidiyor. Uzayan listeyi kısaltmak zorundayız. Enerji ihtiyacımızı azaltarak bize dayatılan tüketim modellerini reddetmeliyiz. Bunları sıcak hava dalgalarında ölmesini istemediğiniz anne ve babalarımız, dede ve ninelerimiz için yapmalıyız. Afrika'da susuzluktan can verecek, o hiç tanımadığınız çocuklar, Bangladeş'te veya Çin'de sel sularında sürüklenecek akranlarımıza yardım eli uzatmak adına hayata geçirmeliyiz. Kâr hırsıyla kurulan, bilimden, planlamadan uzak ev ve şehirlerde yaşayan Samsun'daki bebekler için yapmalıyız. Onları bu yöneticilerin kurtarmayacağı açık. Tersine, onları küresel ısınmadan habersiz yöneticilerden kurtarmak için bugün klimanızı yarın da termik santralleri durdurmamız gerekiyor. Bu sıcaklar bizim kalbimizi durdurmadan.

Evde enerji tasarrufu yapmanın ipuçları

Daha az doğalgaz ve elektrik harcamak için bazı küçük tedbirler almanız ve yaşam tarzınızı değiştirmeniz yeterli. 14 Temmuz 2012 tarihinde Kanal 24 televizyonunda yayımlanan Tıkırtı Gazetesi programına katılmış ve hem faturaları azaltmak hem de çevrenin korunmasına katkıda bulunmak için yapabileceklerimizden bazı örnekler vermeye çalışmıştım. Programın kaydını buradan izleyebilirsiniz:

Sol süpermarketler kurulsun

Üreten biziz ama yöneten olamadık. Tüketen de biziz ama yine yöneten değiliz. Demek ki bu iş yarım yarım olmuyor. Zincirin tamamında söz sahibi olmadıkça işimiz zor.

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Temmuz 2012

Birleşik Krallık’taki sürdürülebilir tarım hareketinin öncülerinden Patrick Holden geçen hafta Türkiye’deydi. İstanbul’da bir konferans veren Holden, ekilebilir toprağın, minerallerin ve suyun azalması tehlikesinden bahsetti ve sürdürülebilir tarımın önemine vurgu yaptı. Holden’a göre gıda güvenliği sorunu giderek büyüyor ve 15-20 yıl sonra bütün uygarlık büyük bir tehditle karşı karşıya kalabilir.

Sürdürülebilir Gıda Birliği’nin (Sustainable Food Trust) kurucularından Patrick Holden’ın Galler’de bir mandırası var ve mandırada 70’in üzerinde ineği var. 1973 yılından beri pastörize edilmemiş sütten peynir yapıyorlar. Organik ürünler üreten bir mandırayı 38 yıldır ayakta tutabilme başarısına rağmen Holden kaygılı. Tüketilen gıdaların yüzde 2’sinin organik olduğu İngiltere’de bile rüzgar tersinden esiyormuş. 10-15 yıl önce organik ürünleri yere göğe sığdıramayan medya, şimdilerde organik ürün pazarını fahiş fiyata ürün satmak isteyenlerin ticaret alanı ve tüketicilerini de “seçkin” bir topluluk olarak niteliyormuş. Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) ve bunları üreten çok uluslu şirketlerin ellerini ovuşturduğunu tahmin etmek zor değil.

Sadece İngiltere değil, dünyada da işler kirletenlerin lehine gelişiyor. 2009 yılında dünyadaki tarım yapılabilir alanın sadece yüzde 0,85’i organik ürünlere ayrılmıştı. Halbuki dünyadaki ekilebilir alanın yüzde 2’sinde GDO’lu ürünler üretiliyor. Anlayacağınız, kimyasal gübrelere, sanayi atıklarına bulaşmamış toprağın iki katı kadar toprak GDO'lu ürünlere mahkum edilmiş. Geri kalan topraklarda da çok sağlıklı ürünler yetiştirildiğini iddia etmek zor. İngiltere’de ekonomik krizle birlikte organik ürün tüketimi yüzde 30’lara varan oranda düşmüş. Fiyatları aşağı çekemedikçe organik ürünler geniş kitlelere ulaşamayacak gibi gözüküyor. Tüm bu sorunlara çözüm bulacak yeni bir formüle ihtiyaç var. Holden’ın dediği gibi sistemin tümden değişmesi gerekli. Sadece organik ürün yetiştirmek yetmiyor. Dağıtım kanallarında da sizin olmanız lazım. İngiltere’de süpermarketler organik ürünlere sahip çıkmamışlar. Bizde de farklı değil. Süpermarketler artık ürünün fiyatından, çiftçinin tarlasına hangi ürünü ekeceğine kadar her şeyi belirliyor. Olarla anlaşmayan çiftçinin pazara çıkma şansı yok. Küçük çiftçinin dev süpermarketlerle masaya oturma ihtimali de yok. Aracılar bu işi yapıyor ve az bir emekle üreticiden çok kazanıyorlar. Küçük çiftçilerin emeklerinin hakkını alma şansı hiç kalmadı. Ya tarlalarını büyük şirketlere satıp oralarda işçi olacaklar ya da başka bir iş yapacaklar. Holden gibi Prens Charles’la sürdürülebilir tarım üzerine sohbetler yapan bir çiftçi bile geleceğinden kaygılı. Sekiz çocuk babası ve eski bir ‘çiçek çocuk’ olan Holden, “Gıda hareketini sadece küçük, benim gibi birkaç hippi çiftçinin ilgi alanı olmaktan çıkarmak ve bütün tarımın değişmesini sağlamak gerekli” diyor.

İspanya'da "sol" adlı market. Fotoğraf: E. Aslan
Her sorunun, çözüm önerilerini ve bazı fırsatları beraberinde getirdiğine inanırım. Bu karamsar tablo Türkiye’de emekten, işçiden yana duran hareketler için bir fırsat yaratıyor. Hep konuşuruz, “sokakları mı örgütleyelim yoksa fabrikaları mı” diye. Bence süpermarketleri örgütleyelim. Üreticinin pay sahibi olabildiği, ürünlerini raflarına taşıyabildiği bir marketler zinciri kuralım. Bugün, küçük ya da büyük, marketten alışveriş yapmıyorum diyebilen kaç kişi var aramızda? Madem gidiyor ve kullanıyoruz, sahibi de biz olalım. Çok ortaklı işletmeler olur, kooperatifler olur; fark etmez. Tüketiciyle aracısız buluşan, sattığı ürünleri yerel üreticiden tedarik eden, raflarında mümkün olduğunca adil ticaret ve organik ürünlere yer veren, istihdam edilecek kişileri kurulduğu mahalleden seçen “sol ve yeşil” bir süpermarketler zincirimiz neden olmasın? O marketlerden aldığınız ürünlerin ilk başta bir kısmının, daha sonra büyük çoğunluğunun adil bir ticari faaliyet sonucu raflara geldiğini düşünün. Çocuk işçilerin çalıştırılmadığı tarlalardan koparılan domatesler hayal edin. İçine koruyucu madde katılmamış meyve suları. Aldığınız ıspanak için çiftçiye alın terinin hakkının ödendiğini bilmek hoş olmaz mı? Kârın emeğe göre adil bir şekilde paylaşılması önemsiz olabilir mi? Üreten biziz ama yöneten olamadık. Tüketen de biziz ama yine yöneten değiliz. Demek ki bu iş yarım yarım olmuyor. Zincirin tamamında söz sahibi olmadıkça işimiz zor.

Süpermarket de ayakta kalmak için kâr edecek elbet ama üreticiyi sömürmeyecek, tüketiciyi kazıklamayacak. Kısa zamanda çok kar etmeyi değil, çok kişiye gelir sağlamayı hedefleyecek. Böyle bir model, kurucu ortak sayısı çok olacağı için düşük kâr marjına rağmen kısa zamanda ilk yatırım bedellerini geri ödeyebilir. Çeşitli derneklere, dar gelirlilere indirimli ürün satılabilir. Fotoğrafta gördüğünüz süpermarketler içerik olarak anlatmaya çalıştığım tanıma uymuyor olabilir ama İspanyolca’da “sol” güneş anlamına geldiği için benim bir değil, iki kez hoşuma gitti. Süperi bile var. Sizi daha da heyecanlandırmak ve harekete geçirmek için bu fotoğrafları kullanmak iyi olur diye düşündüm.

Böyle bir süpermarket zincirinin ekonomik ve sosyal getirilerini uzun uzadıya yazmama herhalde gerek yok. Üretim ve tüketimde söz sahibi olunan böyle bir modelin başka alanlarda da, örneğin enerji konusunda da gerçekleştirilebileceğine dikkat çekmek isterim. Lisans gerektirmeyen, 500 kilovat kurulu gücün altında mini bir rüzgar santrali (ya da 1 veya 2 türbin) kurarak işe başlanabilir. 1000 ortak, kişi başına düşen 4-5 bin TL’lik (hatta daha az) bir yatırımla ufak bir üretim üssü kurabilir. Avrupa'da özellikle Danimarka'da halkın sahip olduğu çok sayıda enerji santrali var. Almanya'da çiftçiler tarlalarına rüzgar türbinleri kurarak hem tarım yapıyor hem de elektrik satışından ek gelir elde ediyorlar. İleride elektrik tedarikçinizi seçme şansınız da olacak. O zaman bu küçük şirketleri seçerek hem temiz enerji kullanabilir hem de ortak olduğunuz şirketten elektrik satın alarak üreten ve tüketen olma şansına sahip olabilirsiniz. Kömürden, nükleerden veya HES’lerden elektrik üreten bir santrale beş kuruş ödemezsiniz. Türkiye’nin, enerji ve gıda gibi her alanda, halkın üretimden tüketime söz sahibi olduğu, büyük şirketlere mahkum olmadığı modellere ihtiyacı var. İnanın çok zor değil. Var mı 999 gönüllü?

Nükleer enerji tercihi Türkiye’ye pahalıya patlayacak

Nükleer santralin yapım maliyeti bir günde yüzde 25 arttı ama kimse oralı olmadı. Peki, bu beş milyar dolar kimin cebinden çıkacak? Sormaya ne hacet, tabi ki bizim cebimizden.

Özgür Gürbüz-BirGün gazetesi/15 Temmuz 2012

Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Vladimir İvanovski, Mersin’de yapılması planlanan nükleer santralin maliyetinin söylendiği gibi 20 değil 25 milyar doları bulabileceğini söyledi. Radyasyondan değil,  hükümetin gazabından korkan gazetelerimizin birçoğu haberin üzerine gidemedi. Nükleer santralin yapım maliyeti bir günde yüzde 25 arttı ama nükleer enerjinin reklamını yapmaya gelince manşetten ısmarlama haber yayımlayanlar oralı bile olmadı. Peki, bu beş milyar dolar kimin cebinden çıkacak? Sormaya ne hacet, tabi ki bizim cebimizden.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Rusya Federasyonu ile yaptığı uluslararası anlaşma gereği, Türkiye nükleer santralden üretilecek elektriği satın alma sözü verdi. Yatırımı Ruslar yapacak, santralin sahibi olacak, paralarını da bize elektrik satarak çıkaracaklar. Mersin’in Akkuyu mahaline kurulması düşünülen santralde her biri 1200 MW’lık (megavat) dört reaktör olması planlanıyor. Türkiye, iki reaktörün üreteceği elektriğin yüzde 70’ini, diğer iki reaktörün üreteceği elektriğin ise yüzde 30’unu 15 yıl boyunca Rus şirketinden (Akkuyu NGS A.Ş.) satın alacak. Fiyatı da belli, kilovatsaat başına 12,35 dolar sent ödenecek. Türkiye’de birçok yenilenebilir enerji kaynağından bu fiyatın altında elektrik üretmek mümkün. Kaynak var, fiyatı ucuz ve nükleer atık, kaza gibi dertler yok. Tek sorunumuz, tüm bunlara rağmen nükleer santralde ısrar eden bir hükümetin iş başında olması.

5 MİLYAR DOLARI HALK ÖDEYECEK
Bu beş milyar dolarlık farkı Ruslar Türkiye’den isteyebilir. Türkiye’de, anlaşmada böyle bir şey yok deyip yatırıma ortak olmayı reddedebilir. Ruslar, bu defa da alım garantisi için verilen fiyatın yükseltilmesini isteyebilir. Üçüncü seçenek ise inşaata devam edip, bu artışı faturalara yansıtmaları. Ruslar serbest piyasaya daha yüksek fiyattan elektrik satabilirler. Başka türlü maliyeti çıkarmaları mümkün değil. Daha kabaca söylersek, nükleer santral kurulursa elektrik ucuzlayacak diye ortalıkta dolaşanlar bir kez daha havasını alacak. Türkiye beş milyar dolarlık fiyat artışını öyle ya da böyle ödeyecek ve bu bizden tahsil edilecek.

Kötü haberi sona sakladım; bu daha bir başlangıç. Nükleer enerjinin tüm dünyada giderek gözden düşmesinin nedenlerinden biri, belki de en önemlisi yüksek maliyeti. En güncel örnek Litvanya. Merkez-sağ eğilimli Başbakan Andrius Kubilius’un Rusya’ya bağımlılığı azaltma iddiasıyla yeşil ışık yaktığı 1350 MW’lık reaktör için geçenlerde ABD-Japon ortaklığı Hitachi-General Electric firmasıyla anlaşıldı. Anlaşıldı anlaşılmasına ama bu yılki seçimlerde iktidara gelmesi beklenen sosyal demokratlar aynı fikirde değil. Nükleer santral planını rafa kaldırabilir, nedeni de maliyeti. Litvanya Ekonomi Bakanlığı 1350 MW’lık projenin 8 milyar 640 milyon dolara mal olacağını söylüyor. Kilovat kurulu güç başına ilk yatırım maliyeti 6400 dolara geliyor. Böylesine büyük bir ilk yatırım maliyeti nükleeri ekonomik olarak alternatif yapmaktan çok uzak. Sekiz milyar dolarlık kredi bulacaksınız, inşaatın sürdüğü 5-10 yıl boyunca faizlerini ödeyeceksiniz vs. Hâlbuki başka kaynaklarla yatırımın geri dönüşü nükleerden çok hızlı.

RÜZGÂRA YATIRIM 3 KAT UCUZ
ABD Enerji Bakanlığı’na bağlı Enerji Bilgi İdaresi (EIA) 2010 yılında elektrik üreten farklı kaynakların ilk yatırım maliyetlerini kıyaslayan bir araştırma yayımladı. EIA, karada kurulacak rüzgâr santralleri için 1 kW kurulu güç bedelinin 2 bin 438, hidroelektrik için 3 bin 76, doğalgaz santralleri için bin-2 bin (farklı tiplerine göre), güneş termal santralleri için 4 bin 692 ve güneş fotovoltaikler için de 4 bin 755 dolar civarında olduğunu söylüyor. Görüldüğü gibi nükleerin 6 bin doların üzerindeki ilk yatırım maliyetine yaklaşan bile yok. Aynı güçte bir nükleer santralle rüzgâr santrali eşit miktarda elektrik üretmez, kurduğunuz her 1 MW nükleer için 2-3 kat fazla rüzgâr türbini kurmanız gerekebilir ancak ekonomi nükleer enerjinin o kadar aleyhine ki, bu bile nükleere bir avantaj sağlamıyor. Sonuçta, işletme ve yakıt maliyeti çok düşük olan rüzgâr enerjisi nükleeri alt ediyor. Kaza ve atık gibi sorunları olmayan bir kaynaktan bahsettiğimizi de hatırlatayım. Çevre kaygınız yoksa işiniz daha da kolay. Doğalgazın ilk yatırım maliyetinin nükleerden neredeyse 6 kat daha düşük. Doğalgaz fiyatlarında çok ciddi yükselişler olmadığı sürece nükleerin bu mücadeleden de mağlup ayrılacağı ortada. Kısacası, ekonomi nükleer santrallere, “siz ömrünüzü doldurdunuz” diyor.

İNŞAAT DA SORUNLU
Nükleer enerji bir müteahhitle anlaşıp apartman yaptırmaya benzemez. Parayı verip, bir köşeye demir-çelik yığdığınızda o apartmanın maliyetini aşağı yukarı bilirsiniz. Nükleerde siz müteahhitle parayı verip el sıkışsanız bile, inşaat sırasında fiyatın artması ve müteahhidin kapınızı daha fazla para için çalması sürpriz olmaz. Buyurun size iki güncel örnek. Batı Avrupa’da yeni nükleer reaktör inşa eden iki ülke var;  Finlandiya ve Fransa. Finlandiya’da inşaatına 2005’te başlanan reaktörün 2009’da devreye girmesi bekleniyordu. İnşaat hala sürüyor, en erken 2014’te reaktör elektrik üretmeye başlayacak. Bu gecikme sonucunda 3 milyar avroya mal olması beklenen reaktörün maliyeti 6 milyar avroyu geçti. Fransa’da yapımı süren aynı tip reaktörün kaderi de aynı oldu. İnşaatına Finlandiya’dan 2 yıl sonra başlanan reaktör de söylenildiği gibi 4 yılda bitirilemedi. 2016 yılında biterse Fransızlar bayram edecek, maliyeti de yine söylendiği gibi 3 milyar avroda kalmadı, şimdiden 6 milyarı gördü.  

Hükümet olayın farkında ama iktidara geldikleri günden beri nükleere övgüler yağdırdıkları için “U” dönüşü yapmakta zorlanıyorlar. Yapmazlarsa da nükleer bataklığa iyiden iyiye gömülecekler. Politik başarısızlık kaçınılmaz. İnşaat başlamadan planlar iptal edilirse en azından millet bu yanlış tercihin bedelini ödemekten kurtulacak. Bakalım AKP sırtını millete mi yoksa zengin etmeye çalıştığı Rus şirkete mi dönecek? 

Organik Buluşma İstanbul'da

Patrick Holden
Birleşik Krallık'ta (İngiltere) organik gıda ve sürdürülebilir tarım gibi konularda yürüttüğü çalışmalarıyla tanınan Sürdürülebilir Gıda Birliği'nin kurucularından Patrick Holden, 13 Temmuz 2012 tarihinde bir konferans vermek üzere Türkiye'ye geliyor.

Birleşik Krallık’ta sürdürülebilir tarım ve organik gıda üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Patrick Holden, Sürdürülebilir Gıda Birliği’nin (Sustainable Food Trust) kurucularından. Holden, Galler'de organik süt ürünleri üreten ve 1973 yılından bu yana faaliyet gösteren en eski organik mandıranın da sahibi. Patrick Holden, “Soil Association-Toprak Derneği” adlı sivil toplum örgütünde yöneticilik yaptığı 1995-2010 yılları arasında, Büyük Britanya’da organik gıda pazarının oluşmasında önemli bir rol üstlenmiş. Birleşik Krallık’ta organik ürünler hakkında standartların oluşturulmasında, üreticiler arası işbirliğinde ve halkın sürdürülebilir tarım ürünlerine duyduğu güvenin kazanılmasında Holden’in yürüttüğü başarılı medya kampanyalarıyla kurduğu birebir ilişkilerin büyük rol oynadığı belirtiliyor.

Heinrich Böll Stiftung Derneği ile Atlas Dergisi’nin birlikte düzenlediği ve “Organik Buluşma” adı verilen konferans, bu yılki Yeşil Salon toplantılarının ilki. İstanbul Teknik Üniversitesi, Gümüşsuyu Kampüsü, Orhan Öcalgiray Konferans Salonu'ndaki toplantıya katılım ücretsiz. İngilizce'den Türkçeye eş zamanlı çeviri yapılacak toplantı saat 19:30'da başlayacak. 

Kayıt için: Banu Yayla – 0212 249 15 54 / banu.yayla@tr.boell.org

Behzat Ç. RTÜK’ü nasıl atlatır

Behzat ve arkadaşları toplumun genel ahlak kurallarına uyum sağlamak ve polislik mesleğine gölge düşürecek hareketlerden kaçınmak için arada bir yoldan geçen vatandaşları darp edebilirler. Sonra da darp ettikleri kişiye dava açarak ondan şikayetçi olabilirler.

 Özgür Gürbüz-Birgün/8 Temmuz 2012

Son yıllardaki yerli dizi salgını Behzat Ç. 'yi saymazsak beni teyet geçti. Bu yüzden yaz gelince dizilere ara verildiğini Behzat Ç. sayesinde öğrendim. Sezon finali denen bir şey varmış.  Sezon finali olunca oyuncular ve peşlerinde koşturan magazin muhabirleri, cümbür cemaat tatile çıkıyormuş. Milletin ayılıp bayıldığı dizi oyuncularını bu süre boyunca ekranlardan değil magazin haberlerinden takip ederek hasret gidriyorsunuz. Bizim komiser ve arkadaşlarının böyle bir lüksü yok, hepsi devlet memuru olduğu için tahminen magazin muhabirlerinin ana vatanı Bodrum’a pek gidemiyorlar. O yüzden içimdeki hasret büyüdükçe büyüdü ve kalemime vurdu.

Star TV'nin sitesinden alınmıştır.
Zaten para olsa bile Behzat Ç. ve arkadaşlarının tatile gidecek durumları yok. Duyduğuma göre peşlerine RTÜK (Radyo ve Televizyon Üst Kurulu) takılmış. Daha bir hafta önce dizinin yayınlandığı televizyona 1 Nisan’daki bölümde çok içki içildi diye para cezası kesmişler. Söz konusu dizide Komiser Behzat ile Savcı Esra evleneceklerini açıklıyorlar bunu da arkadaşlarıyla kutlamak için içiyorlar. Kutlamayı sıkma portakal suyu yanında güllü lokumla yapmamaları RTÜK'ü rahatsız etmiş olmalı ama evlilik kararı alanlarda bu gibi yan etkiler görülüyor. Bazıları, “ben nasıl böyle saçma bir işe giriştim” diyerek kederden, bazıları da etraftaki akraba ve arkadaşların dolduruşuna gelip, iyi bir halt ettiklerini düşünerek mutluluktan içiyor. RTÜK’ün toplumun gelenek ve göreneklerine daha saygılı olması lazım. Hem, söz konusu bölümde sadece 17 dakika içmişler. Evlendikten sonra o imzayı unutmak için hayat boyu içen birçok kişi tanıyorum; bence 17 dakika az.

RTÜK bununla da yetinmemiş, “Dizide ana karakterler birbirine ‘Lan’ diye hitap etmekte, argo ve küfürlerden bazıları biplenmekte geç kalındığı için açık olarak anlaşılmaktadır. Toplumda belli bir saygınlığı olan komiserlik, savcılık ve polislik görevindeki ana karakterlerin alkol kullanma, kaba ve küfürlü konuşma gibi çocuklar ve gençler açısından olumsuz örnek oluşturabilecek nitelikteki davranışları, özensizce ekrana taşınmaktadır” demiş. Söz konusu kanalın Mart ayı gelirinin yüzde 1’i oranında ceza kesilmiş. Bu ilk ceza değil…

Vallahi ben Behzat Ç.’yi seviyorum. Bunda yazar Emrah Serbes'in payı çok büyük. Behzat'ın dili Ahmet'in, Hüseyin'in dili. Serbes, Bant Dergisi'nde yayımlanan söyleşisinde Barış Kaya'nın “iyi diyalogların sırrı nedir” sorusuna, “Beş sene boyunca çeşitli gazete ve dergilere röportajlar yaptım. O süreçte Türkçenin yazıldığı gibi konuşulan bir dil olmadığını öğrendim. Yani konuşma dili diye bir şey var. Bu da insanların insan gibi konuştuğu, dertlerini en pratik şekilde anlattıkları, edebiyat paralamadıkları bir dildir” yanıtını veriyor. Gerçeğe bu kadar yakın bir dile RTÜK kızıyor, uygun bulmuyorsa bence cezayı Milli Eğitim'e kesmeli. Bu dili öğreten onlar. Bu saçma durum canımı sıktığı için Behzat ve arkadaşlarına RTÜK’ten kurtulmaları için yardım etmeye, bazı önerilerde bulunmaya karar verdim. Dizinin toplumda kabul gören gelenek ve göreneklere biraz uyum sağlaması halinde RTÜK peşlerini bırakacaktır.

Öncelikle şu “lan” kelimesinden kurtulmak lazım, belli ki RTÜK bu kelimeyi sevmiyor. Türkçe’de alternatif çok. “Lan” kelimesi yerine, “Oğlum bak git” denilebilir; “bi takla at” veya “ananı da al git” kullanılabilir. Bunlar toplumun saygın kişileri tarafından da telaffuz edilen kelimeler olduğu için RTÜK Behzat’a ceza kesemez.

Behzat ve arkadaşları toplumun genel ahlak kurallarına uyum sağlamak ve polislik mesleğine gölge düşürecek hareketlerden kaçınmak için arada bir yoldan geçen vatandaşları darp edebilirler. Sonra da darp ettikleri kişiye dava açarak ondan şikayetçi olabilirler. Böylece dizi gerçek hayata daha fazla yaklaşmış olur.

Behzat Ç.’de malum bazı arkadaşlar evlilik öncesi flört ederek toplumun ahlakını derinden etkileyebilecek davranışlarda bulunuyorlar. RTÜK de haliyle kızıyor. Dizideki arkadaşlar muhtemel hayat arkadaşlarını tanımak için fört etmek yerine en sevdikleri kişiyi resmi nikahla kendilerine eş alabilir, uygun başlık parasını faizsiz kar payı veren bir kuruma yatırarak gelinin babasına günahsız yüksek kazanç ylu açabilirler. Daha az sevdiklerini ise imam nikahı yoluyla hayatlarına katabilirler. Hoş bir şey değil ama 'RTÜK baskısından' kurtulmak için işe yarayabilir. Ne de olsa memlekette böyle örnekler var ve kimse bir şey demiyor. Halkın kızmadığına RTÜK kızacak değil ya!

Behzat Ç. ve arakadaşlarını hep işte görüyoruz. Ercüment’in peşinde, mafyanın izinde ve derin devletin karşısında. Dolayısıyla RTÜK sıkılıyor. Biraz hayır işi hem diziye iyi gelir hem de RTÜK’ün gözüne girmenizi sağlar. Behzat ve arkadaşları Pakistan ve müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu diğer ülkelerdeki insanlara yardım etmek amacıyla emniyette bir bağış kampanyası düzenleyebilir. Hatta bunun için Almanya gibi ülkelerde şubeleri olan bir dernek kurabilirler. Gelen paranın bir bölümünü de kırışırlar; Harun'un kredi kartı borcu ödenir. İçimden bir ses, bu tip bağış kampanyalarının televizyon aracılığıyla desteklenmesine RTÜK'ün sıcak bakacağını söylüyor. Behzat Ç. ye bakış açıları değişir, kim bilir belki kendisine iş bile verirler.

RTÜK’ü rahatsız eden bir başka nokta ise Behzat ve arkadaşlarının sık sık Ankara havası çalan, pavyon gibi yerlere gitmesi. Bunun da kolayı var. Televizyonlarda çok sayıda pavyon tadı veren program var. Ankara havası ve daha birçok hava eşliğinde göbek atanlar, dansözler, izleyicilerden piste inenler her akşam televizyonlarda boy gösteriyor. Pavyonda her gece kavga çıkmaz, televizyonlardaki tartışma programlarında, Meclis'te çıkıyor. Behzat ve arkadaşları dışarı çıkmasın zaten kışın Ankara soğuk. Evde televizyon başında aynı ortam yakalanabilir. Çalan hava aynı, mekân ev ortamı olduğu sürece de RTÜK Behzat’a kızmaz, ceza yağdırmaz. Türkiye'de işin sırrı budur. Ne yaparsan yap ama kapalı kapılar ardında yap.

İçki meselesi ise en kolayı. İçki reklamı zaten yasak, RTÜK’ün ekrandan koku alma becerisi yoksa içilenin alkol olduğunu aslında tahmin ediyor olmalı. Yapılması gereken her içki sahnesine kısa bir diyalog yazmak. Örnek vereyim: Behzat ile Harun parkta otururlar. Behzat bira şişesine benzeyen şişeden bir yudum alır. Harun sorar, “Amirim nedir o?” Behzat yanıtlar: “Portakal suyu”. Harun, “haa” der ve iş biter. Artık içilen portakal suyudur. Bütün ülke öyle yapmıyor mu, kime sorsan içkiyi ağzına koymuyor ama üfleyince iki promil alkollü çıkıyor.

Uzun lafın kısası Behzat Ç.'nin biraz takiye yapması, oportünizmi esas alması şart. Memleketin karakteri böyle. Karakter kolay kolay değişmez Behzat komiserim, daha çok sezon lazım.     

Bazı çarpıtmalar

Bu metin vermek zorunda olduğum bir yanıtın olabilecek en kısa hali. Kurucusu olduğum Yeşiller Partisi'nin bu hale gelmesinde mutlaka benim de bir payım vardır, herkesten özür dilerim.

Özgür Gürbüz/8 Temmuz 2012

Gazetecilikte çok sık rastladığımız bir durum var. Ne zaman biri yazısına, “hakkımdaki doğruları yazıyorum, falanca yerde çıkan çarpıtmalara inanmayın” diye başlasa bilin ki büyük bir olasılıkla çarpıtmanın Allah'ını o yapacaktır. Çok sık karşılaşırız bu durumla. Yeşiller Partisi'nden(YP) Ümit Şahin de Yeşil Gazete de yazdığı “Bazı Gerçekler” yazısında aynen böyle yapmış. (http://www.yesilgazete.org/blog/2012/07/06/bazi-gercekler/) Ümit Şahin gibi çok uzun bir yazı yazıp kafanızı karıştırmaya çalışmayacağım. Belge ve bilgilerle Şahin ve bazı partili arkadaşların bana yönelik iftiraya varan iddialarına yanıt vereceğim. Gördüğüm kadarıyla ekoloji/çevre hareketindekiler zaten olan bitenin farkında.

Yeşiller Partisi'nde rotasyon ilkesi nasıl delindi?

Yazısında iktidar heveslisi olmadığını söyleyen Ümit Şahin'in Yeşiller Partisi'nin dört yıllık (48 aylık) tarihinde 33 ay eş sözcü olarak görev yaptığını belirtsem herhalde oynanan komedi çok açık bir şekilde görülebilir. Daha da neşelenmeniz için Ümit Şahin'in partinin sorunlarını tartışmak yerine, beni hedef alan yazısında yazdığı şu cümleyi de ekleyeyim: “Eş sözcülerden biri olarak anılan kişi her seferinde benim”.

Şahin, belge olarak koyduğu 2010 yılında değiştirilen tüzükte yazanları okumuyor sanırım. Yazısında da yer alan ilgili tüzük maddesini son halini aynen yazıyorum:
2010 değişikliğinden önceki YP tüzüğü
(Madde 19-d): Eş sözcü görev süresi, rotasyon ilkesi gereği aralıksız 2 yılı geçemez. 2 yıl aralıksız görev yapmış bir eş sözcü görev süresinin bitiminin üzerinden 2 yıl geçmeden tekrar aynı göreve aday olamaz. 1 yıldan az görev yapma hakkı kalmış bir üye eş sözcülük için tekrar aday olamaz.

Bu maddeyle YP açıkça diyor ki, 2 yıl eş sözcülük yapan 2 yıl bekleyecek. Bu ne demektir? 48 aylık bir dönemde aynı kişi iki kez eş sözcü olamayacak demektir. Yeşiller, aynı kişinin partide sürekli eşsözcü olmasını sakıncalı gördüğü için bu maddeyi koymuş olmalı.Peki ya sonuç? Ümit Şahin 4 yıllık sürenin 2 yıl 9 ayı boyunca eş sözcü olmuş. Yazısında var, okuyun. Ve hâlâ, hiç çekinmeden, Yeşiller Partisi'nde rotasyon ilkesi ihlal edilmemiştir diyor. Alın size bir Ümit Şahin yöntemi: Eş sözcü ol, iki yılı doldurmadan istifa et, arada birileri göreve talip olsun ve onlar istifa edince tekrar eş sözcü ol!

Bu maddenin ilk tüzükteki hali ise şöyleydi: 19.d Eş sözcü görev süresi rotasyon ilkesi gereği aralıksız 2 yılı geçemez. 2 yıl aralıksız görev yapmış bir eş sözcü görev süresinin bitiminin üzerinden 4 yl geçmeden tekrar aynı göreve aday olamaz.
Çıkarılan maddenin olduğu YP'nin ilk tüzüğü

Süre iki değil dört yıldı. Bir de parti kuruluşu öncesi ilgili maddeye eklenmesi için yaptığım öneri ve Ümit Şahin ile arkadaşları tarafından kabul edilmeyip tüzükten çıkarılan, “Görev süresi bitmeden istifa eden bir eşsözcü, istifa ettiği tarihin üzerinden dört yıl geçmeden tekrar aday olamaz” maddesi var. Bu maddeyi ben, tam da bu tip “uyanıklıkların” önüne geçilmesi için önermiştim. Altıncı his olsa gerek. Ekte orijinal belgede “silinmiş” bu değişikliği görebilirsiniz.

Daha bitmedi. Ümit Şahin, yazısında yine o “imrendiğim” cesaretiyle şunları yazmış:

Ben Yeşiller Partisi’nin 30 Haziran 2008’deki kuruluşu sırasında 40 kişilik Kurucular Kurulu tarafından Bilge Contepe ile birlikte eş sözcü seçildim. O zaman aday olmak durumunda kalmam 40 kişilik kurucular kurulundaki arkadaşlarımızın çoğunluğunun Bilge Contepe ile ikimizin kuruluş döneminde toparlayıcı olacağımızı düşünmeleriydi. Ancak ben o günlerde, özel ve mesleki nedenlerle, 2 yıl boyunca bu görevi üstlenebilecek durumda değildim. Benim adaylığım söz konusu olunca, kurucu arkadaşlarıma ancak şartlı olarak aday olabileceğimi, bu görevi ancak kuruluşta, parti kurulduktan sonraki 6 ay boyunca yapabileceğimi, 6 ay sonra başka bir arkadaşımın kalan 1,5 yıl için tekrar seçilmesi gerekeceğini söyledim (ilk Büyük Kongre kuruluştan 2 yıl sonra yapılır). Kurucu eşsözcüler olarak Bilge Contepe ve ben en uygun ikili olarak görüldüğümüz için (tabii herkes tarafından değil, ama çoğunluk tarafından), arkadaşlarımız bu biraz sıkıntılı şartımı kabul etmek zorunda kaldılar.

Daha sonra da şunu: “Üstelik partinin kurulmasından hemen önce partili arkadaşlarımla (ve kendisiyle de) MYK’ya kimler girecek, kim eşsözcü olacak gibi konularda yaptığım konuşmaları ve görüş alışverişlerini “kulis faaliyeti” sayıyor.

Şimdi daha iyi anlıyorum ki, biz partinin kuruluşunda eş sözcü ve yönetimle ilgili seçimleri boşuna yapmışız. Gizli oylama, adaylar vs hepsi birer yalanmış... Meğer Ümit Şahin arkadaşımız diğer arkadaşların isteğiyle seçimden önce eş sözcülüğe razı edilmiş. Ben de figüran gibi gidip oy kullanmışım! Şahin kulis yapmamış ama arkadaşlarıyla yaptığı sohbetlerde ben eşsözcü olurum, beni seçin ama 6 ay sonra bırakırım demiş. Pes!

Şahin'in beni “kurgulamakla” itham ettiği “iktidar hevesini” umarım görebiliyorsunuz. Partinin EDP ile birleşme kararını aldığı zamanın Şahin'in eşsözcülük süresinin sonuna gelmesi, artık herhalde kaçamayacağı rotasyona denk düşmesi de sanırım takdir-i ilahidir. Amaç anlatıldığı gibi partiyi büyütmek değil, kontrolde olmayan hantal yapının devridir. Şimdi birleşip, büyüyoruz diyenler biz daha önce partinin iktidar hedeflemesi gerekir dediğimizde karşımıza çıkarlardı. Parti içindeki yazışmaları okuyabilseniz durumu daha iyi göreceksiniz tabi. YP tüm bu yazışmaları halka açsa ya, “zombi” lakaplı solcuları, Suriye meselesinde olan biteni, partiyi yetmez ama evetçilerin ele geçirip geçirmediğini herkes görsün. Ben bu kararı desteklerim. Cesaretleri varsa yahoo group'taki tüm yazışmaları halka açsınlar.

Ümit Şahin "sitemlerini" kadın örgütlerine de yazsın

Ümit Şahin Nişanyan meselesinde savunacak bir tek argümanı kalmamış olacak ki, beni Agos düşmanı olarak göstermeye çalışmış. Bunu yaparken o zaman Mahçupyan'a karşı kampanya yapan kadın örgütlerini de aynı kefeye koyduğunun farkında değil tabi. İktidarın taktiklerini aynen kullanıyor Şahin, belden aşağı vurmalar, iftiralar. Bakalım evimden sahte CD de çıkacak mı? Bu kadar düşeceklerini açıkçası ummazdım. Üç hafta önce blogumda Alper Akyüz'e yanıt verirken aynen şunları yazmıştım, Şahin bunları okumasına rağmen iftiraya devam etmiş:

Bütün kadın örgütleri karısının başından aşağı dışkısını boşaltan Nişanyan'ın Agos'ta yazmaması için kampanya yaparken Yeşiller neredeydi? Tam o esnada hiçbir şey olammaş gibi Agos'tan konuk çağırmakta ısrar etmek ne kadar anlamlı? Kadın örgütlerine direnen ve Agos gibi Hrant Dink'in imzasını taşıyan çok değerli bir gazeteyi lekelediğini düşündüğüm bu kişiye sahip çıkan Etyen Mahçupyan'ın Yeşil Gazete'de sürekli yazılarının yayımlanması bir tesadüf müdür? Gazeteci arkadaşlarımız içerdeyken onlar hakkında korkunç yazılar yazan (bkz. Koray Çalışkan ne diyor: http://www.medyaradar.com/haber/medyagunlugu-75732/gazeteciler-iceri-atilirken-etyen-mahcupyan-iftira-atiyor.html ) Mahçupyan'ın yazılarını Yeşil Gazete'de yayımlamaktan neden çekinmediniz? Partinin bir çizgisi yok mu? Örneğin birisi bireysel silahlanmayı savunsa, ona da farklı görüş diye yer verecek misiniz? Bu konudaki itirazları neden görmezden geldiniz? Onlarca farklı örnekte olduğu gibi, yetmez ama evetçi herkesi korumayı kendinize neden misyon edindiniz?

Agos için ne düşündüğümü bütün gazeteci arkadaşlarım zaten bilir, üç hafta önce de, yukarıdaki yazıda yazmışım. Şahin bana kadın örgütleriyle aynı tavrı aldığım için mi kızgın yoksa AKP yanlısı bir liberalle aynı düşüncüleri paylaşmadığım için mi pek anlamadım? Bence ikisi de suç değil. Kendisi Mahçupyan'a sempati duyuyorsa, bu onun problemi. Bunu yaparsam ben yazdıkları için içeri düşmüş gazeteci arkadaşlarımın yüzüne bakamam.

Kyoto meselesi

Önce Ümit Şahin'in yazdıkları:“Türkiye’nin Kyoto’yu imzalaması talebinin ortaya atılmasına Özgür Gürbüz’ün en baştan karşı olmasına dayanıyor. Çünkü Türkiye’nin Kyoto’yu imzalaması için kampanya yapılması fikrini 2005 yılında ilk ortaya atan (en azından bizim çevrelerde) bendim”.

Ne yazsam bilemiyorum. 2004 Ocak ayında Greenpeace'te küresel ısınmayla ilgili kampanya yapmaya başladık. Ben de Greenpeace'te enerji kampanyası sorumlusuydum. Bu Türkiye'de Küresel Isınma'yla ilgili ilk kampanyaydı ve KEG daha ortada bile yoktu. Benim Türkiye'nin Kyoto'ya imza atmasına karşı çıktığım ise külliyen yalan. Her televizyon programında, onlarca makalemde bu talebi hep dillendirdim. İşte bir tane örnek, yazının sonuna doğru, göreceksiniz:


Kyoto Protokolü'nün imzalanması için yıllarca çeşitli kampanyalarda görev aldım. Sadece Türkiye'de değil, 2000'lerin başlarında İngiltere'de okurken de iklim değişikliği ve Exxon Mobil'e karşı kampanyalarda gönüllü görev aldım. Benim kaygım, KEG'in kitleleri sokağa çkarma temelinde yürüttüğü iklim kampanyasının Kyoto imzalansın hedefine kilitlenmesiydi. Türkiye Kyoto'yu imzalasa dahi, aynı bugün olduğu gibi, gelişmiş ülkelerin ortada olmaması nedeniyle iklim değişikliği sorunu çözülemeyebilir ve biz harekete kattığımız tüm kitleyi bir yılgınlığa iteriz demiştim. Farklı düşünmeme rağmen kampanya boyunca çalıştım, kimseyi yarıda bırakmadım. Eylemcilere defalarca enerji ve iklim değişikliği eğitimleri düzenlendi, onlarca sunum yaptım. Ne yazık ki korkulan oldu. KEG, Yeşiller ve Greenpeace'in düzenlediği son iklim mitingine gelen 100 civarı kişi herhalde bu kaygılarımın haksız olmadığını gösteriyor. Benim o zamanki önerim, bir termik santralin hedef alınmasıydı. İnsanlar bir termik santral projesini engellediklerini görürlerse motivasyonları artar, kampanya hız kazanır diyordum. Bugün Gerze'de sonra Amasra'da da termik santrale karşı elde edilen başarı tam da bu zincirleme etkiye işaret ediyor. Kampanyayı doğru kurgulasaydık çok daha önce bu süreci başlatmış olabilirdik. 170 bin imza topladık ama boşa gitti.

Çünkü Türkiye Kyoto'yu imzalasa da, Ümit Şahin tarafındam yazılan şu talihsiz yazıda aksi iddia edildiği gibi (bkz: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=881723&CategoryID=99 ) bir yükümlülük ve sınırlamalarla karşılaşmayacaktı. Teknik bir bilgiden bahsediyordum, çok net ve açık. Hatta durum ortada. Türkiye Kyoto'yu imzaladı ve aynı zamanda onlarca köprü, termik santral ve otoyola da imza attı.

Bakınız, Kyoto Protokolü'nün 2.1 maddesi, Ek-I taraflarının 3. maddede belirtilen yükümlülüklerini yerine getirmek için yapabilecekleri çalışmaları özetlemektedir ve Ülkelere yardımcı olmak amacıyla hazırlanmıştır. Kyoto Protokolü'nün yaptırımları sadece Ek-B listesinde belirtilen hedeflere varılıp varılmaması halinde geçerlidir ve 2.1 maddede belirtilen önlemlerin birinin ya da bir kısmının uygulanmasını değil, ülkenin 2008-2012 toplam salımların 1990 yılına göre Ek-BDe belirtilen oranda azaltılıp azaltılmamasıyla ilgilidir. hedefe ulaşılamaması halinde en büyük yaptırım, ilgili ülkenin bir eylem planı belirlemesi ve 2012 sonrası dönemdeki yükümlülüklerinin %30 artırılmasına yöneliktir. Türkiye EK-B listesinde yer al-mı-yor! 10 yılda, bunu sözde iklim kampanyası yapanlara anlatamadıysak kime anlatacağız açıkçası ben de bilmiyorum.

Bu vesileyle Kyoto Protokolü'nün maddelerini de ileteyim. Bu kadar yazışma en azından bir işe yarasın:


Yukarıda yazdığı gibi, “Türkiye Koyoto'yu imzalarsa otoyol yapamaz” gibi demeçlerin doğru olmadığını (Türkiye'de hatırı sayılır, köprü ve otoyol yapımı sürmektedir), Protokol'ün ilgili maddesini de parti içinde paylaşarak gösterdiğimde partiden kimsenin Ümit'e hatalısın dememesi manidardı. O zaman bazı şeylerin ters olduğunu iyice anladım. Bugün beni mertçe bir eleştirim yüzünden eleştiren yeşil arkadaşların hiç sesi çıkmadı. Son olarak Ümit Şahin'in söz konusu düzeltmeme yanıtını da burada paylaşayım:

Ben İstanbul Universitesi Iletisim Fakültesi’nde son siniflara cevre haberciligi dersi veriyorum. Bazilari stajyer olarak calisan, bazilari yakinda muhabir olacak olan gazetecilere cevre konularina, enerjiye, iklim degisikligine vb. nasil yaklasmalari, gercegi nasilaramalari gerektigini ögretmeye calisiyorum. Bu konuda kimsenin verecegi derse ihtiyacim yok.

Senin deyiminle Allah selamet versin.

Umit”

Halk oylaması meselesi

Bu konuyu daha önce açıklamıştım ama Ümit'in tarzıdır, yanıtlar hoşuna gitmeyince yanıt verilmemiş gibi yapar. Aslında tüm tartışmaların altında bu referandum meselesi yatıyor. Ben hayır denmesi taraftarıydım ve bunu var gücümle parti içinde dile getirdim. Partinin liberal kanadınca bu tavrım hiç hoş karşılanmadı ve süreç bugünkü karalama kampanyalarına kadar geldi. O tarihte yazdıklarım için bugün parti içinden bazı arkadaşlar bana teşekkür ediyorlar.

Bu konuyla ilgili açıklamam aşağıda ama daha önemli bir noktaya dikkat çekmem gerekiyor. Şahin'in yazısında bahsettiği ancak kim olduğunu açıklamadığı Noyan Özkan, elbette ki sözlerini dikkatle incelediğim bir hukukçudur. Evet, Ümit Şahin belirtmemiş(?), Özkan eski İzmir Baro Başkanı ve Türkiye çevre hareketi avukatlarının en kıdemlilerindendir. Bu görüş sadece ona ait de değildi. Ümit okumak istememiş olabilir ancak parti listesine birçok hukukçu tarafından kaleme alınmış uyarı niteliğindeki benzer yazılar gönderildi. Çevre mücadelelerinde yıllardır avukatlık yapan arkadaşlar birçok defa halk oylaması sonrası süreçle ilgili sitemlerini ilettiler. Cihangirli Yeşiller farklı düşünüyor olabilir ama Anadolu'da HES'lerin, termik santrallerin peşinde koşan avukatlar çok dertli. Şahin'in “Referandumdan sonra da çok sayıda yürütmeyi durdurma ve iptal kararı verildi” diyerek hükümete bir anlamda destek verdiği bu yorum anlamlı. Geçiştirmeye çalıştığı sorun birkaç mahkemeyi değil yargının üst kademelerini ilgilendiriyor. O yüzden Danıştay Başkanı'nın demecine dikkat çektim. Kimse bu laf oyunlarına kanmaz, yapmayın.

Yeşiller Partisi'nin birçok çevre tahribatına yol çacağı belli olan bu değişikliklere hayır diyememesi kocaman bir ayıp, karar verememesi ise bir başka ayıp tabii. Bu tahribata neden olacağını bilmiyor da değildiler çünkü ben ve birçok kişi parti listesinde defalarca bu uyarıları yaptık. Karşımıza yetmez ama evetçilerin neferliğine soyunmuş, bugün yönetimi hemen hemen ele geçirmiş durumdaki militan kadro çıktı. Biz müdahaleyi yapmasak ibrenin evetçilerin lehine döneceği ortadaydı. Sözde düzeltme metninde haliyle bu ayrıntılar yok. Asıl görülmesi gereken ise şu. Ortada bir soru ve iki yanıt var. Size “evet ya da hayır mı” diye sorulan politik bir soru. Hadi diyelim üçüncü seçenek de var ve onun adı da boykot. Politika yapmak için kurulmuş parti bu soruya ne evet ne de hayır diyebiliyorsa, bu yanıtın boykot anlamına geldiği apaçık ortadadır. Üstelik her değişiklik maddesine açık açık karşı çıkılırken. Yani, maddeler doğru değil diyorsunuz ama yanıtınız bir türlü hayır olamıyor. Benim eleştirim aslında bu noktaya. Hayır demeniz gereken bir soruya, parti yönetiminin yetmez ama evetçi cepheye yakınlığı nedeniyle hayır diyemiyorsa ortada bir sorun vardır. Yeşiller'in malum cepheye yakınlığını anlamak için yaptıkları eylemlerde kimlerle hareket ettiğine bakmanız yeterli. İş sadece referandum işi değil. Bence, yeşiller adını kullanarak başka bir oluşum örgütlenmeye çalışılıyor ancak bu tezimin doğru olup olmadığını görmek için biraz daha beklemek lazım.

Ben evet demediğim halde...”

Ümit Şahin Yeşil gazetedeki yazısında aynen böyle yazmış: “Peki ben evet demediğim halde neden yetmez ama evetçilerin toplantısında boy gösterdim?” Bu da bir köşe yazısı: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=32664

Algıda yanlışlık bulaşıcı olsa gerek. Herhalde Ümit Şahin bu yazıyı zamanında tekzip etmiştir. Bu liste internette aylardır dolaşıyor. Yazı Cumhuriyet'te çıktı. Ben yetmez ama evetçi değilim diye yaptığı tekzip metnini şimdi ortaya çıkarmasını bekliyorum. Zamanında sokaklarda sattığımız Yeşil Gazete'yle ilgisi alakası olmayan ama adını kullanmasına izin verilen bugünkü Yeşil Gazete de tekzibi manşet yapsın.

Son sözüm de bu olsun, hiç kimseden öğrenecek bir şeyi olmadığını söyleyenlerle daha fazla vakit kaybetmemeli.

Küresel ısınmanın kırılma noktası

“Fosil şirketlerinin üst düzey yöneticileri ne yaptıklarını biliyorlar ve işlerin şimdiki gibi sürmesinin uzun dönemli sonuçlarının da bilincindeler. Bana göre, bu yöneticiler insanlığa ve doğaya karşı ağır suçlar işlemekten yargılanabilirler”.

Özgür Gürbüz-Birgün/1 Temmuz 2012

Evet, itiraf ediyorum bu yazının başlığını bir kitaptan, Ayrıntı Yayınları'ndan 2009 yılında çıkmış James Hansen'in kitabından arakladım. Bu kitap, küresel iklim değişikliği konusunda okunması gereken kitaplar listesi yapılsa hiç kuşkusuz ilk sıralarda yer alır. James Hansen, 23 Haziran 1988 yılında, bundan 24 yıl önce, atmosferde insan kaynaklı seragazı etkisi oluştuğunu ve dünyanın ikliminin değiştiğini söylemişti. Kitapta hem küresel ısınmanın bilimsel gerekçeleri açıklanıyor hem de durumun ne kadar acil olduğuna dikkat çekiliyor. Kitabın üstlendiği ve gözden kaçırılmaması gereken bir diğer misyonu ise iklim değişikliği konusunun politikacılar tarafından nasıl hasıraltı edilmeye çalışıldığını anlatması. Politika yapanlar ve onun arkasındaki güçlerin bilimsel gerçekleri halktan gizlemek için her şeyi göze aldıklarını bilmek ve ABD’de olan biteni Hansen'in kendi kaleminden okumak gerçekten tüyler ürpertici bir deneyim.

James Hansen, ‘NASA Goddard Yerbilimleri Enstitüsü’ Başkanı iken, 1984-1988 yılları arasında tam üç kez ABD Senatosu'nda iklim değişikliğine ilişkin tanıklık yapmış. Amerika'daki sistem gereği, Beyaz Saray İdare ve Bütçe Ofisi'nin (White House Office of Management and Budget) bu tanıklıklara onay vermesi gerekiyormuş. Hansen'ın anlattığına göre NASA Hukuk Bürosu, Bütçe Ofisi ve tanıklık yapan bilim insanı arasında arabuluculuk görevini üstleniyormuş. Yaptıkları sadece arabuluculuk değil tabi, aslında tanığın ne söyleyeceğine de müdahale ediyorlar. Hansen bir defasında Bütçe Ofisi'nin konuşma metninde yaptığı değişikliklere itiraz ettiğini yazıyor. Nedeni çok ilginç. Bütçe Ofisi Hansen'dan araştırmasının sonuçlarını büyük oranda değiştirmesini ve insan kaynaklı iklim değişikliğinden duyulan kaygının azaltılmasına hizmet etmesini istemiş. Ünlü bilim adamı aksi halde tanıklık yapamayacağını anlayınca ısrar edilen üç noktada değişiklik yapmayı kabul etmiş ama pes etmemiş. Daha sonra ABD Başkan Yardımcılığı görevini de yapan dönemin senatörü Al Gore'dan değişiklik yapılan üç konuda kendisine soru sormasını istemiş. Böylece yazılı metinde olmayanları sözlü anlatarak sansürü delmeyi başarmış.

Kolombiya Üniversitesi öğretim üyesi Dr. James Hansen, küresel iklim değişikliğinin durdurulması için kolay okunur bir reçete de sunuyor[1]. Özeti şu: Başta kömür olmak üzere fosil yakıtların (petrol, doğalgaz, katran kumları vb.) kullanımını en aza indirmek.

Kitap hem dönen dolapları hem de işin bilimsel yönünü anlama konusunda bir başucu kitabı. Benim bu kitaptan bahsetmemin nedeni ise başka. Exxon Mobil'in başındaki Rex Tillerson birkaç gün önce iklim değişikliği konusunda çözüm önerilerini açıkladı. Mobil, Fortune dergisinin dünyanın en büyük firmaları listesinde üçüncü sırada yer alıyor. Yılda 354 milyar doları bulan geliri ve 30 milyar dolarlık kârıyla Shell'in hemen arkasında, BP'nin ise önünde yer alıyor. Dünyanın en büyük şirketleri listesi görüldüğü gibi petrolcülerle dolu. Mobil’in ticari faaliyetleri de başta petrol ve gaz olmak üzere enerji alanına odaklanmış. Şirketin Yönetim Kurulu Başkanı Tillerson'a göre fosil yakıtların kullanımını azaltarak iklim değişikliğini durdurmaya çalışmak yerine, değişen hava modellerine uyum sağlamalı ve yükselen deniz seviyesine karşı dev barikatlar kurmakla uğraşmalıymışız. “Hava modellerinin değişimi sonucu tarım ürünlerinin üretim yerlerinin değişmesine uyum sağlayabiliriz” diyen Tillerson, bunun bir mühendislik sorunu olduğunu ve öyle de çözüleceğini buyurmuş. Mobil'in Yönetim Kurulu Başkanı, küresel yoksulluğun iklim değişikliğinden daha önemli bir sorun olduğunu söyleyerek, elektriğe erişimi olmayan milyonlarca insanın fosil yakıt kullanarak hayat kalitesini arttırabileceğini de sözlerine eklemiş.

Tillerson Exxon Mobil’in eski başkanlarına göre farklı bir yol izliyor. Ondan öncekiler iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğunu tümden reddediyorlardı. İklim değişikliğini inkâr politikasını destekliyorlardı. Tillerson ise, durdurmaya çalışmayın, kurtarabildiğinizi kurtarın diyor. Yeter ki petrol, kömür ve doğalgaz tüketimi azalmasın; tüm derdi bu. Durumu o kadar hafife alıyor ki, kızmamak elde değil. Bangladeş'te, tarım ve yaşam arazileri sular altında kalacak milyonlarca insanın nereye ve nasıl göçeceği sizce bir mühendislik sorunu mu? Sular altında kalacak ada devletlerini suyun üstünde tutacak bir mühendislik mucizesi var da ben mi duymadım? Milyonlarca insanın temiz su ihtiyacını karşılayan dağ buzullarının 50 yıl içinde erimesini hangi mühendislik harikası araç durdurabilecek? Mobil'in otomobil yarışlarındaki mankenlere tanıtım amaçlı verdiği şemsiyeleri birleştirsek acaba tüm buzulları gölgede bırakacak dev bir şemsiye yapmamız mümkün olur mu?

Bir de yoksul insanlar üzerinden söylenen sözlerle yapılan çarpıtmalar var tabi. Elektriği olmayan insanlara elektrik götürmek onları mutlu edebilir ama bunu yaparken onları zehirlemek zorunda değilsiniz. Termik santrallerin kömür dağları, küresel ısınma sonucu ortaya çıkacak sel ve kuraklık felaketleri elektrikle gelen mutluluğu alıp götürecektir. Elektrik üretmenin temiz yolları da var ve herkese yeter. Yeter ki tüketim denen canavarı dizginleyebilelim.

Bu yazıya James Hansen ile başladık yine onunla bitirelim. Hansen diyor ki; “Fosil şirketlerinin üst düzey yöneticileri ne yaptıklarını biliyorlar ve işlerin şimdiki gibi sürmesinin uzun dönemli sonuçlarının da bilincindeler. Bana göre, bu yöneticiler insanlığa ve doğaya karşı ağır suçlar işlemekten yargılanabilirler”[2].

Bakalım o günleri görebilecek miyiz?



[1]    Küresel Isınmanın Kırılma Noktası, James Hansen, Ayrıntı Yayınları. Sayfa: 172
[2]    Küresel Isınmanın Kırılma Noktası, James Hansen, Ayrıntı Yayınları. Sayfa: 6

Sosyal Medya Günü'nde Türkiye "nükleere hayır" dedi

Özgür Gürbüz/1 Temmuz 2012

Yaratıcı Fikirler Enstitüsü'nün sosyal medya günü nedeniyle Twitter üzerinden organize ettiği nükleer enerji tartışması dün gece (30 Haziran) saat 21:00'de başladı. Dün 23:00 sularında twitter'da en çok mesaj atılan konu başlığı #nukleerehayircunku oldu! 1 Temmuz Pazar günü öğleden sonraya kadar nukleere hayır diyenlerin mesajları Twitter'da hep ilk sıradaydı. Mesaj atan, konunun duyulmasını, gündeme gelmesini ve tartışılmasını sağlayan herkese şahsım adına teşekkür etmek istiyorum. Hükümetin açık platformlarda konuyu tartışmakan kaçınıp, kapalı kapılar altında işleri halletme çabalarının boşa gittiği ortada. Umarım hükümet yetkilileri birgün karşımıza çıkacak cesareti de bulurlar.

Dün geceki etkinlikte #nukleereevetcunku diyenler çok ama çok azınlıktaydı. 24:00'de etkinlik bittiğinde oylama şöyleydi:

Nükleer enerjiye hayır diyenler: %93
Evet diyenler: %7


Bence sanal dunya kesin bir yargıya varmak için doğru bir yer değil. Etkinliğin oylamaya kımına odaklanmak yanlış olur. Kamuoyu anketleri zaten Türkiye'de nükleer enerjiye hayır diyenlerin çoğunlukta olduğunu gösteriyor. Önemli olan büyük çoğunluğun duyduğu rahatsızlığı belli etmesi, konuyu tartışma isteğiydi. Nükler yanlılarının ellerinde bir tane ciddi, rakamsal veri olmaması da benim ayrıca dikkatimi çekti.

Galata Kulesi'nde söz alan dört nükleer fizikçi uzmannın açıklamaları da orada etkinliği izleyenlerden tepki aldı. Bilgileri eskiydi, Japonya'daki son durumdan, Fransa'nın aldiğı kararlardan habersiz konuşmalar yaptılar. Nükleer enerjiye karşı olan bizlerin ise moderator Ahu Özyurt'un sorularına net yanıtlar verdiğimizi düşünüyorum. Ben de orada söz aldığım için bu konuda yorum yapmam çok doğru olmaz ancak dinleyenlerin tepkisinden oylamaya benzer bir sonuç alındığı anlaşılıyordu.

Dilim döndüğünce dünkü etkinliği özetlemeye çalıştım. Desteğiniz için tekrar teşekkür ediyorum ve bu vesileyle hepinizi Nükleer Karşıtı Platform'a destek olmaya çağırıyorum. Birlikte mücadele edersek çok daha güçlüyüz, bunu bir kez daha gördük. 

Etkinlik hakkında daha detaylı bilgi için: http://yaraticifikirlerenstitusu.com/