Başbakan nükleer enerji çalışmalı

Avrupa’nın en iyi rüzgâr ve güneş enerjisi potansiyellerinden birine sahip ülkemizde, nükleer enerjiyi körü körüne ve 10 yıl öncesinin verileriyle savunanlar gerçekten çok ayıp ediyor.

Özgür Gürbüz-Radikal 2 / 31 Ağustos 2008

Uluslararası Enerji Ajansı tarafından hazırlanan, “Dünya Enerji Görünümü 2007” adlı rapora göre, dünya elektrik enerjisi üretiminde, nükleerin yüzde 15 olan bugünkü payı 2030’da yüzde 9’a gerileyecek. Hidroelektrik santrallerin dâhil edilmediği hesaplamada ise yenilenebilir enerjinin bugün yüzde 2 olan payının yüzde 6’ya çıkması bekleniyor. Aslan payı da, yüzde 1 olan payını yüzde 4’e çıkarması beklenen rüzgâr enerjisinde (1). Artan küresel enerji talebine rağmen nükleer enerjinin pazar payının azalması garip değil mi? Halbuki Türkiye'de, başta AKP iktidarı ve bazı “uzmanlar” nükleer rönesans masalları anlatıyor, nükleer enerjiye övgüler yağdırmaya devam ediyor. Boş zamanlarını enerji konusunda çalışmak yerine “çevrecilere” laf yetiştirmeye harcayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da, tahminen bu yanlış bilgilendirme sonucu, nükleer enerjinin ülkenin içinde bulunduğu enerji krizine çözüm bulacağını sanıyor. Ne yazık ki yanılıyor.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) rakamlarına göre dünyada şu anda 439 reaktör (santral değil) var. Bunların toplam kurulu gücü 371 GW ve 35 yeni reaktör de yapım aşamasında (2). Bu 35 reaktörün 7’si Rusya, 6’sı Hindistan, 6’sı Çin, 3’ü Kore, 2’si Ukrayna ve Bulgaristan, 1’er tanesi de Arjantin, Fransa, İran, Japonya, Pakistan, Finlandiya ve ABD’de inşa ediliyor. Nükleer enerji taraftarları bu rakamlardan bahsetmekten çok hoşlansa da, rakamlara yakından bakmamızdan da bir o kadar rahatsız oluyor. Bize nükleer reaktör satmak için kapalı kapılar ardında en çok zaman harcayan ülke ABD olduğuna göre işe oradan başlamakta fayda var.

Bitmeyen santraller
ABD’de inşa edilen tek reaktör Watts Bar-2’nin yapımına aslında 1972'de başlandı. 1988'de, enerji talebinde beklenen artışın gerçekleşmemesi sonucu inşaat durduruldu ve 2007'de tekrar başlatıldı. Aslında bu reaktör bile, Türkiye’deki abartılı talep tahminlerinin nelere yol açacağı hakkında özel sektöre başlı başına bir yanıt niteliğinde. İlk yatırım maliyeti yüksek olduğu için inşaatın durduğu her gün şirketlere binlerce dolara mal oldu. Öncesinde onlarca reaktör yapmış olmasına rağmen, 1165 MW gücündeki Watts Bar-2’yi 16 yılda bitiremeyen, daha sonra da inşaatı, enerji talebi yok diye durduran ABD, yüzde 60’ından fazlasının tamamlandığı söylenen bu reaktöre yaklaşık 2,5 milyar dolar daha harcamayı planlıyor. İşin garibi, Watts Bar-1 de (1121 MW) tam 23 yılda bitirilmiş ve 7 milyar dolara mal olmuştu (3). Kimse bunun ABD’nin deneyimsiz zamanına geldiğini de iddia edemez. Watts Bar-1, 1996 yılında ABD’de devreye alınan en son santral. Bush yönetiminin nükleere yeşil ışık yaktığını söylememek doğru olmaz ama özel sektörün bu konuda hâlâ ciddi çekinceleri var. Watts Bar-2’nin tekrar inşaatına başlanmasının tek nedeni de önceden alınmış inşa izninin hâlâ geçerli olması. ABD’de, iktidarın istekli olması, nükleer santral inşasına başlamak için gereken izinlerin alınmasını ya da güvenlik standartlarının düşürülmesini kolaylaştırmıyor. Bizde ise olmadık teşviklerle, yüksek maliyet halkın cebinden karşılanarak özel sektöre tatlı bir “yatırım ortamı” hazırlanmaya çalışılıyor. Türkiye’de yaşayanlar tedirgin olmakta yerden göğe kadar haklı. Geçtiğimiz Haziran ayında Fransa’da meydana gelen sızıntılar sonucu Vaucluse Bölgesi’nde su içilmesinin, balık avlanmasının ve yüzülmesinin yasaklandığını anımsayalım. Türkiye’de olası bir sızıntı olduğunda böyle bir uyarının yapılacağına kim inanır? Tricastin nükleer santralinde iki ay önce olan kazayı bile değerlendirmeye almayan hükümet, kendi memleketinde böyle bir kaza olsa gerçeği söyler mi? Tuzla’da insan hayatına verilen değeri gördükten sonra bu sorulara çevrecinin değil daniskası, maskarası bile “evet” diyemez.

27 yıldır bitmeyen santral
Nükleer enerjiyi savunanlar bu kazalardan bahsetmiyor, tüm dünya nükleer yapıyor masalını anlatmaya devam ediyor ve bunu yaparken Arjantin’den bile bahsetmekten kaçınmıyor. UAEA’nın listesinde yer alan ve hatta listeden hiç çıkamayan Attucha-2’nin inşaatına 1981’de başlandı. Santral aradan geçen 27 yıla rağmen hâlâ bitirilemedi. Nükleer enerjinin şiddetli savunucuları bile böyle bir durumda maliyetin 40 milyar dolara kadar çıkabileceğini belirttiler. Ülke ekonomisine eklenecek 40 milyar dolarlık bir maliyeti karşılamak için değil tüm çevreciler, tüm Türkiye boş zamanlarında çalışsa yıllarca bu cari açığı kapatamaz. Arjantin örneği tek de değil. Bugün Almanya, İtalya, İspanya, Belçika, İsveç, Norveç gibi ülkeler nükleer enerji karşıtı politikalara sahipse bunun temelinde Çernobil gibi kazaların yanı sıra ekonomik faturaların hesaplandığı gibi sonuçlanmamasının da büyük etkisi var.

Maliyet ciddi bir problem
Nükleer enerjinin tahmin edilemeyen bütçesi sadece geçmişin değil bugünün de problemi. Dünyanın en gelişmiş reaktörü olarak tanıtılan ve AB-15’te inşa edilen iki reaktörden biri olan Olkiluoto-3 reaktörünün inşası 2005 yılında başladı. 2009’da bitecek deniyordu ama bağımsız denetçiler tarafından tespit edilen hatalar ve güvenlik konusundaki eksiklikler, inşaatı şimdiden iki yıl geciktirdi. 2007 baharından bu yana inşaatta çalışan insan sayısı iki katına çıkarıldı ama 2011’den önce bitmesi zor görünüyor. İlk yatırım maliyeti, üretilemeyen elektrik de hesaba katıldığında 4,5 milyar avroyu buluyor. Yani, her 1 kilovat kurulu güç için 4 bin doların üzerinde bir masraf yapmak gerek. Rüzgarda ise bu paraya nükleerin 2-2,5 katı bir güç kurulabilir ve Türkiye’nin verimli rüzgarlarında aynı elektriği üretirsiniz. Üstelik çok daha fazla insana işgücü sağlar, dışa bağımlılıktan ülkeyi kurtarır ve Kyoto sürecinde karbondioksit salınmadığı için üzerine para bile kazanabilirsiniz. Nükleerde işler yolunda gitmiş olsaydı bile uzun vadede yine rüzgârın ucuza mal olması kaçınılmaz olacaktı çünkü yaptığımız hesapta 250 bin yıl boyunca radyoaktif kalacağı için özel olarak saklanması gereken (ve nasıl saklanacağı henüz bilinmeyen) atıkların maliyeti yok. Santralin söküm maliyeti, yakıt ve işletim giderleri hesaba dahil değil. Rüzgar, güneş, hidroelektrik ve jeotermal için ilk yatırım maliyeti dışındaki maliyetler ise oldukça küçük rakamlar.

Uzun lafın kısası, Avrupa’nın en iyi rüzgâr ve güneş enerjisi potansiyellerinden birine sahip ülkemizde nükleer enerjiyi körü körüne ve 10 yıl öncesinin verileriyle savunanlar gerçekten çok ayıp ediyor. 300-400 kişinin çalışacağı nükleer reaktörlerin, 25 bin kişiye iş sağlayacağını söyleyen Enerji Bakanımız Hilmi Güler de bu yanlışta ısrar ederek hayal kırıklığına neden oluyor. Temiz enerji konusunda bugüne kadar yapılmış en önemli işlere imza atmış olan Güler’in bu tutumu, “İpler kimin elinde” sorusunu ister istemez gündeme getiriyor. Kendisini milliyetçi-muhafazakâr olarak tanımlayan Başbakanımız bırakın yakıtı ve teknolojisini, çalışacak 300-400 kişinin yarısını bile ithal etmek zorunda olan nükleer enerjiyi savunurken, kökü dışarıda diye nitelenen yabancıların yerli kaynak olan rüzgâr ve güneşi savunması ise ayrı bir komedi. Yine aynı çizgide olduğunu beyan eden AKP seçmeni de, gerek sessiz kalarak gerekse yanlış tarafta durarak bir başka ayıba imza atıyor, kendi kendisiyle çelişiyor. Başbakan ve nükleer teknoloji sayesinde ülkenin kalkınacağını sananların acilen “enerji” konusunda çalışması lazım. Nükleer santraller sayesinde uzaya gideriz masallarına bu çağda inanmak, cahilliğin daniskası olsa gerek.


1. World Energy Outlook 2007, Reference Scenario, s. 593.
2. PRIS Database, International Atomic Energy Agency, 26 Ağustos 2008.
3. The Decatur Daily News, http://legacy.decaturdaily.com/decaturdaily/news/060728/tva.shtml

Turlar yüzünü Anadolu'ya döndü...

Tatil denince artık akla sadece deniz, güneş ve kum gelmiyor. Yerel bir yemek, tarihi binalar ve sakin sokaklar, değişen iç turizm anlayışının yeni tercihleri. Yeni Aktüel okurları için iç turizmin parlayan yıldızı Sinop’u gezdik ve sektör temsilcilerine kültür turizminin geleceğini sorduk.

Özgür Gürbüz - Aktüel /28 Ağustos-3 Eylül 2008

Her yıl Türkiye’de bir milyon insan, kültür turizmini tercih ediyor ve Anadolu’yu karış karış arşınlıyor. Gezilmedik medrese, müze; yenilmedik gözleme, mantı bırakmıyor. Bazen Ağva, Mardin gibi, diziler sayesinde ünlenen yerler ön plana çıkıyor, bazen de hep merak edilen, yemeğiyle, geleneği göreneğiyle adından söz ettiren ama ırak diye varılmayan memleketler. Sonuçta hayatımıza yerleşmiş bir klişe daha tarihe gömülüyor; tatil denince akla artık sadece deniz-güneş ya da Paris-Londra gelmiyor.

Sinop’ta cezaevi turu
Biz de bir Sinop turuna katıldık ve daha bu ilk turumuzda, kültür turizminin neden çok ilgi çektiğini anladık. Bazen unuttuğunuz bir yemek karşınıza çıkıyor, bazen adını duyduğunuz ama hiç görmediğiniz tarihi bir yapı. Sinop turunun ilk durağında adını hep duyduğumuz Sinop Cezaevi’ndeyiz. Sabahattin Ali’nin kaldığı söylenen koğuşa giriyoruz, duvarda o çok bildiğiniz şiiri var; “Aldırma gönül, aldırma; bu hasret biter” diyor… Koğuştan çıkarken mırıldanmaya başlıyorsunuz; sesiniz boş, küflü koridorlarda yankı buluyor. Deniz kenarında mehtabı izlerken aşklarınızı, arkeoloji müzesine gidince ise anne babanızla yaptığınız o ilk müze turlarını anımsıyorsunuz. Yeni yerler görüyorsunuz, ama tanıdık bir şeyler de var o gördüğünüz yerlerde...

Kültür turlarına olan bu talep turizm sektörünü de hareketlendirmiş. Bugüne kadar yurtdışı turlarıyla bilinen Cafe Tur, Sinop da dahil olmak üzere, 1 Eylül’den itibaren Anadolu’nun 23 noktasına tur düzenlemeye başlıyor. Cafe Tur Genel Müdürü Ali Akyüz, yurtiçine yönelik turların Körfez kriziyle gündeme geldiğini, fiyatların düşmesiyle o tarihe kadar otellerine yerli turist almayan şirketlerin bile kapılarını iç turizme açtığını belirtiyor. “Türkiye’de dünya kadar gezilecek yer var” sloganıyla yola çıktıklarını belirten Akyüz, “Mardin, Kapadokya gibi bazı bölgeler çok tercih ediliyor. Yozgat ve Elazığ’a da konaklamalı turlar düzenleyeceğiz. Karadeniz ise tanınmayan bir bölgeydi ve çok talep görüyor. ‘Suya tutunan şehir’ dediğimiz Sinop çok hoş ama az bilinen bir bölge” diyor.

Havaalanının açılmasıyla ilginin artması beklenen Sinop’un tur programı da diğerlerinden farklı. Samsun’dan yola çıkıyor, Bafra’da meşhur pideleri yiyor, kente damgasını vurmuş cezaevinde “iç çekiyor”, Türkiye’nin en uzun kumsallarından Akliman’a yüzmeye gidiyorsunuz. Çok iyi düzenlenmiş Arkeoloji Müzesi’ni geziyor, ardından Erfelek Şelaleleri’ne gidiyorsunuz. 28 şelaleden oluşan Erfelek Şelaleleri 28 engelli bir koşu pisti gibi. Biraz cesur, biraz da atletik bir yapıya sahipseniz, 28’ini birden tırmanmanız işten bile değil. Parkuru tamamlayanları közde patates ve buz gibi bir ayran bekliyor. “İçmeyenin kaynanası ölsün” yazılı tabelayı görünce çoğunluk birer ikişer bardak içiyor ayrandan. Tırmanma hevesli olmayanları ve etseverleri yöresel sırık kebabıyla başbaşa bırakmak da olası. Kısacası, turların içinde her keyfe göre seçenek var. Ali Akyüz, isteğe özel olarak tur programlarının değiştirilebileceğini ve iki kişi için bile özel turlar düzenlenebileceğini belirtiyor. Bu da rekabetin ne kadar yoğun olduğunu gösteriyor.

Yerli diziler ilgiyi arttırıyor
ETS Tur Kültür Turları Müdürü Serdar Eşmeli de ilginin arttığını, Türkiye’deki tüm kültür turlarında yüzde 10 artış olduğunu söylüyor. Bu artışın bir nedeni de yerli diziler. Eşmeli “O bölgelerin doğal ve tarihi güzelliklerinin dizilerde gösterilmesinin katkısı büyük” diyor. Yerel bir yemek bile turizm için odak noktası olabiliyor. Eşmeli, birkaç sene önce şarap üreticileri ile birlikte planlanan “bağ bozumu” turlarının her geçen yıl daha fazla ilgi gördüğünü belirtiyor. Turlardaki farklı seçenekler katılımcıların profilini de etkiliyor. Türkiye Seyahat Acentaları Birliği (TÜRSAB) Başkanı Başaran Ulusoy, kültür turlarını tercih edenler konusunda ellerinde güncel bir araştırma bulunmadığını belirtiyor. Ancak geçmiş yıllarda iç turlar pazarında aktif olarak çalışan üyelerine yönelik bir anket yapılmış ve sonuçlar yurtiçi turların en çok kadınlar tarafından tercih edildiğini göstermiş. Tura katılanların yüzde 59,2’si kadın. Çocuklu ailelerin oranı yüzde 21,5, çiftlerin oranı ise yüzde 23,9. Emekliler de yurtiçi turlara ilgi gösteriyor. Turlara katılanların yüzde 31,3’ü emekli, yüzde 33,2’si serbest meslek sahibi, yüzde 29,6’sı ise öğrenci. 65 yaşın üstünde seyahat edenlerin oranı ise yüzde 8,1. Rakamların da gösterdiği gibi ayaklanmış bir millet söz konusu; her yaştan her cinsiyetten vatandaşımız memleketi keşfe çıkmış durumda. Bakalım bu kültür turları kültür seviyemize nasıl yansıyacak ve “çok gezen mi, çok okuyan mı bilir” denklemi hangisinin lehine sonuçlanacak?

***
TÜRSAB Başkanı Başaran Ulusoy
“İlgi alanı çeşitleniyor”
Bugünün yerli turistinin, kültürel motivasyonlu seyahatlerdeki ilgi alanı eskiye oranla çok daha geniş ve çeşitli. Artık yerli turistler de ülkemizin büyük kentlerinden Kapadokya, Pamukkale gibi doğal ve kültürel değerlerin etkileyici sentezini sunan harikalara, küçük yerleşim merkezlerinin özgün mimarisinden yöresel mutfaklara ve folklorik değerlere kadar çok değişik özel ilgi alanlarına sahip olmaya başladı. Seyahat kültüründeki bu değişimde farklı etkenlerin yanı sıra, elbette tanıtım ve pazarlama faaliyetlerinin de rolü büyük.

Siz hiç gölde yürüdünüz mü?

İstanbul’daki Büyükçekmece Gölü 20 Ekim tarihinde büyük bir etkinliğe ev sahipliği yapacak. Etkinliğe katılmak için yüzme bilmenize gerek yok çünkü gölün belli bir bölümünde artık su yok. Kuraklık tehlikesine dikkat çekmeye çalışan İstanbul Valiliği ve birçok sivil toplum örgütü, sizleri tanıklığa ve tehlikeyi gözlerinizle görmeye çağırıyor...

Özgür Gürbüz- Aktüel / 28 Ağustos-3 Eylül

Hava sıcak mı sıcak! Bu sıcağa rağmen biraz ileride tarlasıyla uğraşan çiftçiler görmek mümkün. Yanlarında derme çatma bir yapı var; sanki kendilerini güneşten koruyacak kalıcı bir bina inşa etmeye başlamışlar. Önümüzde bir inek sürüsü sakin sakin otluyor. Bakıcıları ise biraz daha geride çimlerin üzerine oturmuş sohbet ediyor. Belli ki, kene korkusu buralara pek uğramamış. Evet, bunların hepsi Büyükçekmece Gölü’nde oluyor ve başımıza güneş geçmedi.

Barajlarda ne kadar su kaldığını, daha doğrusu ne kadar kalmadığını televizyonlardan takip ediyorduk gerçi, ama vaziyeti yerinde görünce insan kuraklığın gerçek boyutlarının farkına varıyor. Göl üzerindeki turumuza eşlik eden meteoroloji mühendisi Volkan Diler, 11 Ekim’de düzenlenecek “Farkında mısınız? Kuruyoruz!” adlı etkinliğin amacının tam da bu olduğunu söylüyor. Binlerce insan Büyükçekmece Gölü’ne bizzat gelerek gözleriyle tehlikenin farkına varacak. Projenin yönetmeni de olan Volkan Diler, “İnsan gözleriyle görünce konu hakkında düşünmeye başlıyor. Kuraklıkla ilgili faaliyetlerin uzun soluklu olması gerekiyor. O nedenle öğrenme çağındaki insanların zihinlerinde yer etmesi önemli” sözleriyle projenin amacını açıklıyor.

Sezen Aksu da destekliyor
Büyükçekmece Gölü, bu yıl 400 metre çekildi, su seviyesi 6 metreden 2 metre 84 santimetreye düştü. Balık tutulan yerler çamur ya da tarla oldu. Yakında göl alanında gecekondulara rastlanmasından korkuluyor. İstanbul Valiliği İl Afet Yönetimi Merkezi’nin de destek verdiği etkinliğe, içlerinde Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı (ÇEKÜL), Büyükçekmece Belediyesi, İstanbul Proje Yönetim Derneği’nin de bulunduğu birçok kurum ve kuruluş destek veriyor. Destekçiler arasında, “Farkında mısınız? Gerçekten de kuruyoruz!” diyen Sezen Aksu da var. Aksu desteğini, “Büyükçekmece Gölü bunun en iyi kanıtı. Daha fazla artmadan bu örnekler, en başta bireysel çabalarımızla sahiplenmeliyiz bu gerçeği ve çözüm yollarını. Hâlâ suya sabuna dokunma şansımız varken...” sözleriyle gösteriyor. Baba Zula da etkinliğin destekçileri arasında.

Kentler arasında su savaşları olabilir
Etkinlik boyunca göl etrafında kurulan masalarda destekçi kuruluşlar, katılımcılara küresel ısınma ve kuraklık hakkında bilgi verecek. Katılımcıların büyük bir çoğunluğunu öğrenciler oluşturacak, ama halkın katılımı için de belediyeler otobüs seferleri düzenleyecek. Diler, “Amacımız, gelin, görün, ders alın; hemen üzülün ve eve gider gitmez de muslukları kapatın her şey çözülsün demek değil. Sadece sorunun bir parçasını öne çıkarmak istiyoruz. Buradan çözüm önerileri de çıksın isteriz, zaten projeyi destekleyen kuruluşların çözüm önerileri alanda olacak” diyor. Büyükçekmece buluşması bu konuda önemli bir adım olacak. Projenin ileriki aşamalarında benzer bir kampanyayı Tuz Gölü’ne, Anadolu’da kuraklıkla boğuşan bölgelere taşıma ve birden fazla noktada eş zamanlı etkinlik yapma gibi hedefler de var. Sorunun temelinde insanoğlunun hayat tarzını değiştirmeden bir çözüm aramaya çalışması yatıyor diyen Diler, “Su en büyük savaşların sebebi, ülkeler arasında büyük savaşlar çıkarabilir. İleride kentler, mahalleler arasında büyük problemlerin çıkabileceğini düşünüyorum. Doğu’da su kaynakları için çıkan kan davalarını biliyoruz. Melen’den İstanbul’a su geliyor ama orada sıkıntı olsa Düzceliler buna izin verir mi bilinmez” diyerek bir başka önemli noktaya da dikkat çekiyor. Diler’in altını çizdiği bir başka nokta da kuraklığın etkilerinin istenirse azaltılabileceği, kent ve yaşam alanlarından uzak tutulabileceği. “Ancak” diyor Diler, “kentlerde, evlerde kampanya yapmanın yetmeyeceği bilinmeli. Uygun bulaşık makinesi, klima kullanılırsa, belediye kaçakları önlerse her şey çözülecek sanılıyor. Bunun bir adım ötesine geçerek, devlet politikası anlamında herkesin bir şey yapması gerektiğinin altı çizilmeli. Türkiye’de suyun yüzde 75’i tarım alanlarında kullanılıyor. Asıl tasa bu yönde olmalı.”

***
Babazula’dan Murat:
“Uzaylılar ortaya çıksın”
Bir Çin atasözü var: “Bir kelebeğin kanat çırpışı tüm dünyanın gidişatını değiştirebilir”. Hakikaten böyle. Bu etkinliğin dalgaları yüzlerce, binlerce şeyi değiştirebilir. Bir bilinçlenme dönemine girmemiz lazım ve savaşmamız gerekiyor. Bunu da herkes kendi dalında yapacak, biz bunu müzikal olarak yapacağız. O zaman işte, “Niye ‘Pırasa’ diye parça yapıyorsunuz?” diyecekler, “Niye ‘Yavaş Orman’ diye parça yapıyorsunuz?” diyecekler. Ama olsun biz aldırmayacağız, yapacağız ve bir sinerji yaratacağız hep beraber. Geçen yıllarda çok büyük hatalar yapıldı, bunlardan çok yavaş dönülüyor. Bu ısınma ve dünyanın başına gelen felaketlerin faydalı yönleri de var. Bir tanesi, insanların bu dünyada yaşıyor olduklarının farkına varmaları. Afrika’nın açlık sorunu aslında bizim de sorunumuz. Ben her zaman söylüyorum uzaylıların ortaya çıkması gerekiyor. Uzaylılar ortaya çıksın ki, insanlar şunu söylesin; “Biz dünyada yaşıyoruz! Bu dünya bizim dünyamız!”.

Otomobilin "Melez"i güzel!

Birçok ülke, yakıt tasarrufu sağlayan ve çevreyi daha az kirleten melez otomobillerin kullanımını arttırmak için hedefler koyuyor ve teşvik sağlıyor. Türkiye’de henüz bu çevreci araçlara teşvik yok ama şimdiden 250’ye yakın kullanıcı memleketin yollarını daha az petrol harcayarak arşınlıyor.

Özgür Gürbüz - Aktüel Dergisi / 21-27 Ağustos 2008

Doktor Sabahattin Kara, her ay kızına oyuncak alabilen şanslı babalardan. Bunu da otomobiline borçlu. Kullandığı melez (hibrid) otomobil sayesinde yaptığı yakıt tasarrufunu küçük kızına oyuncak alarak değerlendiriyor. İşi gereği yılda 30 bin kilometre yapan Sabahattin Kara’nın “Honda Civic Hybrid” model melez otomobil için benzin motorlu muadiline oranla verdiği 7 bin YTL’lik farkı, yakıt tasarrufuyla geri kazanması da çok uzun sürmeyeceğe benziyor. Petrol fiyatları ve akıllı elektrik motoru sağ olsun!

İşin ilginç yanı, ya da bize ilginç geleni, tüm bu yakıt hesaplamalarına rağmen konuştuğumuz herkesin melez otomobile olan ilgisinin aslında daha büyük hesaplardan kaynaklanıyor olması; ekolojik dengeyi korumak gibi. Fikret Bozbay, 43 yaşında, iki çocuk babası ve Laleli’de yedi yıldır tekstil işiyle uğraşıyor. “Evim Beylikdüzü’nde, her gün üç-dört saatim yolda geçiyor” diyen Bozbay, otomobil sektörünün küresel ısınmaya yol açan belli başlı sektörlerden biri olduğunu söylüyor ve “Keşke bütün araçlar elektrikli olsa” diyor.

Honda, Türkiye’de 2006’nın son aylarında piyasa sürdüğü bu modelinden 2007’de 127 adet satmış, 2008 sonunda bu rakamın 263’e ulaşmasını bekliyor. Honda Kurumsal İletişim Uzmanı Serdar Akman, Japonya’daki fabrikalarında üretilen bu modelle ilgili gelecek siparişleri karşılama konusunda problem yaşamayacaklarını, ancak Türkiye’de çevreci araçlara yönelik teşvik verilmemesinin fiyat yönünden sıkıntı yarattığını söylüyor. Honda’nın melez modeli 1400 cc.’lik bir motora sahip. 95 beygir gücündeki bu motora 20 beygir gücünde bir elektrik motoru da eşlik ediyor. Fiyatı 49 bin 950 YTL olan bu aracı benzinli bir motorla karşılaştırmak isterseniz 1600 cc.’lik “Honda Civic Sedan” doğru bir tercih sayılabilir. Onun fiyatı ise 43 bin 100 YTL, yani arada 7 bin YTL’ye yakın bir fark var. Yakıt tüketiminde melez model 100 km.’de 4,6 litre yakarken (şehir içi ve dışı / birleşik) bu oran yine otomatik vitesli Sedan’da 6,9 litreye çıkıyor. Melez model 100 km.’ye 12,1 saniyede ulaşırken Sedan 12,5 saniyeye ihtiyaç duyuyor. En önemli özelliği ise melez Honda’nın daha az karbondioksit salarak küresel ısınmaya daha az katkıda bulunması. Benzer bir araç kilometre başına 150 gram civarında karbondioksit salarken bu model 109 gramla çevreye verdiği zararı sınırlıyor. Geriye tek tasa olarak fiyat farkı kalıyor. Akman, ortalama performansla 40 bin kilometrede, 7 bin YTL’lik bu farkın yakıt tasarrufu yoluyla geri kazanabileceğine dikkat çekiyor. “İnsanlar giderek daha çok bu aracın teknolojisinden haberdar olduklarını bize hissettiriyorlar” diyen Akman, yüzde 37 oranındaki ÖTV’nin yarı yarıya indirilmesi halinde ciddi bir talep patlaması yaşanabileceğini belirtiyor.

Melez otomobil furyasının Türkiye’nin kapısını geç çalması, Akman’ın bahsettiği teşviklerle yakından ilgili. Melez arabaları özendirmek için, Hollanda’da yakıt performansına bağlı olarak 6 bin avroya kadar vergi indirimi, İspanya’da KDV oranında yüzde 50’ye varan indirim ve Yunanistan’da satış vergisinin alınmaması gibi ciddi teşvikler veriliyor. Bu araçların başta küresel ısınmaya yol açan karbondioksit salımını azaltmak olmak üzere ciddi katkıları var ve hükümetler, en azından hidrojenle çalışan araçlar gelene kadar melez otomobilleri ciddi bir alternatif olarak değerlendiriyorlar. Yakıt tasarrufu için sadece elektrikli araçlar konuşulmuyor. Japonlar da karbon fiberden yapılacak ve hafif kasası sayesinde az enerji tüketecek bir araç için kolları sıvamış durumda. Birçok firmanın yeni melez ve hatta hidrojenle çalışan modelleri de sırada.

Biraz geç de olsa, Türkiye’deki otomobil sektörünün de ufak bir elektrik şokuna hazırlandığı söylenebilir. Arka arkaya açıklanan planlara bakılırsa otomobil sektörünün melez araçları 2009 yılı içinde yollara dökülecek. Honda dışında Ford da, Transit modelinin melez seçeneğini pazara sunmaya hazırlanıyor. Fiat’ın ise Fiorino’nun tamamen elektrikle çalışan modelini yıl sonunda tanıtması bekleniyor. Fiorino, şarj edildiğinde 200 km. yol gidebiliyor ve 100 km. hıza ulaşabiliyor. Bakalım Türkiye’de elektrikli otomobiller petrolün yollardaki hakimiyetine bir nebze de olsa son verebilecek mi?

****
Melez otomobil nasıl çalışıyor?
Melez otomobille yaptığımız test sürüşünde gözlerimizi akünün ve elektrik motorunun gücünü gösteren kadranlardan ayırmadık. Benzinli motor ile şanzıman arasında altı cm genişliğinde bir elektrik motoru var. Otomobil hızlanırken benzinli motor çalışıyor, kısa sürede hızlanmak istediğinizde (fazla “tork” talep ettiğinizde) ise elektrik motoru benzinli motora destek oluyor. Bu yakıt tasarrufu yaptığınız ilk durum. İkincisi ise 50 km. altında sabit hızla gitmek. Düz bir yolda bunu yaptığınızda benzinli motor devreden çıkıyor ve elektrikli motor kontrolü alıyor. Bu sırada yakıt tüketimi yine sıfır. Elektrik motorunun devreye girdiği bir başka zamansa sıkışık trafikte rölantide çalıştığı anlar. Araba durduğunda klimadan radyoya her şey elektrikle çalışıyor ve yakıt tüketimi yine engelleniyor. Özellikle kentte trafik sıkışıklıklarında bu özellik çok işe yarıyor. Sessiz olması nedeniyle birçok kişi, bu durumda arabanın çalışmadığını bile düşünüyormuş. Ayağınızı frenden kaldırdığınız anda motor gitmek istediğinizi anlıyor ve yeniden benzinli motorla kalkış sağlıyor.

Araç frene bastığınız zaman ya da ayağınızı gazdan çektiğinizde (yavaşladığınızda) oluşan basıncı elektrik enerjisine çevirerek bagaj bölümündeki aküye depoluyor. Yokuş aşağı inerken ayağınızı gazdan çektiğinizde de aküye elektrik depolamış oluyorsunuz. “Ecevit vitesi”nin elektrik üreten modeli gibi sanki. Aküyü dışarıdan şarj etmiyorsunuz, yola çıkmanız yeterli. Bagaj akü nedeniyle biraz daha dar ama ciddi bir sorun sayılmaz. Ekranda tüm bu olan biteni izlemenizi sağlayan göstergeler var, cep telefonlarındaki pil ikaz işaretlerine benziyor.

***
Sabahattin Kara
Tıp doktoru


“İnsanları zehirlemek istemiyorum”
Ekonomik olması da, ülkenin petrol ülkesi olmaması da önemli ama asıl nedenim bir hekim olarak çevre kirliliğiyle ilgili. Çocukluğumdan beri egzoz gazına karşı bir hassasiyetim var, en ufak bir dozda bayılma, kusma gibi etkileri oluyordu. Araştırmaya başladım ve melez otomobiller dikkatimi çekti. Benim bu araca verdiğim para, benzer bir modelden biraz daha pahalı. Elektrik motoru için yedi milyara yakın bir fark verdim. Geçtiğimiz günlerde Samsun’a gittim, 800 kilometre yolda 125 YTL benzin masrafı yaptım. Yaptığım iş nedeniyle şehir içinde sürekli geziyorum. Daha önceki arabamla benzine ayda 650 YTL ödüyordum. Hibrid araçla bu rakam 250 YTL’ye düştü.

Eşim önce çok karşı çıktı. Nedir bu hibrid, ne anlama geliyor, dedi. Onu arabayı alacağım yere götürdüm. Bilmeden benim alacağım arabaya bindi, beğendiğini söyleyince aracın hibrid olduğunu söyledim. “Hibrid bu mu” dedi, değişik yarış arabası tarzı bir şey zannetmiş. Geçen bir arkadaşım neden arabamın arkasına “hybrid” yazdırdığımı sordu. Birçok insanın henüz haberi yok.

***
Fikret Bozbay
Tekstilci


“Küresel ısınmayı günlük yaşantımızda görebiliyoruz”
Bugünkü şartlarda yaşayabileceğimiz tek bir dünya var. Ekolojik denge bozulmaya başladı. Küresel ısınmayı günlük yaşantımızda görebiliyoruz. Bizim sektörde bunu bayağı hissediyoruz. Daha önce mevsimlik elbiseler yapıyorduk. Artık tüm mağazalar yazlık, kışlık, baharlık elbiseleri aynı anda bulundurmak zorunda. Eskiden böyle değildi. Ekolojinin insanlar tarafından tahrip edilmesiyle oldu. Bireysel olarak ne yapabiliriz diye düşünüyordum. Bu aracın çıktığını gördüm, hemen gidip aldım. Otomobil sektörü küresel ısınmaya neden olan en büyük etkenlerden bir tanesi. Aylık ortalama 3 bin kilometre yapıyorum. Aracın en güzel tarafı, trafiğin durduğu anda arabanın elektrik motoruna geçmesi, adeta durması, kendinizi çok sakin bir yerde hissettiriyor. O karbon zehrini salmıyorsunuz hatta biraz da gururlanıyorsunuz; çevreye katkınızdan dolayı. Ben işyerimden Beylikdüzü’ndeki evime dört-beş saatte gittiğimi anımsıyorum, düşünün bunun etkisini. Karbondioksit salımı açısından yüzde 30 fark olsa bu ciddi bir rakam. Parasını ne zaman öder diye düşünmüyorum. Çok iyi bir metro sistemi olsa onu tercih ederim. Bu arabanın da daha iyisini yapsınlar hemen alırım.

Boş zamanların başbakanı...

Özgür Gürbüz / 23 Ağustos 2008

Bir başbakan düşünün ki, Tuzla’da işçiler ölürken (ya da öldürülürken) ortada yok.
Bir başbakan düşünün ki, 1 Mayıs’ta bu ülkenin her şeyini üreten işçiler coplanırken ortada yok.
Bir başbakan düşünün ki, partisinin üst düzey yetkilileri ciddi rüşvet iddialarıyla suçlanırken ortada yok.
Partisine ait belediye başkanı, ödüllü bir belgesel yönetmenini ağza alınmayacak hakaretlerle kentten kovarken başbakan yine ortada yok…

Başbakanımız nerede diye sormaz mı halkımız?

Sormaz…
Çünkü bilir ki, başbakan dünyanın en ucundaki ada ülkesine gezi düzenlenirken orada vardır.
Irak’ta milyonları öldüren Bush memleketi ziyaret edince elini sıkmak için ortaya çıkar.
Köprülü kavşak açılışı olduğunda, partiye üye kaydı yapıldığında kameraların karşısındadır.
Çevreciler memleketin kalan son ağacını, son kumsalını kurtarmak için Allah’ın sıcağında meydanlara çıktığında başbakan ortaya çıkar ve sesi duyulur: “Bunlar boş vakitlerinde çevreciler!”.

Bana kalırsa başbakan da boş zamanlarında başbakan…
Ne zaman başbakana ihtiyaç olsa ortada yok…

Yarı zamanlı çalıştığı için dersini de iyi ezber edemediği belli başbakanın. Nükleer santrale karşı çıkanlara diyor ki, “Hükümet nereden elektriği bulacak, ya sudan, ya kömürden, ya petrol, doğalgazdan elektrik üretecek. Elektriğin kaynakları bunlar”. Sorarlar başbakana, “Avrupa’da dönen pervaneleri vantilator mü sandın” diye. Birileri fena kandırmış olmalı başbakanı. Acaba şöyle bir diyalog geçmiş olabilir mi başbakanla danışmanı arasında…
- Başbakanım, Avrupa küresel ısınmaya çözüm bulmuş.
- Ne yapmışlar.
- Rüzgar türbini dikip seragazlarını azaltmışlar.
- Neyi azaltmışlar?
- Yani, vantilatör gibi sayın başbakanım, serinliyorlar.
- Ha, anladım.

Avrupa’daki kurulu rüzgar gücü 2007 sonunda 57 bin megavata ulaşmış, Türkiye’nin kömür, doğalgaz, su ve petrolle çalışan tüm santrallerinin kurulu gücü 41 bin megavatta kalmış iken bu söylenir mi? Hiç mi uçaktan aşağı bakmaz insan Brüksel’e giderken?

Ne gariptir ki başbakanın savunduğu enerji kaynaklarının hemen hemen hepsi dışa bağımlı. Biraz yerli kömür ve suyumuz var ama nükleerin yakıtı dahil, teknolojisi, mühendisi hep dışardan gelecek. Doğalgaz ve petrolü söylemeye bile gerek yok. Milliyetçi, muhafazakar başbakan yabancı kaynakları, kökü dışarıda denilen çevrecilerse rüzgar, güneş gibi yerli kaynakları savunuyor; şaka gibi...

1995 yılında Avrupa’nın kurulu gücü içinde rüzgarın payı yüzde "0", nükleerin ise yüzde 24’tü. 2007 sonunda nükleerin payı yüzde 17’ye düştü, rüzgarın payı sıfırdan 7’ye çıktı. Başbakan’da çevrecilere yetiştirecek laf çok ama “vizyon” yok.

Başbakan hemen, boş zamanlarında “temiz enerji” çalışmalı.Türkiye’ye, boş zamanlarında çevrecilere laf yetiştirmeye çalışan bir başbakan değil çalışan bir başbakan lazım.

Sera gazında OECD şampiyonuyuz!

1990’da atmosfere 170 milyon ton sera gazı salan Türkiye’de bu rakam 2006 sonunda 331.8 milyon tona ulaştı. Bu artış hızı, Türkiye’yi OECD ülkeleri arasında birinci sıraya yükseltti...

Özgür Gürbüz - Para Dergisi /10-16 Ağustos 2008

KYOTO Protokolü’ne imza atmaya hazırlanan Türkiye’nin atmosfere saldığı sera gazı oranı her geçen yıl katlanarak artıyor. 1990 yılında 170 milyon ton olan toplam sera gazı (karbondioksit eşdeğeri) oranı 2006 sonunda 331.8 milyon tona ulaştı. Bu rakam, yüzde 96 artışa işaret ediyor ve Türkiye’nin OECD ülkeleri arasındaki birinci sırada yer almasına neden oluyor.
İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması gereğince her yıl açıklanmak zorunda olan emisyon envanteri raporuna göre, 2006 yılı sonunda sera gazı emisyonlarında en büyük payı yüzde 78’le enerji kaynaklı emisyonlar aldı. Enerjiyi yüzde 9’la atık bertarafı, yüzde 8’le de endüstriyel prosesler izliyor.

Sektörel bazda bakıldığında ise 1990 yılına göre en yüksek artışı yüzde 166’yla çevrim ve enerji sektöründe görüyoruz. Bunu yüzde 105’le imalat sanayi, yüzde 69’la ulaştırma, yüzde 42’yle de diğer sektörler izliyor...

Enerji kaynaklı artış düşündürüyor
Enerji kaynaklı karbondioksit (CO2) emisyonları özel olarak incelendiğinde, toplam karbondioksit emisyonunun yüzde 33’ünün çevrim ve enerji sektöründen kaynaklandığı görülüyor. Bunun nedenleri arasında artan kömür santrallerinin payı büyük. Kömür santralleri doğalgaza göre aynı elektriği üretmek için daha çok sera gazı salıyor. Sanayide kullanılan enerjiden kaynaklanan karbondioksit miktarı ise enerji içinde yüzde 28’e denk düşüyor. Sanayiyi yüzde 16’yla ulaştırma, yüzde 15’le de diğer enerji sektörleri izliyor.

Türkiye’nin artan enerji talebi ve bu talebi bir dizi yeni kömür ve doğalgaz santraliyle karşılamaya hazırlanıyor olması, gelecekte başımızı daha da ağrıtacağa benziyor. Bir başka sorun ise son açıklanan rakamlarla kişi başına düşen emisyon oranının 4.7 tona ulaşmış olması. Türkiye, 4 ton civarında olan dünya ortalamasını, hatta Çin ve Hindistan gibi ülkeleri bile geçmiş durumda. ABD’de bu oran 20 tonlara yaklaşırken, Avrupa ortalaması 9 ton civarında. Uzun yıllardır Türkiye’nin müzakerelerde kozu olan bu rakamın hızla artması, AB’ye giriş için belirlenen tarihlerde AB ortalamasının yakalanmasına neden olabilir. Bu da bir başka pazarlık kozunun kaybedilmesine yol açabilir.

Kyoto Protokolü, gelişmiş ülkelerin 2012 yılı sona kadar emisyonlarını 1990 yılı seviyelerinin yüzde 5.2 aşağısına çekmesini öngörüyor. Türkiye protokole 2012 yılından sonra dahil olacağı için bu hedefe tabi tutulmayacak. Ancak olası bir indirim hedefinde 1990 yılı baz alınırsa bir hayli zorlanacak. Bu nedenle, hükümet yetkilileri bir an önce protokolü imzalamak ve müzakere masasına oturmak için karar alarak, ilgili yasayı onaylanması için TBMM’ye gönderdiler.
Kulislerde, Türkiye’nin müzakerelerde 1990 yılından farklı bir yılı temel almayı önereceği konuşuluyor. Baz yıl olarak 2000 ya da daha geç bir tarih alınırsa Türkiye’nin işinin daha kolay olacağı tahmin ediliyor. Yine de yıllık ortalama yüzde 10’a varan artış, Türkiye’nin bu işi daha ciddiye alması gerektiğini gösteren önemli bir işaret.

***
Türkiye’nin sera gazı emisyon seyri (Milyon ton CO2 eşdeğeri)

1990 170.06
1995 220.72
2000 279.96
2004 296.60
2005 312.42
2006 331.76