Deprem tehlikesi çılgın projelerin eseri

Özgür Gürbüz-Birgün / 30 Ekim 2011

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemini anımsayın. Erdoğan ve arkadaşları İstanbul'un kronikleşmiş sorunlarını, kentin merkezini başka yerlere taşıyarak ve kente yeni merkezler kazandırarak çözeceklerini iddia ettiler. Plan buydu. İstanbul'un sağına ve soluna bir ucu gökte, bir ucu yerde yüzlerce bina diktiler. Bahçeşehir, Beylikdüzü, Altınşehir, Kurtköy, Başakşehir... Liste uzayıp gidiyor, şehre neredeyse bir o kadar şehir daha eklendi.

1997 yılında İstanbul'un nüfusu 9 milyondu. 2000'de 10’u, 2007'de 12,5 milyonu geçti. Bugün 14-15 milyonlardan bahsediliyor. Kentin merkezi hala aynı. Taksim, Eminönü, Kadıköy ve Bakırköy gibi merkezler boşalmadığı gibi bu merkezlerden yeni eklenen ilçelere ulaşmak için yapılan yolların içi araçlarla dışı da binalarla doldu taştı. İstanbul gibi tarihi bir kentin merkezinin taşınamayacağı aşikârdı aslında. Kent merkezini taşıyacağız, yeni merkezler yaratacağız sloganlarının Türkçesi, “yeni rant alanları yaratacağız”dan başka bir şey değildi. Bu rant hamlesi, müteahhitlere para kazandırmakla kalsa iyi, İstanbul ve diğer birçok büyük kentte depreme dayanıksız eski binaların yerine yenilerinin yapılmasını da engelledi. Nasıl mı? Anlatayım.

Bugün İstanbul'daki 3,5 milyon konutun 2 milyonunun yenilenmesi gerektiği söyleniyor. Yüzde 50’sinin kaçak olduğu belirtiliyor. İstanbul’da oturanların yarısından fazlası belki de depremde binalarının yıkılması riskiyle karşı karşıya. Bu binaların özellikle 1999’dan önce yapılanları dayanıklılık açısından çok tartışmalı. Nerede bu konutlar? Çoğu İstanbul’un eski semtlerinde; Beşiktaş’ta, Şişli’de, Kadıköy’de. Buralardaki binaların çoğu 30 yaşını doldurmuş. 1990’ların sonlarına doğru başlayan uydu kent projeleri olmasa, müteahhitler iş yapmak için bu eski yerleşim merkezlerine gitmek, oradaki eski binaları satın alıp yerine yenilerini yapmak zorunda kalacaktı. Kenti büyütme çabaları yüzünden bu mali imkânlar yeni uydu kentlerin yaratılması için kullanıldı. İstanbul’un göbeğindeki eski binayı 10’a alıp 20’ye satmak istemeyen müteahhit, İstanbul’un dışındaki arsalara yöneldi. Bire alıp yirmiye sattı. Belediye, merkezi hükümet bu ranta dönük yapılaşma hareketini durdurmayı veya sınırlamayı düşünmedi, aksine destek oldu; yol gösterdi. Hala da devam ediyor. 12 Haziran’daki genel seçimde açıklanan yeni uydu kent projeleriyle bu eski evler, içlerinde yaşayanların başına yıkılmak üzere kaderine terk edilmiş oldu. Peki, ne yapılmalıydı?

Kentlerin yeşil sınırları olmalı
Her şeyden önce İstanbul gibi büyük kentlerin sınırlarını çizmek gerekiyor. Ben buna ‘yeşil sınır’ diyorum. Sadece kâğıt üstünde değil, fiziksel olarak da kenti çevreleyen bir orman şeridinden bahsediyorum. Kentin etrafını saran bir orman şeridi. Bu sınır çizilince kentin büyümesinin önüne geçilecek. ‘Cazip’ yatırım fırsatları ortadan kalkacak. Kâr etmek isteyen inşaat firmaları ister istemez merkezde acilen yenilenmesi gereken binalara yönelecek. Teorisi böyle ama iş o kadar kolay değil, dikkat edilmesi gereken hassas bir nokta var. Eski bir binayı müteahhide verdiğinizde sizden yenisi için daha çok para ister. Oturanları mağdur etmemek için farkın devlet tarafından karşılanması veya vatandaşa çok düşük faizli kredi verilmesi gerekebilir. Deprem vergileri hükümetin cari açığını kapamak yerine bu projelere aktarılsaydı finansman sorunu çoktan hallolmuştu.

Tarihi binalar, kültürel mekanlar ve SİT alanları için farklı düşünmek lazım ama özelliği olmayan ve kumdan yapılmış dediğimiz birçok bina için bu formül hayata geçirilebilir. Geç kaldık ama zararın neresinden dönsek kâr. İstanbul’da yeni açıklanan çılgın projelerden, kanaldan ve üçüncü köprüden vazgeçip, yeşil sınırlarını çizdiğiniz bambaşka bir kent yaratabiliriz. Ankara, İzmir, Bursa da bundan farklı değil. Kentlerin yönetimi yerelin elinden alındığı için belediye başkanlarını göreve çağıramıyorum. Her şeyden önce Erdoğan’ın bu ‘ucube’ projelerden vazgeçmesi gerek. Başbakan’ın Van’daki depremden sonra yaptığı konuşma beni umutlandırmasa da bir kez daha çağrıda bulunmakta fayda var. Zaten konuşma ezberlediğimiz bir metin. İkitelli’deki sel felaketinden sonra da bunları duymamış mıydık? Kaçak yapılar yıkılacak, gecekondulara izin verilmeyecek falan filan. Sorun sadece kaçak olanlarla sınırlı değil ki! Ruhsatlı binalar çok mu sağlam?

Belki farkında değilsiniz ama uydu kentlere giden her kuruş, her yeni ‘modern hayat projesi’ sizin ölümü beklediğiniz binalardan kurtulup depreme dayanabilecek bina yapma şansınızı elinizden alıyor. Kentler büyütülüyor ve kontrol edilemez hale geliyor. Geçen hafta Yeşil Ekonomi Konferansı’da yeşil kentlerin sınırlarını tartıştık. Prof. Dr. Haluk Gerçek 2023’de 25 milyon nüfusa ulaşabilecek İstanbul’dan, Bursa’dan İkbal Polat ise kentin nüfusunu 2,5 milyondan 6,5 milyona çıkarabilecek planlardan bahsetti. Sağlam binalarda oturmak, yıkılan binalardan dostlarımızın, akrabalarımızın cesetlerini çıkarmak istemiyorsak bu çılgın projelere dur demek zorundayız. Sınırlı mali olanakları inşaat firmalarının daha az kar edeceği, hayat kurtaran, doğru kentsel dönüşüm projelerine yönlendirmeliyiz. Binalar birileri çok kâr etsin diye değil, insanlar içinde yaşasınlar diye yapılıyor. Yoksa olası bir depremde hayatta kalsak bile ömrümüz Kızılay’ın çadır kuyruklarında tükenebilir.

Türkiye'den Yeşil Bir Kent Çıkar Mı?

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 26 Ekim 2011

Geçen Cumartesi günü İstanbul'da 2. Yeşil Ekonomi Konferansı düzenlendi. 2009 yapında yapılan ilkinden daha farklı bir program vardı bu yıl. Teoriden çok örneklere yer verilmişti. Bazı örnekler, iş rakamlara vurulduğunda makro ekonomik göstergeler içinde küçük, bazıları ise hafife alınamayacak kadar büyüktü. Hepsinin ortak özelliği, son günlerde sıkça gördüğümüz aslında “çevreci” bile olmayan girişimleri veya ürünleri “yeşil” diye yutturma çabalarından uzaktı.

Yeşil Düşünce Derneği ile Heinrich Böll Stiftung Derneği'nin düzenlediği konferansın ana konuşmacısı Hamburg Belediyesi'nden Dr. Dirka Griesshaber'di. Hamburg Kentsel Gelişim ve Çevre Bakanlığı'nda çalışan Griesshaber, Avrupa Yeşil Başkenti Hamburg 2011 ekibinin de üyesi. Avrupa Birliği'nin benzer ödüllerinden bir tanesini İstanbul'un Kültür Başkenti seçilmesiyle öğrenmiştik. Avrupa Yeşil Başkenti ise henüz yabancı olduğumuz bir kavram zaten çok da yeni. Avrupa Komisyonu, daha yeşil (belki de çevreci demeli) kentler yaratmak için bu ödülü 2010 yılından itibaren vermeye başlamış. Amaç diğer Avrupa kentlerine örnek olabilecek şehirleri ön plana çıkartmak, yaşam kalitesini yükseltmek. Ödüle heveslenen kentlerin iyi çevresel standartlara sahip olması yetmiyor bunu uzun yıllardır sürdürüyor olması şart. Basitçe söylemek gerekirse, trafik sorunu kötüleşmeyecek, hava kalitesi düşmeyecek. İyi özellikler korunacak, kötü özellikler ise düzeltilecek.

Bu yazımı özellikle “Avrupa Yeşil Başkenti” ödülüne ayırmak istedim çünkü 2014 yılı için Türkiye'den de iki kent ödüle talip. 2010'da İsveç'ten Stockholm, 2011'de Almanya'dan Hamburg, 2012'de İspanya'dan Vitoria-Gasteiz ve 2013'de Fransa'dan Nantes'ın aldığı bu ödüle 2014 yılı için Bursa ve Trabzon da göz dikmiş. Griesshaber'in Hamburg sunumunu dinledikten sonra Bursa ve Trabzon'un şansı konusunda kafamda birçok soru işareti oluşsa da, iki kentin "çıldırmak" yerine "yeşermeyi" amaçlayan idealler peşinde koşmasından mutluluk duydum. Gelelim Hamburg'a...

Su şebekesinde kayıp oranı sadece yüzde 4
Yeşil Başkent olmayı amaçlayan kentlerin öncelikle ciddi iklim hedefleri belirlemeleri şart. Hamburg'un 2020 yılında karbondioksit emisyonlarını 1990'a göre yüzde 40, 2050'de ise yüzde 80 oranında azaltma hedefi var. Dünya nüfusunun yarısından fazlası kentlerde yaşıyor ve dünyada seragazlarının yüzde 80'e yakını kent ve kentle ilişkili üretim çabaları sonucu ortaya çıkıyor. Sadece iklim değil tabi. Hamburg kişi başına düşen yeşil alan büyüklüğü, su tüketiminin azlığı gibi konularda da öne çıkıyor. Kentin yüzde 40'ı park, orman ve insanların tarım yapabildikleri kent bahçelerinden oluşuyor. Hamburg'ta BM Kültür Mirası kapsamında bir park bile var. Kentte kişi başına düşen su tüketimi günde 110 litre. 1997'de bu rakam 125 litreymiş; gelişmek için daha fazla tüketmek gerektiğini söyleyenler duysun! İstanbul içinse 150 ile 200 litre(1) gibi rakamlar veriliyor. İstanbul'da şebeke kaybı için yüzde 25'lerden, başka iller içinse yüzde 70'lere varan rakamlardan bahsediliyor. Hamburg'ta rakam net ve sadece yüzde 4! Helsinki de bile bu yüzde 40'ları buluyormuş.

Almanya'nın ikinci büyük kenti
Metro hatları, bisiklet yolları, yayalara ayrılmış kent merkezleri, pasif binaları, eko mimari örnekleriyle Hamburg bugünün büyük kentleri için örnek bir model. Yeşil Başkent için yapılan sıralamada belli kıstaslar var. Hamburg atık su, iklim ve çevre yönetimi konularında Avrupa'nın en iyisi. Ulaşımda Amsterdam, temiz havada Oslo, gürültü kirliliğiyle mücadelede Stockholm ilk sırada. Hamburg çok küçük bir yer de sayılmaz. 4 milyon 300 bin nüfus ve bunun 1 milyon 800 bini kent merkezinde yaşıyor. Endüstri ve ekonomi merkezi, Avrupa'nın üçüncü büyük limanı. 500 büyük endüstriyel şirkete ve artan bir nüfusa ev sahipliği yapıyor. Almanya'nın ikinci, Avrupa'nın 13. büyük kenti. Daha fazla yazmaya gerek yok sanırım.

Yavaş kent kadar yeşil kent de lazım
Türkiye'de Seferihisar'dan sonra Gökçeada, Taraklı, Akyaka ve Yenipazar “aheste şehir” (yavaş şehir) hareketine katıldı. Bazı tereddütler olmakla birlikte olumlu bir başlangıç ancak bizim sorunumuz büyük kent takıntısında ve dolayısıyla büyük kentlerde. Mevcut sorunlarını bile çözmekten aciz olduğumuz bu kentleri büyütmek yerine yeşertmeye ihtiyacımız var. Almanya ve Türkiye'nin ekonomik ve sosyal koşulları tabi ki farklı ama bugün başta İstanbul olmak üzere kentlerimizin yaşanılabilirlik açısından dünyadaki benzerlerinin çok gerisinde yer almasının bahanesi yok. Hamburg örneğini bu yüzden kaleme aldım. Önce fikir olacak ki, o fikri hayata geçirmek için eylem ardından gelsin.

Yeşil ekonomi konferansının enerjiden ekonomiye kadar başka çıktıları da var.
Onlar da bir başka yazıya artık.

http://www2.cevreorman.gov.tr/OtellerdeVerim.html

HES mağdurları AKP'ye kızgın

“Başbakan seçim meydanlarında elinizi vicdanınıza koyup oy verin diyordu. Bu HES'ler yapıldıktan sonra O (Başbakan) elini vicdanına koyup buradan oy istesin”.

Özgür Gürbüz-Birgün / 23 Ekim 2011

Bir hafta önce Erzurum'un Tortum ilçesindeydim. Kırsal Kalkınma Girişimi'nin toplantısına katıldım ve dilim döndüğünce Türkiye'nin enerji alanında yaşadığı sorunları anlattım, çözüm önerilerimi 

Çoruh'da bir HES inşaatı
paylaştım. Tarımla uğraşan, susuz bir hayatı düşünemeyen bu dostların HES'ler (hidroelektrik santrali) hakkında neler düşündüklerini de öğrenme fırsatım oldu. Çoruh'taki inşaatlar hızla sürüyor. Dere dev kayalardan ve dozerlerden geçilmiyor. Yusufeli izlenimlerini bir başka yazıya bırakıp, Tortum'da HES'le yatıp HES'le kalkan köylülerin tasalarını, bölgede değişen politik havayı dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım.
Erzurum, Türkiye'de HES sorununu en çok hisseden illerden biri. Enerji Piyasası Denetleme Kurulu'nun (EPDK) istatistiklerine göre yapım halinde 600 HES var. Bunların yüzde yüzde 40'ı Karadeniz'de. Doğu Anadolu'da ise 110 HES inşaatı var ve bunların üçte biri Erzurum'da. Son günlerde Tortum ilçesinin Bağbaşı beldesindeki HES ayaklanması medyaya yansımıştı. 17 yaşındaki Leyla ve hidroelektrik santrale karşı çıkanlara verilen konuşma yasağı akıllara durgunluk verecek nitelikteydi. Bu köşede “Dilini de kesseydiniz” başlığıyla yazdık.

Uzundere'ye vardığımızda ilk kötü haber Bağbaşı'ndan geldi. Açılan yedi davanın hepsi kaybedilmiş, hemen ardından iş makinaları, anlatıldığına göre 800 polis eşliğinde beldeye girmiş. Bağbaşı'nda hemen hemen herkese ceza almış, ikinci bir cezada hapse atılmaları söz konusu. Bu nedenle köylüler ağlayarak izlemiş olan biteni. Uzundere'ye gelen bazı yöre sakinleri hayatlarında ilk kez çevik kuvvet gördüklerini anlattı. Biraz zaman darlığı, biraz Yusufeli programının uzaması yüzünden Bağbaşı'na gidemedik ama hemen yanındaki Dikmen'de köylülerle sohbet ettik. Durum orada da aynıydı. Zaten gittiğimiz hemen hemen her köyde belanın adı HES.

Pekmezi kavaktan yapmıyoruz
Dikmen'in içinden geçen dere köyün her şeyi. 180 hanenin geçim kaynağı su. Dere kenarındaki küçük topraklarda meyve ve sebze üretiliyor. İklim buralarda Erzurum'dan farklı, neredeyse her şey yetişiyor. Yusufeli'ye doğru giderseniz zeytin bile var. Köyde, Şakir ve Zakir Coşkun kardeşlerle konuşuyoruz. Şakir, köyün üç kilometre yukarısında, Serdarlı beldesinde bir HES projesi olduğunu söylüyor. Makinalar köye ilk, bundan iki yıl önce gelmiş, halk istememiş. “Gidin dedik” diyor, hukuki süreç başlattıklarını anlatıyor. Biraz da itiş kakışla inşaat geciktirilmiş. Şakir, “Daha önce jandarma geliyordu, şimdi çevik kuvvet geliyor. Bizim halkımız zaten fazla taşkınlık yapmaz. Bayanlar itiraz ediyor ama onların sayısı da çok değil. Fazla taşkınlık yapanları gözaltına alıyorlar” diyor. Kendisi çiftçi. Bir günlük sigortam yok diye yakınıyor. Haklı çünkü bölge ovalık değil. Dere kenarındaki topraklar karış karış değerlendirilerek tarım yapılıyor.

Şakir ÇED raporlarından şikâyetçi. “Raporlarda burada sadece söğüt, kavak var denmiş. Hâlbuki tam tersi. Vişne, elma, armut, dut... Pekmez yapıp satıyoruz duttan. Pekmezi kavaktan yapmıyoruz herhalde” diyor. İki kardeşe Bağbaşı'ndaki direnişe desteğe gidip gitmediklerini soruyorum. Hepimiz biriz diyorlar ama köyler arasında birbirine destek olan az. Herkes kendi köyünü kurtarmaya çalışıyor. Bağbaşı'ndan gelen kötü haber onların da moralini bozmuş. Daha umutsuzlar. Zakir köyden göç edip İzmir'e gideli çok olmuş, yazları ziyarete geliyor. Şakir ise HES yapılırsa kendisine de göç yolunun gözükeceğini söylüyor. O da konuştuğumuz hemen hemen herkes gibi şirketin taahhüt etiği can suyunu bırakacağına inanmıyor.

HES'ler parti değiştirtiyor
Türkiye'de genelde çevre sorunları politikadan bağımsız kabul edilir; sorunların çözülememesinin asıl nedeni de budur. Tortum'da beni en çok şaşırtan ve umutlandıran politika ile çevre sorunları arasındaki 

Mahkeme kararıyla suyuna kavuşan
Tortum şelalesi
bağın kurulmaya başlanmasıydı. Bölgede neredeyse herkes AKP'ye oy vermiş. Bağbaşı'nda belediye başkanı ve meclis üyeleri partiden istifa ettiler. Bazıları CHP'ye geçmiş. Dikmen'de konuştuğum iki kardeşten Zakir MHP'li, Şakir ise AKP'liymiş. Köy, referandum ve seçim öncesi sandığı boykot etmeyi de konuşmuş ama başaramamış. Bazıları, “ne alakası var”, bazıları da “başka partiye verirsek daha fazla tepki alırız” demiş. Kimileri de, “bu vadiyle AK Parti'nin oyu değişmez” diyerek sandıkta protestoyu önlemiş.


Tortum'daki politik havayı anlatması için son söz Şakir Coşkun'un: “Bizim bölge genelde sağ partilere oy verir. Dinden falan değil, ülkeyi kimin daha iyi yöneteceğine inanırsa ona oy verir. Yoksa Necmettin Erbakan'a oy verirdi; vermedi. Ben ileriki seçimde hükümetin bunun cezasını çekeceğini düşünüyorum. Başbakan seçim meydanlarında elinizi vicdanınıza koyup oy verin diyordu. Bu HES'ler yapıldıktan sonra O (Başbakan) elini vicdanına koyup buradan oy istesin. O zaman vatandaş elini vicdanına koyup oy verecek. Halk bu kadar sana inanmışken... Ben de Ak Partiliyim ama bundan sonra AK partili olmam zor. Su giderse Ak Parti'yi biz kaybederiz, Ak Parti de bizi kaybeder”.

2. Yesil Ekonomi Konferansı yerel yönetimlere odaklanıyor

2008 yılında büyük bir çöküş yaşayan dünya ekonomisi toparlanma sürecini atlatamadan yeni bir krizle karşı karşıya kaldı. Ekonomik krizin ne kadar süreceği belli değil. Mevcut ekonomik sisteme alternatif arayışları içerisinde yeşil ekonomik model sık sık gündeme geliyor. Yerel yönetimler, kimi zaman unutulsa da, mevcut ekonomik sistemin önemli bir parçası. 22 Ekim 2011 tarihinde İstanbul’da düzenlenecek 2. Yeşil Ekonomi Konferansı bu kez yerel yönetimlere odaklanıyor. Konferansın ana teması “Yerel, Yeşil Seçenekler

Yeşil Düşünce Derneği ile Heinrich Böll Stiftung Derneği'nin birlikte düzenlediği bu toplantının bir özelliği de Türkiye’yi, Avrupa Komisyonu tarafından 2010 yılında hayata geçirilen “Avrupa Yeşil Başkenti” girişimiyle tanıştırması. Hamburg Kentsel Gelişim ve Çevre Bakanlığı’ndan Dr. Dirka Griesshaber konferansın ana konuşmacısı. Griesshaber aynı zamanda 2011 yılında Avrupa’nın Yeşil Başkenti seçilen Hamburg’un ilgili ekibinde yürütme kurulu üyesi.

Toplantıda yeşil belediyelerin unsurlarını oluşturan birçok konu ekonomik boyutuyla birlikte ele alınacak. Ulaşımdan enerjiye, mimariden kent ve bölge planlamasına, sorumlu turizmden kentsel dönüşüme, kent tarımından kırsal kalkınmaya kadar birçok başlık Türkiye’den örneklerle anlatılacak ve tartışılacak. Toplantının ilk günü “Ekümenopolis” filmi ile son bulacak. Toplantının ikinci gününde ise yeşil ekonomiyle ilgilenen akademisyenlerle STK temsilcileri bir araya gelecek. Konferans boyunca İngilizce-Türkçe eş-zamanlı çeviri yapılacak.

Toplantı programı için:
http://www.yesilekonomi.org/

Steve Jobs'a Doğu'dan bakmak

Görmek ya da görmemek, umursamak ya da aldırmamak; tercih sizin. Zehirli elmayı Batı'dan mı ısırmak istersiniz yoksa Doğu'dan mı?

Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Ekim 2011

Bundan çok değil bir beş, on yıl önce 'elma' dendiğinde akla Amasya gelirdi. Bu günlerde her şeyin İngilizcesi moda. Elma denince akla İngilizce karşılığı 'apple', 'apple' denince de akla 'iphone', 'mac' ve türevleri geliyor. Apple'ın fikir babası Steve Jobs'un ölümü üzerine çok söz söylendi. Çoğu yazılar övgü doluydu. Jobs'u dahi, yarattıklarını da hayat kurtaran teknolojik aletler olarak tanımlıyorlardı. Tartışılır tabi... Steve Jobs'un ölümünün ardından yazılan yazılarda vurgu yapılan bir başka konu ise sürdürülebilirlikti. Daha çevreci ürünler, üretim sırasında daha az enerji harcanması, hepsi Jobs'un ve Apple'ın hanesine olumlu puan olarak yazıldı. Apple gerçekten çevreci mi? Bu sorunun yanıtı Jobs'a nereden baktığınız ve dünyanın hangi tarafında yaşadığınıza göre değişir.
Pekin'deki elektronik marketinde işçiler - Ö. Gürbüz

Önce Jobs'un yarattığı Apple'a Batı'dan bakalım. 2006 yılında aralarında Greenpeace (Yeşilbarış) örgütünün de bulunduğu birçok kuruluş Apple'ı bilgisayarlarındaki toksik maddeler, enerji kullanımı ve birçok nedenden ötürü eleştiri yağmuruna tuttu. Apple bu uyarıları ciddiye aldı. Örneğin, ekranlardaki katot ışınlı tüplerde bulunan kurşun miktarını 1360 gramdan önce 484'e, sonra da 1 grama kadar indirdi. Kullanılmış bir bilgisayar doğaya bırakılırsa içindeki kurşun nedeniyle çevreye ciddi zarar verebilir. Apple, sattıkları elektronik ürünlerin çöpe ve dolayısıyla doğaya bırakılmaması için geri dönüşüm hedefleri koydu. Ürünlerin kullanım ömrü yedi yıl olarak hesaplandığı için hedefler de ona göre belirlendi. Steve Jobs, 2010'a gelindiğinde 2003 yılında satılan Apple ürünlerinin yüzde 30'ı kadar ağırlıkta elektronik aletin geri dönüştürülmesini hedefledi. Apple bu hedefi 2009'da ikiye katladı ve yüzde 66 gibi bir orana ulaştı. Bunun için eski ürünleri geri getirenlere hediye çeki verilmesi gibi birçok kampanya hayata geçirildi. Daha basit önlemler de alındı. Ambalajlar küçültülerek israf önlendi. Nakliye sırasında daha çok ürünün aynı araçla taşınması sağlandı ve yakıt tasarrufu ile küresel ısınmaya yol açan emisyon salımı sınırlandırıldı. Yeni elektronik aletler daha az elektrikle aynı işi yapacak şekilde tasarlandı. Tüm bunlara rağmen Yeşilbarış'ın listesinde Apple'ın hala orta sıralarda yer aldığını belirtmeden geçmeyelim ki, “daha ne olsun” demeyin. Listenin de yine bir Batılı sivil toplum örgütü, Greenpeace tarafından hazırlandığını, kıstasların bu bakış açısıyla hazırlandığını da unutmayın.

Batı'dan baktığınızda görünen bu ancak Doğu'ya gittiğinizde, Batı'da konuşulmayan başka sorunlar olduğunu görüyorsunuz. Örneğin, Çin’in Shenzhen kentinde Apple deninca akla elmadan çok intihar eden işçiler geliyor. Çin’in en önemli üretim merkezlerinden Shenzhen Özel Ekonomi Bölgesi, 2010 yılında ücret artışı isteyen işçi eylemlerine sahne olmuştu. Toyota ve Honda fabrikalarındaki eylemler ve Foxconn’da çalışan 12 işçinin intiharı kamuoyunun dikkatini bölgeye çekmişti. Foxconn, birçok büyük firmanın olduu gibi iPhone ve iPad’in dünyadaki en büyük imalatçısı. İntihar olaylarından önce Foxconn’un montaj hattında çalışan bir işçi ayda 900 yuan alıyordu. Bizim paramızla 260 liraya denk düşüyor. Ucuzundan bir tabak Çin makarnasının 5-10 yuan arasında değiştiğini düşünürseniz bu para Çin için de çok değil. Grevler ve intiharların artması nedeniyle aylık ücretlere de zam gelmiş ve maaşlar Ekim 2010'dan itibaren 2 bin yuana kadar çıkmıştı. Psikiyatristler fabrikada çalışmaya başladı, müzik yayını devreye girdi. Çalışanlar daha fazla sosyalleşmeleri için 50'şerlik gruplara ayrıldı. Foxconn'un Shenzen'de 400 bin çalışanı var. Çin genelinde 800 bin. Apple gibi dünyanın en büyük elektrik devleri için montaj hattının başından kalkmadan çalışıyorlar. Aralarında Çin'in kırsal alanlarından gelen ve 'göçmen işçi' denilen çalışanlar da var. Dev yatakhanelerde kalıyorlar. Çoğu yılda bir kez, Çin'in yeni yılında ailelerinin yanına gidebiliyor. O tarihlerde tren garları, sırtlarında yorganlarıyla seyahat eden Çinlilerle dolup taşıyor.

Montaj hatlarında çalışanlar bilirler, zaman geçmek bitmez. Hayatımın altı yılını fabrikalarda geçirdim. Çalıştığım ilk fabrika dondurma külahı üretiyordu. İşbaşı yaptığım ilk geceyi hiç unutamam. Hat çok hızlı değildi ama beş saat boyunca etrafınızda konuşacak kimse olmayınca zaman geçmek bilmezdi. Kendimi şarkılara verdim. Külahları paketlerken bir yandan da yüksek sesle şarkı söylüyordum. Makinaların sesi benim sestimi bastırıyordu. Bora Ayanoğlu'nun Fabrika Kızı'nı biraz değiştirip, “Fabrika'da külah yapar, sanki kendi yalar gibi” diye değiştirip söylemiştim. Montaj hattında işçi olmak zordur, insanı böyle saçmalatır. En kötüsü de tüm hayatınızın orada geçeceğini fark ettiğiniz andır. O an gelirse insan intihar da eder, çıldırır da.

Batı'nın çevreye saygılı, tüketici şikayetlerine duyarlılıkla yanıt veren Apple'ı, Doğu'da işçileri kötü koşullarda, az paraya çalıştıran taşeron firmaların işvereni. Çünkü Batı Doğu'yu görüyor, Doğu Batı'nın dilinden konuşmuyor. Küreselleştiğini sandığımız dünyada körler sağırlar birbirimizi ağırlıyoruz. Apple ya da başkası, aldığınız ürünün çevre dostu sayılması, ticari saygınlığı ürüne göre değil aslında sizin durduğunuz yere hatta politik görüşünüze göre değişiyor. Görmek ya da görmemek, umursamak ya da aldırmamak; tercih sizin. Zehirli elmayı Batı'dan mı ısırmak istersiniz yoksa Doğu'dan mı?

Kirletene teşvik koruyana gazoz

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Ekim 2011

Yatağan Termik Santrali - Özgür Gürbüz
Uluslararası Enerji Ajansı (UEA) Baş Ekonomisti Fatih Birol salı günü yaptığı açıklamada fosil yakıtlara verilen sübvansiyonların tutarını açıkladı. 2010 yılında fosil yakıtların, yani petrol, kömür ve doğalgazın üretimi ve tüketimini desteklemek için tüm dünyada 409 milyar dolar sübvansiyon verilmiş. Kullanıldıkları yerlerde hava kirliliğinden asit yağmurlarına kadar çeşitli çevre sorunlarına neden oldukları gibi küresel iklim değişikliğinin de başlıca sorumlusu bu fosil yakıtlar. Birol, nükleer santrallere verilen rakamdan bahsetmemiş. Amerika'dan bir örnek verelim. 1943 ile 1999 yılları arasında ABD'de nükleer, rüzgâr ve güneşe 150 milyar dolar sübvansiyon verilmiş. Bunun yüzde 95'i nükleer enerjiye gitmiş*.

Fosil yakıtlara verilen teşvikler aslında enerji sektöründe karanlık kalmış birçok noktayı aydınlatıyor. Yatırımlarının büyük bir bölümünü kömür, petrol, doğalgaz ve nükleere yapmış şirketlerin, hükümet politikalarında ne kadar etkili olduklarını gösteriyor. Yoksa, bütün dünya iklim değişikliğini konuşurken, başta Avrupa’daki ülkeler olmak üzere seragazı emisyonlarını düşürmek için hedefler belirlenmişken, küresel ısınmaya neden olan fosil yakıtların hem üretimi hem de kullanımına mali destek verilmesi nasıl açıklanabilir? Bu mali destekler, aslında bize nasıl yalan söylendiğini de gösteriyor.

Fosil yakıtlara verilen teşvikler, özellikle ülkemizde sık sık kullanılan, “temiz enerji kaynakları pahalı” argümanının koca bir saçmalık olduğunu gösterme açısından da önemli. Güneş, rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynakları için, bu kaynaklardan üretilecek elektrik enerjisine belli bir süre boyunca alım garantisi verilmesi istenince fosil yakıt üreticileri hemen ayaklanıyor. “Ucuz dediğiniz temiz enerji için bir de teşvik istiyorsunuz” diye suçlamalarda bulunuyorlar. Yine aynı şirketler, “kömüre, petrole ve doğalgaza karbon vergisi eklenmeli, kirleten bedelini ödemeli” dendiğinde ise ortada yoklar. Görünen o ki, fosil yakıt üreticileri bir yandan sorgusuz sualsiz kirletmek, bir yandan da hükümetlerden milyarlarca dolar teşvik almaya devam etmek istiyorlar. Bu firmaların çoğu serbest piyasa şiarını dillerinden düşürmüyor. Hâlbuki gerçek bir rekabet bile işlerine gelmiyor. Siz doğayı kirletmemek için teknoloji geliştireceksiniz, haliyle daha pahalıya (en azından ilk başta) üretim yapacaksınız, diğer taraf ise bütün çöpünü, atığını hiçbir kısıtlama olmadan doğaya bırakacak ve üstüne üstelik ben senden daha ucuza üretiyorum diyecek. Ödediğimiz vergiler yağma Hasan'ın böreği mi?

Peki, ne yapılmalı? Fosil yakıtlara verilen teşvikler derhal durdurulmalı. Daha sonra sosyal maliyet dediğimiz kalem, maliyet hesaplamalarına dâhil edilmeli. Sosyal maliyet, o sanayi tesisisin üretimi sırasında doğaya ve canlılara verdiği zararın ekonomik değerini ifade ediyor. Bir fabrikanın atıklarının öldürdüğü balıkların maddi değeri veya hasta ettiği insanların tedavi masrafları, o tesisin üretim maliyetine ekleniyor ve böylece gerçek maliyet bulunmaya çalışılıyor.

Kömür rüzgârdan 96 kat daha tehlikeli
Bir kömür santralini örnek alalım. O santralin üretimi boyunca atmosfere bıraktığı her gram seragazı emisyonunu vergilendirelim. Kirletenle kirletmeyen bir olmasın. Enerji santrallerinin 1 kilovatsaat (kWs) elektrik üretimi için ne kadar seragazı saldıklarına dair elimizde birçok çalışma var. Benjamin K. Sovacool’un çalışmasında, rüzgâr santrallerinin 1 kWs elektrik üretmek için atmosfere 10 gram kadar karbondioksit eşdeğeri seragazı saldıkları hesaplanmış. 1 kWs elektriği kömür santralinde üretirseniz bu rakam 960 gram. Yani elektriği kömürden üretmek, rüzgâra göre küresel ısınmaya 96 kat daha fazla neden oluyor. Tabi, küresel ısınmaya neden olmanın cezalandırılmadığı Türkiye'de bu veri hiçbir anlam ifade etmiyor. Avustralya’da hayatı geçirilen uygulama bizde de olsa, bu firmalardan karbondioksitin tonu başına 23 dolar karbon vergisi alınacak. İşte kirletene teşvik böyle veriliyor; cezalandırmayarak. Örneğin Sinop-Gerze'de kurulmak istenen termik santral yılda 7 milyon tona yakın seragazı salacak. 2009 yılında tüm Türkiye'nin emisyon miktarı 369 milyon tondu. Gerze'deki santral Türkiye'nin toplam emisyonlarının yüzde 2'sini üretecek ama kuruş ceza ödemeyecek!

İşin ekonomisini bir kenara bırakalım. Dünyada 1 milyar 400 milyon insan var ve bu insanların evlerinde elektrik yok. UEA, 2030 yılına kadar bu insanların evine elektrik getirmek için her yıl 36 milyar dolar harcanması gerektiğini söylüyor. Fosil yakıtlara her yıl verilen 409 milyar dolar teşviki hatırlayın. Kömüre, petrole ve doğalgaza verilen sübvansiyonların sadece 10’da biri bu sorunu çözebilir. Dahası var. Böyle giderse, fosil yakıtlara verilen destekler 2020’de 660 milyar doları bulacak. Gayri safi küresel hâsılanın yüzde 0,7’si, bizi her gün ağır ağır öldüren bu kaynaklara verilecek. Hâlbuki iklim değişikliğini durdurmak için gayri safi küresel hâsılanın yüzde 2’sinin bu işe ayrılması lazım. Fosil yakıtlara verilen destek çekilince belki yüzde 1 bile dünyayı kurtarmaya yetecek. Görülüyor ki, “iklimi kurtar” diyen çevrecilere çok para istiyorsunuz yanıtını veren gelişmiş ülkeler, “bize teşvik ver” diyen kömürcülere karşı pek bir cömertler.


Renewable Energy Policy Project “Federal Energy Subsidies: Not All Technologies Are Created Equal” (July 2000).

Elektromanyetik alanlar ne kadar tehlikeli?

İstanbul, 7-8 Ekim 2011 tarihlerinde elektromanyetik alanlarla ilgili önemli bir sempozyuma ev sahipliği yapacak. Elektrik Mühendisleri Odası, İstanbul Tabip Odası ve İstanbul Barosu`nun birlikte düzenlediği "Elektromanyetik Alanlar ve Etkileri" başlıklı sempozyumun amacı; elektromanyetik alanların çevre, halk sağlığı üzerine etkileri ve hukuksal boyutları konusunda üniversiteler, kamu kurumları, sivil toplum örgütleri, kişilerin güncel ve bilimsel bilgilerini aralarında ve toplumla paylaşacağı ve irdeleyeceği bir ortam oluşturmak.

Cep telefonları, baz istasyonları, elektrikli ısıtıcılar, kablosuz internet ağları, mikrodalga fırınlar, saç kurutma makinaları ve bilgisayarlar gibi birçok elektrikli alet sağlığımızı ne kadar etkiliyor? Bu aletler olmadan yaşamak mümkün mü? Elektromanyetik radyasyondan nasıl korunabiliriz? Bu ve benzeri sorulara yanıt arayanlar için Yıldız Teknik Üniversitesi'nde düzenlenecek bu iki günlük konferans kaçırılmaması gereken bir fırsat. Daha detaylı bilgi için: http://emanet.emo.org.tr/ adresini ziyaret edebilirsiniz.

Dilini de kesseydiniz!

Özgür Gürbüz-BirGün / 2 Ekim 2011

Anadolu Grubu'nun Gerze'de termik santral kurmak için kolluk kuvvetlerinin desteğiyle Yaykıl köyüne girmeye çalıştığı sıralarda Erzurum'un Tortum ilçesinde yapımı süren hidroelektrik santrala (HES) karşı da eylem vardı. Oturma eylemi sırasında Tortum'da da arbede çıktı. 15 kişiye kolluk kuvvetlerine fiili mukavvemet suçundan kişi başına 250 TL para cezası verildi. Aralarında 17 yaşındaki Leyla da vardı. Onun cezası sanırım hukuk tarihine kara harflerle geçecek. Leyla'nın HES konusunda faaliyet gösteren çalışma alanlarına girmesi ve HES’lere karşı eylemlerde bulunan kişilerle ilişki kurması da yasaklandı. Leyla diyor ki, “Bundan sonra eylemlere katılırsam tutuklanma ihtimalim var. Ben de verilen cezaya saygı gösterip eylemlere katılmayacağım. Benim tek üzüntüm jandarmanın bana taş attığım yönünde iftirada bulunması”.

Leyla'nın neredeyse tüm ailesi ceza aldı. Evinde 7 ve 14 yaşlarındaki iki kardeşi dışında herkes cezalı. Şimdi Leyla ne yapacak? Evi terk mi edecek? Annesi ve babasıyla konuşmadan, küs gibi mi yaşayacak? Böyle ceza olur mu? İleri demokrasilerde oluyor demek. 17 yaşındaki Leyla'nın sözlerinden bu kadar mı korkuyorsunuz? Oldu olacak dilini de kesseydiniz!

Bu Leyla'nın öyküsü. Bir de Volkan Özcan'ın öyküsü var. Volkan 1990 doğumlu, 21 yaşında. Sinop Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu Elektrik bölümü üçüncü sınıf öğrencisi. Okuyor diyemiyorum çünkü şu sıralar okula gidemiyor; hapiste. Gerze Cezaevi'nde yatıyor. Suçu doğduğu kent Gerze'de kurulmak istenen termik santrale karşı çıkması.

Volkan'ın tutuklanma öyküsü de bir garip. Gerze'de neler olduğunu hatırlayıverin. 5 Eylül günü Anadolu Grubu'na (Efes, Mc Donald's vs.) ait sondaj ekipleri ellerinde sondaj yapmak için İl Özel İdare'den alınması gereken izin olmadan Yaykıl köyüne girmek istiyor. Aynı şirket yer lisansı almadan üretim lisansı almış. Üretim lisansı da Danıştay'dan dönmüş. Buna rağmen kolluk kuvvetleri köylünün değil de şirketin yanında saf tutuyor. Köylüler direniyor, yollara kendilerini set çekiyorlar. İtilip, kakılıyorlar ama yeri göğe çıkaracak o aletlere izin vermiyorlar. Volkan da orada. Sondaj makinalarının köye başka bir noktadan girmeye çalıştığı haberini alınca soluğu otobanda alıyor. Arkadaşlarıyla yolun karşısına geçmeye çalışırken karşıya geçmeye çalışan yaşlı birine yardım için Volkan yavaşlıyor. O sırada üç polis Vollkan'ı alıp götürüyor. Suçu attığı taş ile bir kadın polisin başını yarmak. Volkan atmadım dese de nafile. Kelepçeleniyor. Tekme, tokat ve küfür... Volkan olayı böyle anlatıyor. O da Leyla gibi kendisine iftira atıldığını söylüyor.

23 Ağustos ve 5 Eylül tarihlerinde çıkan olaylara bizzat tanıklık eden Avukat Cömert Uygar Erdem hukuka aykırılığa dikkat çekiyor. Erdem, “Volkan'ı iki suç şüphesi ile göz altına aldılar. Kadın polis memurunun başının yarılması ve polise görevini yaptırmamak. Kadın polis ifadesinde kim olduğunu hatırlamıyorum arkadaşlarım Volkan dediler diyor. Volkan kasten yaralama suçuyla ilgili ifadesi alınırken video görüntüleri yoktu. Sadece iki polis tanık var. Yaralama suçunu ispat edemedikleri için Volkan polise görevini yaptırmamak suçundan tutuklandı. Tutuklamaya gerekçe yazarken dosyaya, toplanacak delillerden sonra şüphelinin işlediği suçun niteliğinin şüphelinin aleyhine değişme ihtimalinin bulunması diye yazıldı. Bu yapılan CMK'nun 100. maddesine aykırı” diyor. Ben bu cümleden şunu anlıyorum. Her an delil bulabiliriz, ha çıktı ha çıkacak! Siz ne anlıyorsunuz? Erdem, “Anayasa'nın 56. maddesi çevreyi koruma bir haktır ve vatandaşa yüklenmiş bir ödevdir. Bu insanlar aslında üzerine düşeni yapıyorlar, bunu yapmamaları aslında suç” diye de ekliyor.

Volkan 24 Eylül tarihinde dostlarına bir mektup yazmış. Feyzbuk'ta “Yaykıl direnişinin simgesi Volkan'a özgürlük” adıyla açılan sayfadan aldım. Bir kısmını sizlerle paylaşmak istedim: “...Allah kimseyi buraya düşürmesin gerçekten bazen çok sıkıcı oluyor. Bir an önce mahkeme gününün gelmesini bekliyorum. ...Lale Abla kitap için teşekkür ediyorum uzun zamandır kitap okumamıştım iyi geldi, çok güzel bir kitap. Canan Abla ve Şule Abla gelince sizin evin elektrik işini yaparım merak etmeyin. Şükrü, eski okul arkadaşım, yoldaşım sen nasılsın? Bak, herkes sana emanet. Çadırda semaverde çayları güzel yap, yokluğumu çaktırma. İlk fırsatta yanına geleceğim inşallah, merak etme. Şengül Abla, Lale Abla sizleri sok seviyorum ama her hafta gelmeyin sizden ayrılınca kendimi kötü hissediyorum”.

Sinop'ta termik santrala, Erzurum, Hopa ve Trabzon'da HES'e yapılan itirazlar yöre halkının deresine, toprağına sahip çıkma konusundaki kararlılığını gösteriyor. Hükümet sorunu çözemiyor. Tortum Bağbaşı'nın AKP'li belediye başkanı ve dokuz meclis üyesinin istifası da bunun kanıtı. Yöre insanının rızasını almadan, deredeki balığın, o dereden su içen ayının hakkını, canını düşünmeden yatırım yaptığını söyleyenleri ne bu halk ne de gezegen affeder. Kalbiniz kararmaya görsün. Kalbi kararanın gözleri de görmez. Gündüzü gece olur.


Not: Elektrik Mühendisleri Odası, 7-8 Ekim tarihlerinde İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi'nde Elektromanyetik Alanlar ve Etkileri başlıklı bir sempozyum düzenliyor. Geçen haftaki yazımızda bu tehlikeye dikkat çekmiştik, bilgi almak için önemli bir etkinlik.