Nasıl bir belediyecilik?

Özgür Gürbüz-BirGün / 20 Mart 2024

Yerel seçimlere iki haftadan az bir süre kaldı. Seçim yaparken aslında bir belediye başkanını değil, yeni yöneticilerimizi ve yönetim anlayışını da seçiyoruz. Peki, nasıl bir yerel yönetim istiyoruz? Ne istediğimizi söyleyerek çözümün bir parçası olmak adına bu soruya verdiğim yanıtları sizlerle paylaşıyorum, ekleme yapmak, itiraz etmek serbest.

Belediyeler atık toplama, yol yapma gibi temel hizmetleri elbette aksatmamalı. Ancak bu işler günü kurtarmayı değil kenti geleceğe hazırlamayı hedeflemeli. Atıklar toplanmalı, geri dönüştürülmeli, geri dönüşümü kolaylaştıracak yollar bulunmalı. Atık yakmaktan kaçınmalı.

Basit işlerin insanların hayatını kolaylaştırdığı göz ardı edilmemeli. İstanbul’da son dönemde yapılan meydan düzenlemeleri, âtıl tarihi alanların sanat alanlarına dönüştürülmesi iyi örnekler arasında. Birkaç şirketi zengin etmek değil yurttaşların hayatını kolaylaştırmak amaçlanmalı.

Basit işlere devam. Örneğin, kardeş kentler, sokak panolarında (billboard) ilan değiş tokuşları yaparak birbirlerinin tanıtımına destek verebilir. Reklama para vermeden kentlerimizin yurt dışında tanıtımı artırılabilir.

Şeffaflık ve liyakat padişahlığa benzer cumhuriyet rejiminde erozyona uğradı. İşe alımlar sınavla, gerekirse tarafsız aracı kurumların denetiminde yapılmalı. Belediyelerin özgeçmiş havuzlarına, çeşitli ayrımlara neden olabilecek fotoğraflı özgeçmiş bile kabul edilmemeli. Arpalığa dönüşmüş belediyelerdeki fazla kadrolarla vedalaşmalı.

Yol yapmayı asfaltlamaktan ibaret sanmayıp, bisikletleri ve yayalaştırmayı hesaba katmalı. Pedal destekli bisikletler (elektrikli) yokuş sorununu da çözüyor ama ülkemizde bisiklet yolu yoksa bisiklet sürmek zor. Özellikle ana arterlerden okullara uzanan bisiklet yolları olmalı. Bisiklet deyip geçmeyin. Kentlerde trafik, hava kirliliği ve dışa bağımlı petrol tüketimi sorununu çözebilir. Kopenhag, Amsterdam örnekleri var, ülkemizin iklimi ise daha uygun. Kayseri gibi çok uygun yerler var ama belediyeler fırsatı görmüyor.

Sadece bisikletle olmaz elbette. Ulaşımda elektrikli toplu ulaşım araçlarının (elektrikli minibüs, otobüs, tramvay ve metro) sayısı artırılmalı. Belediyeler istisnalar dışında, içten yanmalı motorla çalışan toplu ulaşım aracı almamalı.

Belediye binalarının hepsinde enerji verimliliği en yüksek seviyeye getirilmeli, yeni binalar “neredeyse sıfır enerjili bina” standardında yapılmalı. Güneş ve rüzgar gibi kaynaklardan elektrik üretimi artırılıp, belediyelerin kendi enerjisini karşılama oranı azami seviyelere çıkarılmalı. Merkezi hükümet enerji kooperatiflerinin önünü tıkamaktan vazgeçerse, belediyeler bu konuda öncü olmalı, yurttaşlarını enerji üreticisi olmaya teşvik etmeli. Üreten kentliler yaratma prensibini tarımdan tamire, sanattan elektriğe kadar yaymalıyız.

Şehir planlaması geleceğe uygun yapılmalı. İklim krizinin etkileri hesaba katılmalı. Binaların çatılarında güneş paneli kurulması büyüklüğe bağlı kalmadan zorunlu tutulmalı, kurulamıyorsa, çatıdaki uygun alanlar kuruluma uygun şekilde boş bırakılmalı. Her bina yağmur hasadı yapmalı, yalıtım standartları yükseltilmeli, ısı pompalarına ve artacak elektrikli araçlara uygun altyapı zorunlu tutulmalı. Ankara’nın geriden gelen mevzuatlarının ötesinde adım atılmalı. Gerekirse teşviklerle bu zorunluluklar cazip hale getirilmeli.

Belediyelerin kültür sanat destekleri sansür baskısı altındaki sanatçılar için elzem. Bu alanda belediyeler iyi sınavlar vermiyor. Bütçelerini çok ses getirecek işlere harcıyor, kısa vadeli işler yapıyorlar. Halbuki, bütçenin bir bölümü ünlü sanatçılara, bir bölümü genç yeteneklere bir bölümü ise öne çıkarılması gereken ve destek bulamayan sanat dallarına ayrılabilir. Bu süreç şeffaf bir şekilde yürütülebilir. Konser ve toplantı mekanları, o yılki öncelikli alanlara ve içerikle ilgili koşullar belirlenerek çevrimiçi randevu sistemiyle sanatçılara, yazarlara tahsis edilebilir. Böylece kayırmalar, dedikodular biter, yeni seslere fırsat tanınır.

Kentlerimizin yeşil alan ihtiyacı had safhada. Kentsel dönüşüm sadece binaları yenilemek olamaz. Belediyeler bütçelerinin bir bölümünü yeşil alanın olmadığı alanlardaki eski binaları satın alıp, kamusal alana dönüştürmeye ayırabilir. Kamunun yıkılan binalarını yeşille değiştirebilir. Çanakkale’de İskele Meydanı ve Cumhuriyet Meydanı böyle geliştirildi.

En önemli maddeyi en sona bıraktım. Kentleri güzelleştirmenin yolu korumadan geçiyor. Seçeceğiniz belediye başkanı kentin dokusunu yok edecek, onu bina yığınına dönüştürecek “çılgın ya da manyak projelere” dur demeli. Kanal İstanbul’a karşı çıkmayandan İstanbul’a hayır gelmeyeceği gibi, termik santrala, kenti boğacak bir konut projesine itiraz etmeyen belediyeden de bir ilerleme beklenmez. Bu gibi projelerin önünü kesecek, işlerini zorlaştıracak ve sivil toplum örgütleriyle dirsek temasını sürekli kılacak belediye yönetimlerini sandıklardan çıkarmalıyız.  

Nükleer enerji tuzağı

Özgür Gürbüz-BirGün / 13 Mart 2024

Foto: Fukuşima - UAEA
Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar, hükümete yakınlığıyla bilinen Turkuvaz Medya Grubu’nun
düzenlediği bir toplantıda, Akkuyu Nükleer Santralı’nın ilk ünitesinin yıl sonunda elektrik üretmeye başlayacağını söyledi. Bayraktar, diğer nükleer santrallar için adı geçen Sinop ve Kırklareli konusunda da ilgilenen ülkelerin adlarını açıkladı. Sinop’a Rusya ve Güney Kore, Kırklareli’ne ise Çin’in talip olduğunu ve müzakerelerin sürdüğünü söyledi. Toplantıyı yöneten iki “gazeteci” Enerji Bakanı’na “Türkiye’nin neden güneş ve rüzgârdan çok daha pahalıya elektrik üreten nükleer santral yapmak istediğini ve nükleer santralların atıklarının ne olacağını sormadı. Deprem ile kaza riski, Rusya’ya bağımlılık konularıysa hiç gündeme gelmedi. Şaşırmadık tabii.

Enerji Bakanı’nın konuşmasında tereddütle açıkladığı bir bilgi de vardı. Rusya’nın karşı karşıya kaldığı yaptırımların Akkuyu’da sorun yarattığını açıkladı. Bayraktar, “…ama süreçte karşı karşıya olduğumuz açık ve kapalı bazı yaptırımlar var. Özellikle Rosatom’un karşı karşıya olduğu bazı sıkıntılı durumlar var, onları sahaya yansıtmadan çözmeye çalışıyoruz” dedi. Cumhuriyetin 100. yılına yetiştirilemeyen Akkuyu’nun gecikme sebeplerinden birini öğrendik. İlk reaktör resmi olarak inşaata başlayalı altı yıl oldu. Bu gecikmenin maliyetini ve santralın sahibi Rusya’nın bu farkı “çeşitli yollarla” bizden tahsil edip etmeyeceğini ise henüz bilmiyoruz

Küçük reaktörler
Bakan Bayraktar, küçük modüler nükleer reaktörlerden de bahsetti ama dünyada bu tanıma uyan bir reaktörün olmadığını söylemedi. Fukuşima sonrası iyice köşeye sıkışan nükleer endüstrinin son pazarlama hamlesi modüler reaktörlerin değil bir örneği, imalatı bile yok. Bizim de dilimize yapışan “Küçük Modüler Nükleer Reaktör” tanımı aslında nükleer enerjinin yeni reklam kampanyasının sloganı. Her başları sıkıştığında yeni bir şey bulmuş gibi yapan nükleer lobi şimdi de küçük modüler reaktör kavramını ortaya attı. Halihazırda inşaatına başlanan, modüler üretimi yapılan bir reaktör yok ama herkes varmış gibi yazıyor. Bahsedilen aslında küçük güçte nükleer reaktörlerden başka bir şey değil. Atık sorunu aynı, kaza riski aynı üstelik daha da pahalı olacak gibi görünüyor. Küçük reaktörlerin en büyük pazarlamacısı ABD ancak ülkede bir inşaat bile yok. Tasarım aşamasında kalan NuScale projesi de yattı. İlk açıklanan maliyeti ile son maliyet arasında 250 kat fark çıkınca Idaho’da düşünülen projede kapatıldı.

Nükleer rönesans hayalleri
Nükleer lobi, Çernobil’den bu yana elektrik üretiminde nükleer enerjiyi yeniden bir seçenek yapacak araçlar arıyor. 2000’lerin ortasında “nükleer rönesans” sloganıyla dev reaktörleri pazara sürmüş, bunların çok ucuza elektrik üreteceğini iddia etmişlerdi. Başını Fransa’nın çektiği rönesans atağı, Finlandiya’da bir reaktörün 17 yılda bitirilmesi, Fransa’daki ikizinin ise 17 yıla rağmen bitirilememesiyle yola çıkamadan çakıldı. Bu yıl bitirileceği söylenen Flamanville-3 reaktörünün maliyeti ilk duyurulduğunda 3 milyar dolardı. Fransız şirketin son tahmini ise 14 milyar doları geçti. Nükleer rönesans reaktörünün maliyetinin faizlerle beraber 21 milyar doları bulacağı tahmin ediliyor.  

Nükleer 6 kat pahalı
Santralların ilk yatırım maliyetlerindeki artış elektrik üretim maliyetlerine de yansıyor haliyle. Dünyaca bilinen finansal danışmanlık şirketlerinden Lazard’ın seviyelendirilmiş elektrik maliyetleri analizi nükleer enerjinin çaresizliğini de ortaya koyuyor. Seviyelendirilmiş elektrik maliyeti, yapımdan yakıta tüm maliyetlerin hesaplanarak bir kilovatsaat elektrik üretiminin maliyetini size veriyor. Sübvansiyonların hesaba katılmadığı bu analize göre, mevcut teknolojiler içinde en ucuza elektrik üretebilecek kaynaklar rüzgâr ve güneş. Kilovatsaat maliyeti 2,4 dolar sente kadar düşebiliyor. Nükleer enerjide ise en düşük fiyat 14,1 dolar sent olabiliyor. Nükleer santrallar rüzgâr ve güneşe göre altı kat daha pahalıya elektrik üretiyor. Nükleer santraldan elektrik üretmenin maliyeti 22 sente kadar çıkabiliyor. Türkiye’nin Rusya’ya ödeyeceği fiyatın 12,35 dolar sent olduğunu da hatırlatalım. Analizin gerçek fiyatlara ne kadar yakın olduğunu görüyoruz.

Rüzgâr ve güneş santrallarına depolama üniteleri ekleyip, kesinti sorununu ortadan kaldırmak isterseniz de maliyetler en düşük 4,2, en yüksek 11,4 sent oluyor. Nükleer santralların en iyi örneğinden ve Akkuyu için Rusya’ya ödeyeceğimiz fiyattan hâlâ daha ucuz. Kim daha pahalı elektrik ister sorusuna yanıt vermek için parmaklarınızla iktidarı gösterebilirsiniz. Bu hükümete oy verenlerin elektrik faturalarından şikâyet etme hakkı yok.

Mevcut iktidar düştüğü nükleer tuzaktan kendini çıkaracak politik cesarete sahip değil. Nükleer belayı Sinop ve Kırklareli’ne de yaymaya çalışarak hem dışa bağımlılığı hem de nükleer riski artırıyor. Muhalefetin büyük bir kesimi de partisinden medyasına kadar “nükleer teknoloji iyidir” önyargısı nedeniyle sessiz. Televizyonlarda tartışma programı bile yok! Halkın büyük çoğunluğu nükleere karşı iken, nükleer karşıtlığını politikalarına taşıyamamanın bedelini hepimize ödetiyorlar.

Türkiye ne kadar küçüldü?

Özgür Gürbüz-BirGün / 6 Mart 2024

Foto: Wikipedia (Zeynel Cebeci)
TÜİK ya da hükümete göre Türkiye 2023 yılında yüzde 4,5 oranında büyüdü. Dünyanın sınırlı varlıklarını (kaynaklar) tüketerek yapılan mal ve hizmet üretimini ya da sermaye birikimini olumlu addedip, “büyüdük” demek iktisat biliminin bu çağdaki en büyük ayıbı olsa gerek. Milyonlarca yılda oluşan petrolü saniyeler içerisinde yakıp tüketerek ürettiğiniz mal veya hizmet nasıl olur da bu gezegeni ileri götürür?

Bizim artık büyüme rakamlarını bir kenara bırakıp ne kadar küçüldüğümüzü hesaplamamız gerek. Kirlenen havayla, azalan suyla ekonomik değeri kıyaslamak kolay değil. O yüzden de elimizde somut örnekleri olan bir veriden, Türkiye’nin orman varlığından yola çıkmak işimizi kolaylaştırabilir. Türkiye Ormancılar Derneği, Türkiye’de Ormansızlaşma ve Orman Bozulması raporunda, orman varlığındaki kaybı detaylı bir şekilde anlatmıştı. Türkiye, her yıl yangınlarla kaybedilen orman alanının dört katından fazlasını madencilik, enerji, turizm ve ulaşım gibi ormancılık dışı amaçlara verilen tahsisler nedeniyle kaybediyor.

Hesaplayalım. Sadece 2012-2020 yılları arasında, ormancılık dışı faaliyetler için tahsis edilen orman miktarı 342 bin 846 hektar. 2021’deki büyük yangınlarda kaybettiğimiz orman alanından (139 bin hektar) 2,5 kat fazlası. Aynı dönemde orman alanlarında enerji üretimi ve iletimi için verilen izinlerin yol açtığı kayıplar ise 126 bin 296 hektar. Madenler nedeniyle kaybettiğimiz orman miktarı da 87 bin hektar. Hepsinin toplamı 555 bin hektarı buluyor.

Orman Genel Müdürlüğü’nün bir hektar alanın ağaçlandırılması için istediği bedel 196 bin 24 TL. Bir hektar alanın yıllık bakım bedeli ise 12 bin 500 TL. Ekolojik kaygılarımızı bir kenara bırakıp sekiz yılda yok edilen alanları ağaçlandırmaya kalksak, beş yıllık bakım süresiyle birlikte ödeyeceğimiz miktar 145 milyarı buluyor. Dolar cinsinden karşılığı 4,5 milyar dolar. Gerçek büyümeyi hesaplamak istiyorsak, gayri safi yurt içi hasıladaki artıştan, kaybettiğimiz ormanların değerini çıkarmamız gerekir. Bunu yaparken de “kirleten öder” tuzağına düşmemeliyiz. Ormanların, ne üretmek için feda edildiği, gerçek bir ihtiyacı karşılayıp karşılamadığı ve toplumsal (tüm canlıları kapsayan) fayda sağlayıp sağlamadığı da mutlaka belirlenmeli. Yoksa, “öderim parasını, keserim ağacını” diyen patronlara yol açmış oluruz.

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cihan Erdönmez, kullanıma açılan ormanların tekrar, içinde canlıların barındığı gerçek bir ormana dönmesinin, en iyi koşullarda 40-50 yılı bulacağını hatırlatıyor. Erdönmez, mermer ocakları gibi birçok açık maden işletmelerinin rehabilitasyonunun da mümkün olmadığına dikkat çekiyor. Orman Genel Müdürlüğü’nün Türkiye’de kaç maden alanının rehabilite edildiğine dair verileri açıklaması ve örnek sahaları göstermesi halinde, bu alanlarda inceleme yapabileceklerini de belirtiyor.

Sadece orman mı? Otellere verdiğimiz sahiller, betona gömülen meralar, kurutulan dereler, çıkarılan ve yerine konulması mümkün olmayan madenleri de büyüme hesabının eksi hanesine yazmalıyız. Toprağa, havaya ve suya verilen zararın maddi karşılığını da düşündüğünüzde çoğu yerde eksi büyümelerle karşılaşabiliriz. Erzincan İliç’te kirlenen toprağın, Fırat Nehri’nin yarattığı ekonomik ve sosyal katkının kaybedildiğini düşünün. Son yıllarda yaşadığımız çevre felaketlerindeki doğal varlık kayıplarını büyüme tablolarına eklesek, Türkiye’nin küçüldüğünü bile görebiliriz.

Büyüme hesaplarında yok edilen orman, mera, sulak alan, kıyı şeridi ve buralarda yaşayan canlılarla, bu doğal varlıklar sayesinde daha sağlıklı bir hayat süren insanın kayıpları yok. Klasik iktisat bunları görmüyor.

Büyüme gözlüğüyle bakarsanız, açılan her madene, her enerji santralına veya her otele ülkenin büyümesine katkıda bulunan “yatırım” diyebilirsiniz. Ekoloji gözlüklerini takınca, “acaba” demeye başlarsınız. Yaşamı hesaba katmayan hesap olmaz.

Enerji yoksulluğu kapıda

Özgür Gürbüz-BirGün / 29 Şubat 2024

Foto: Riccardo Annandale / Unsplash
Seçimlerden sonra enerji faturalarının kabaracağına neredeyse herkes kesin gözüyle bakıyor. Enerji verimliliği konusunda Türkiye’nin önde gelen uzmanlarından Arif Künar, “Seçimden sonra enerjide devlet sübvansiyonlarının kaldırılması halinde nüfusun yarısının enerji yoksulu olduğu bir ülkeyi konuşmaya başlayacağız” diyor. Kaynak bulmakta zorlanan hükümetin, elektrik ve gaz fiyatlarında sübvansiyonları azaltacağı bunun da faturaları ikiye katlayacağı enerji sektöründeki sıkça konuşuluyor.

Aylık veya yıllık hane gelirinin yüzde 25’inden fazlasını elektrik, gaz ve su faturalarına harcıyorsanız siz de enerji yoksulu sınıfına girmiş kabul ediliyorsunuz.
Ekonomideki kötü gidişat ve enerji fiyatlarındaki yükseliş, Türkiye’de de enerji yoksulu sınıfına giren insan sayısının hızla arttığını ve büyük bir krize dönüşmek üzere olduğunu gösteriyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 2019 yılında 1 milyon 141 bin haneye elektrik tüketim desteğinde bulunmuştu. Bakanlık, bu yıl destek verilecek hane sayısının 4 milyon 53 bine çıkarılacağını açıkladı. Beş yılda dört kat artan destekler felaketin habercisi. Seçim sonrasına ötelendiği düşünülen elektrik ve gaz zamları, desteğe muhtaç hane sayısını çift haneli rakamlara taşıyabilir.

İstanbul İklim Buluşmaları başlığı altında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası ve Ülke Politikaları Vakfı’nın düzenlediği etkinlikte konuşan Arif Künar, Ankara’nın Güvenevler ve Andiçen mahallelerinde yapılan bir araştırmadan da örnekler verdi. Güvenevler’de enerji yoksulu sınıfına giren nüfusun oranı yüzde 66’ya, Andiçen’de ise yüzde 95’e varıyor. İki mahallede de ısınmaya bağlı hastalık yaşayanların oranı yüzde 15’in üstünde. Fatura borcu bulunan hanelerin oranı Güvenevler’de yüzde 17, Andiçen’de ise yüzde 23.

Beklenen zamlar yapılırsa enerji yoksulluğu artacak ve asgari ücrete mahkûm edilmiş birçok hanenin yaşamını derinden etkileyecek. Soruna kalıcı çözümler bulmak ve askıda fatura, elektrik faturası desteği gibi kısa süreli iyileştirmelerin ötesine geçmek gerek. Bina yalıtımı, elektrikli aletlerin verimlileriyle değiştirilmesi, enerji kooperatifleri gibi uzun vadeli çözüm önerilerini destekleyen kamu politikalarına ihtiyaç var. Bu sadece ailelere daha uzun vadeli bir rahatlatma sağlamaz, ülke ekonomisine ve doğal varlıkların akıllıca kullanılmasına da katkı sağlar. Yalıtımsız bir evin gaz faturasını ödemek, dibi delik bir kovaya su doldurmaya benziyor.

Makine Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Üyesi Orhan Aytaç da aynı sempozyumda bir konuşma yaptı. Türkiye’de enerjide ithal kaynak oranının yüzde 67 olduğunu belirtti. Neredeyse tamamı ithal edilen gaz, hane halkının tükettiği bir numaralı enerji kaynağı. Onu elektrik ve kömür izliyor ki, elektriğin büyük bir bölümü de ithal gaz ve kömürden üretiliyor. 70 milyar dolarlık enerji ithalatı yapan Türkiye, jeotermalle ısıtacağı konutlara gaz hattı döşemekle övünüyor. Binalarda daha iyi bir yalıtımı zorunlu kılalım, çatılara, cephelere güneş paneli konulması isteğe bırakılmasın, kentlerde yeni binalar sıfır enerji standartlarına yakın yapılsın, otomobile ucuz kredi verenler yalıtıma, yenilenebilir enerjiye de uygun kredi versin dediğinizde ise hükümetten bu çağrılarınıza yanıt alamıyoruz.

Enerji yoksulluğu kapımıza geldi dayandı, yardımlarla döndürülemeyecek bir noktaya doğru ilerliyor. Hükümet oralı değil, enerji verimliliği ve tasarrufu konusunu nedendir bilinmez hiç sevmiyorlar. Tek amaçları daha çok santral kurup, daha fazla boru hattı döşeyip, daha fazla gaz ithal edip enerji tüketimini artırmak. Bu işten kazanç sağlayan şirketler de bunu istiyor zaten, hükümet yurttaşın derdine derman olmaktan çok çok şirketlerin kazancına destek olmayı misyon edinmiş. Belediyeler ise elini taşın altına koymaktan çekiniyor, kadro ve yetki sorunları da gözlerini korkutuyor. Müteahhitler hiç oralı değil, üzerlerinde bir baskı da hissetmiyorlar. Yurttaşlar bu konuda bir talepte bulunabileceklerini bilmiyor, yurtdışındaki ‘balık tutmayı öğreten’ örnek uygulamalardan haberdar değil. Sivil toplumun, yurttaşların ve muhalefetteki partilerin bir an önce enerji yoksulluğu konusunu gündemlerine alması ve çözüm önerilerinin hayata geçirilmesi için baskı yapması lazım. Yoksa, bindik bir alamete gidiyoz kıyamete…